Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Kimseye benzemeyen bir kadın ve hiçbir markaya benzemeyen işler… Meryll Rogge yeni akım modada şahsına münhasırlığın kitabını hem tasarımları hem de karakteriyle yazıyor.
Meryll Rogge bildiğimiz tasarımcılardan epey farklı. Popülarite peşinde koşmuyor, markasını altı boş pazarlama stratejileriyle servis etmiyor. Oldukça transparan ve samimi. Açıkçası benim daha önce röportaj yaptığım kimseye benzemiyor. Bu “yeganelik” tasarımları için de geçerli. İlham aldığı endüstri ikonları var elbette ama o koleksiyonlarını sunarken rakiplerinden bir adım öne geçmek için ruhen ve mental olarak adanmadığı hikayelerle devleştirmiyor kendini. Ağırbaşlı olsa da bu tavrı yeteneğini hafife aldırmıyor. Kendisi Royal Academy of Arts Antwerp’den mezun. Okula dair küçük bir hatırlatma yapmamız gerekirse; burası efsanevi Antwerp Altılısı’nın; yani Ann Demeulemeester, Dries Van Noten, Dirk Bikkembergs, Marina Yee, Dirk Van Saene ve Walter Van Beirendonck’un mezun olduğu kurum. Bilmeyenler için not düşelim: Bu kolektif, günümüz yüksek modasını tam kalbinden vuran bir moda aktivizmine imza attı. Avangardlar, özgünler, ticari kaygılardan arınarak tasarlıyorlar ve cesurlar. Cüretleri yeniliklere kapı açıyor, bu sayede halen üniversitelerde anlatılan moda öğretilerine isimlerini konu başlığı olarak taşıyorlar. Rogge da okulunun duvarlarına kazınan Antwerp Altılısı ruhunun kreatif belleğine -bilinçaltı seviyesinde de olsa- ilmek ilmek işlendiğini kabul ediyor, mezuniyetinden sonra New York’ta Marc Jacobs’la ve Antwerp’te Dries Van Noten’le kazandığı profesyonel iş deneyimleriyle bu akademik deneyimlerini taçlandırıyor. Uzun süre hayali olan Marc Jacobs tecrübesinin kariyerinde bir milat görevi gördüğünün altını çizmek şart. Teknikten tarihe, kalıptan kreatif gelişime, bu yaratıcı kadın potansiyelini saygıdeğer Jacobs’ın çatısı altında keşfediyor. Ardından bir an geliyor ve ütopyasının izdüşümünü mecazi tuğlalarla, betonlarla inşa ediyor: Meryll Rogge kendi markasını hayata geçiriyor ve yaşadıklarını, anılarını, vizyonunu, hayallerini bizimle paylaşıyor.
New York ve Antwerp’teki iş hayatınızdan sonra kendi markanızı kurmak için Belçika’ya, ailenizin siz altı yaşındayken taşındığı banliyöye döndünüz. Anılarınız ve o tanıdık atmosfer işinizi nasıl etkiledi?
Banliyödeki evin hem markayı kurabilmek, hem çalışabilmek, hem de içinde yaşayabilmek için yeterli alanı vardı. Oraya 2019’un sonuna doğru taşındım ve akabinde pandemi başladı. Elbette o süreçte dışarıya çıkıp yürüyüşler yapabildiğimiz bir yerde bulunduğumuz için şanslıydık. Açıkçası çocukluk anılarımın işimi herhangi bir şekilde etkilediğini söyleyemem. Oradan 18 yaşımdayken ayrıldım. Bu çok uzun bir süre, neredeyse 15 seneden fazla oldu… Yani şu an hayatımın başka bir bölümündeyim ama yine de annemin ve babamın işe dâhil olabilmesinin bir avantaj olduğunu söylemeliyim. İş konusunda onlarla sıklıkla konuşabilmek epey pratik.
Peki, neden büyük moda başkentleri yerine banliyöde olmayı tercih ettiniz?
Antwerp’te Dries Van Noten ile çalışırken büyük bir marka kurmak için tam zamanlı olarak bir moda başkentinde ikamet etmenin elzem olmadığını anladım. Moda haftaları için gitmeniz yeterli. Paris’te, Londra’da ya da New York’ta konuşlanmamanın avantajları var. Bunların en büyüğü, sahip olabileceğiniz alanların hacmi. Banliyöde aynı kiraya çok daha büyük bir yer tutabiliyorsunuz. Bir diğer avantaj ise odaklanma kolaylığı. Etkinlikler ve partiler dikkatinizi dağıtabilir, sakinliğin içinde tüm ilginiz markanızda oluyor. Moda başkentlerinden uzakta yaşamak bir yandan da moda endüstrisinde olan bitenlerden etkilenmeyeceğiniz bir atmosfer yaratıyor. Kendi fikirleriniz, kendi bakış açınız daha iyi gelişiyor. Sağduyularınıza, yaratıcı zihninizin söylediklerine kulak verebiliyorsunuz.
Bunu okuyucularımıza daha net bir şekilde aktarmak için örnek verebilir misiniz?
Mesela parizyen tasarımcılara baktığınızda etraflarını çevreleyenlerden, olaylardan, basından, genel-geçer moda akımlarından bariz bir şekilde etkilendiklerini görüyoruz. Düşündüklerinize ve yaratıcılığınıza müdahale eden etmenlerden sıyrılmak bir avantaj olduğu kadar dezavantaj da olabiliyor tabii. Bazen ilham almak ve enerji kazanmak için kültürlerden, büyük şehirlerden besleniyorsunuz. Banliyöde bunun eksikliğini hissedebilirsiniz.
Sanata daima ilgili olduğunuzu biliyoruz. Ardından öğretmenleriniz ve büyükanneniz sayesinde moda tasarımına yönelmiş ama Hukuk okumayı tercih etmiştiniz. Yıllar süren ilişkiye rağmen neden Hukuk Fakültesi’ne gittiniz?
Bu tamamen ailemle ilgiliydi, hepsi sanatsal olmayan alanlarda çalışıyordu. Önce ciddi bir akademik eğitim almamın benim için daha faydalı olacağına inandılar.
Ama dünyanın en iyi moda okullarından birinden mezunsunuz.
Bir anlaşma yaptık. Önce Hukuk lisansımı tamamlayacaktım, sonra ne istersem okuyabilirdim! Tam olarak da böyle oldu. Mezuniyetimin ardından Royal Academy of Fine Arts Antwerp’e kaydoldum.
Royal Academy of Fine Arts Antwerp de mezunlarıyla meşhurdur. Mesela Antwerp Altılısı! Bu akım size ilham verdi mi?
Hem bu akademide okuyan bir öğrenci hem de bir Belçikalı olarak elbette Antwerp Altılısı’ndan etkilendim. Yıllar boyunca haklarında anlatılan hikayeleri dinledik ama ben mezuniyetin ardından New York’ta Marc Jacobs’la çalışmaya başlayıncaya kadar bu oluşumdan ne denli büyülendiğimi fark etmemiştim. Orada Antwerp Altılısı’nın sadece Belçika ya da Avrupa değil, global moda sahnesindeki devasa rolünü idrak ettim.
Belçika’dayken bu etkiyi hissetmek neden daha zordu?
Bazen sizinle aynı yerden gelen insanların yaptıklarını takdir edebilmek için o ortamdan uzakta olmanız gerekebilir. Gerçi henüz okurken üzerimdeki etkilerini gerçekten hissettiğim bir ânı çok iyi hatırlıyorum. Dries Van Noten’in mağazası okulumuzun hemen ilerisindeydi, her gün önünden geçerdik. Muhteşem vitrin tasarımları olurdu. Vitrin tasarımının birkaç ayda bir değişmesini heyecanla beklerdik ve bu bana işinizi dışarıya sunma şeklinizin, öznel bakış açınızı da buna yansıtmanızın ne kadar önemli olduğunu öğretti.
Royal Academy of Arts Antwerp’ten mezun olduktan sonra Marc Jacobs’la çalıştığınıza değinmiştiniz. Tam yedi sene süren bu tecrübe tasarım ve iş anlayışınızı nasıl şekillendirdi?
Çalışma hayatına Marc Jacobs’ta başladığım için ne kadar şanslı olduğumu anlatamam. Bu benim hayalimdi, o dönemde kreatif direktörü olduğu Louis Vuitton’da da olsa, kendi markasında da olsa mutlaka Jacobs’la çalışmalıydım. Mucizevi bir şekilde gerçekleşti, henüz yüksek lisansımı tamamlamamıştım ama birkaç haftalık stajdan sonra tasarımcı asistanı olarak işe alındım. Ardından tasarımcı oldum ve yedi sene orada kaldım. Bu süreç bugünkü ticari iş anlayışımdan ziyade yaratıcı vizyonumu şekillendirdi, zira defile için özel olarak hazırlanan tasarımlar üzerine çalışıyorduk. Dediğim gibi o tecrübe benim daimi hayalimdi, kendimi markaya çok yakın hissediyordum, koleksiyonların ardındaki hikaye ve ilhamı derinden anlıyordum. Moda tarihi ve Amerikan tasarımcılara dair de çok şey öğrendim. Tasarım süreci için yoğun araştırmalar yapıyordum. Dikiş teknikleri, kumaş özellikleri, işleme yöntemleri, kalıplar, provalar… Bugün bildiğim tüm teknik ve moda tarihini Marc Jacobs’la geçen yedi senede öğrendim.
Madem işin mutfağını nereden öğrendiğinizi duyduk, bir de gayeye gelelim. Sizce modanın amacı nedir? İnsanların sizin tasarımlarınızı giydiğinde ne hissetmelerini istersiniz?
Modanın birçok amacı olduğunu düşünüyorum ve bunların her biri insana ne anlam ifade ettiğine göre değişir. Bizim için şu an hedef, günümüze hitap eden bir kadın imajı yaratmak. Moda aynı zamanda insana kendini belirli bir şekilde hissettirebilmeye muktedir: Daha güçlü, daha güzel, daha özgüvenli ve niceleri… Farklı farklı bakış açıları var ve eğer ki giydikleriniz sizi bu hislerle buluşturabiliyor ya da birilerini kuvvetlendirmeye yardımcı oluyorsa, yaptığımız işi başarıyoruz demektir.
Bu güzel duyguları insana hissettiren giysileri tasarlarken nelerden ilham alıyorsunuz?
Esin kaynaklarım koleksiyondan koleksiyona değişiyor. Tek bir ilham unsuruna bağlı kalmamaya çalışıyoruz, bu bizi sınırlandırır. Geçmişe dönmektense bugüne ve geleceğe, bu zamanların kadınlarının nasıl göründüğüne, görünebileceğine bakıyoruz. Çevremizi gözlemleyip, geleceğe dair perspektifinizi şekillendirecek deneyimleri tecrübe etmeye gayret göstermek önemli. Sanatı, kültürü, tarihi, müziği es geçmemek de… Tabii ki söylediğim gibi, her sezon baktığımız pencere değişiyor. Bazen sadece giysiler üzerinden ilerlediğimiz de oluyor, mesela vintage bir koleksiyondan yola çıkarak tasarımlar yaratabiliyoruz.
O zaman 2022 İlkbahar/Yaz koleksiyonunuza değinelim. Bir röportajınızda “Moda müzik gibidir: Ondan keyif almak için arka planını öğrenmenize gerek yoktur” diyorsunuz. Yine de sormama izin verin, sizin koleksiyonunuzun arka planında nasıl bir hikaye var?
Koleksiyon için büyük bir hikaye kurgulamak istemedik. Mağazada ya da izole alanda bir giysi gördüğünüzde öyküsünü öğrenmiyorsunuz. Neticede, müşteri arka plandaki ilhamı bilmese de tasarım göze cazip görünmeli ve giyene kendini özel hissettirmeli. 2022 İlkbahar/Yaz koleksiyonunun çıkış noktasından söz etmek gerekirse, söyleyebileceğim şey, fonda çok fazla konuşmanın olduğu… Bu yüzden ismi de “Tüm Konuşmalar”.
Çalışmayı en çok sevdiğiniz materyaller, renkler ya da kalıplar neler?
Her sezon kendi kendime nötr tonlarda sakin, dingin bir koleksiyon çıkarmak istediğimi söylüyorum. Sonra işler birden çığırından çıkıyor. Bunun en iyi kanıtı da 2022 İlkbahar/Yaz koleksiyonum. Gelmiş geçmiş en büyük renk patlamalarımızı yarattık.
Asil materyallerle çalışmayı gerçekten çok seviyoruz; hoşça işlenmiş, üstatları tarafından özenle üretilmiş, iyi kalitede güzel kumaşlarla. Örneğin; kullandığımız Japon naylonu o kadar sıkı dokunmuş ki, eski Amerikan denim kumaşlarını andıran spesifik bir tuşesi var. İşte bu gibi detaylara ciddi zaman ve emek harcıyoruz. Aynı şey nakışlar ve benzeri ayrıntılar için de geçerli. Konu kesime geldiğindeyse kalıpçılarımızla çok yakın dirsek temasında çalıştığımızı belirtmeliyim. Her birinin çok yetenekli olduğu belirli alanlar var. Kimisi kabanlarda kimisi pantolonlarda usta, kimisi ise model üzeri şekillendirmelerin uzmanı. Birlikte çalıştığımız insanların güçlü yönlerini keşfedip, onlardan yararlanmaya çalışıyoruz.
Meryll Rogge markasının DNA’sını nasıl tanımlarsınız?
Marka kimliğini tanımlamak zor, özellikle bu marka sizin günlük işinizse ve siz de onun merkezinde konumlanıyorsanız. Ancak bizim için en önemli olan şey, değerler. Biz bir kadın giyim markasıyız ama erkek giyim bölümlerinde de satış yapıyor, kimi erkek seçkilerine özel olarak tasarımlar veriyoruz. Instagram’da birçok erkeğin Meryll Rogge giysilerini satın alıp giydiğini görüyoruz. Bu oldukça takdir edip görmekten mutluluk duyduğumuz ve cesaretlendirdiğimiz bir alışkanlık. Instagram hesabımıza bakınca görebileceğiniz üzere cinsiyet sınırlarını ortadan kaldıran bir görünümü hedefliyoruz.
Doğumda bize atanan cinsiyetlerin halen çok önemli olduğu günümüzde kimi sınırları kaldırabildiğinizi duymak gerçekten çok güzel. O halde, cinsiyet ayırt etmeksizin kimi Meryll Rogge tasarımları içerisinde görmek isterdiniz?
O kadar çok kişi var ki… Kişisel olarak müzisyen Connan Mockasin’i tasarımlarımızın içinde görmeyi çok isterdim. Modadaki zevki bizimkiyle paralel. Bir yandan Tracey Emin gibi sevdiğimiz sanatçıları giydirmek de hayalimiz, Chloë Sevigny ya da Charlotte Rampling gibi… Ve tabii ki, moda kahramanlarımızı atlayamayız: Marc Jacobs ve Miuccia Prada.