Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Şehir yeniden kalabalıklaşırken okuma alışkanlıklarımız da tıpkı hava gibi değişiyor.
Eylül, yaz mevsiminin dağınık neşesinden sonbaharın dinginliğine adım attığımız ay. Şehir yeniden kalabalıklaşırken okuma alışkanlıklarımız da tıpkı hava gibi değişiyor. Bence sonbaharın hafiften hissedilen melankolisiyle elimiz daha derin ve içe dönük metinlere gidiyor; sayfaların arasında kaybolmanın tadı bir başka oluyor. Ben de üç Türk kadın yazar üzerinden oldukça ilginç bir seçki hazırladım size.
Fotoğraf: @1kitap.1mekan
Çıktığı gibi koşarak aldım, aldığım an başladım ve elimden hiç bırakmak istemedim! Elif Şafak’ın Gökyüzünde Nehirler Var’ını okurken en çok hissettiğim şey, arkasında ne kadar büyük bir emek ve araştırma olduğuydu. Özellikle kitabın sonundaki “Okuyucuya Not”u okuyunca anlıyorsunuz ne demek istediğimi. Şafak’ın tarihsel kaynaklara, kültürlere ve kadim metinlere nasıl derinlemesine daldığını orada çok net görüyorsunuz.
Beni en çok etkileyen taraflardan biri, olayları birbirine bağlama biçimi oldu. Kitap üç ayrı zaman, ülke ve karakter arasında geçiyor. Karakterler arasındaki ilişkilerle coğrafyanın belleğini öyle güzel örüyor ki Elif Şafak, kişisel hikâyeler bir anda tarihi bir yolculuğa dönüşüyor. Asurbanipal Kütüphanesi’nden Gılgamış Destanı’na, Ezidilerin izlerinden günümüze kadar uzanan çok katmanlı ve zamanlı bir akış var romanda. Bir su damlası ile başlayan bu romanda, tarihi kurgu diyebiliriz, hem coğrafya hem tarih hem de insan hikâyeleri bir araya geliyor ve ortaya gerçekten etkileyici bir bütün çıkıyor.
“Antik Sümercedeki ang ‘sevmek’ demekti; gariptir, kelime ‘dünyayı ölçmek’ anlamına geliyordu. Aşk bir his veya duygu olmaktan çok, sizi bir yere sabitleyen bir çıpaydı.”
Fotoğraf: @1kitap.1mekan
Altını çizmelere doyamadığım bir kitap: Ormandaki Kalpsiz Ceylan. Bahadır Baruter’in güçlü çizimleriyle hayat bulan bu anlatı, bildiğimiz Pamuk Prenses masalını baştan sona tersyüz ediyor. Alıştığımız iyilik ve kötülük, kurban ve kurtarıcı, gerçek ve yalan dengelerini yerle bir eden bir masalla karşı karşıyayız. Kraliçenin ve ceylanın kaderi değişiyor, masalın seyri bambaşka bir yöne ilerliyor. Ormanın büyülü dünyasında gezinirken doğayla kurduğumuz ilişkiyi, masalların bize biçtiği rollerle birlikte sorguluyoruz.
“Mesela kendi hayatımızla bir başkasının hayatı arasındaki bağı ne zaman kuruyor, ne zaman kopartıyorduk?”
Fotoğraf: @1kitap.1mekan
Son zamanlarda elimden Cahide Birgül kitabı eksik olmuyor. Ah Tutku Beni Öldürür Müsün ile başladı her şey ve devamı da hızla geldi. Hem bu kadar geç keşfettiğim için kendime kızdım hem de yazarın erkenden aramızdan ayrılmış olmasına çok üzüldüm. Okudukça kalemine daha da hayran kalıyorum. Gerilim, belirsiz sonlar, sağlıksız ilişkiler, garipleşen olaylar ve bilinçaltının oyunları… Aile ilişkilerinde bireyin aldığı yaralara o kadar güzel yerlerden değiniyor ki!
Bu romanında iki kardeşin gözünden vefat eden anne ve babalarıyla, sorunlu kardeşleriyle, hayatla, birbirleriyle en çok da kendileriyle olan kusurlu ilişkileri okuyoruz. Tüm kitaplarında olduğu gibi burda da birçok soru işareti havada kalıyor; tekinsizlik, gerilim hissi devam ediyor ve kitabın sonunda hiçbir şey açığa çıkmıyor. Yazarın bize olayları varsayma payı bırakması en çok sevdiğim yanı oldu.
“Kendini kandırarak suçluluk duygusundan sıyrılanların dünyası, başlarından geçenleri anlamlandıranların, gerçeği görenlerin karşısında ne kadar zavallı, ne kadar eften püften kalıyordu.”