Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Modayı biraz da bize hayal kurdurabildiği için sevmiyor muyuz? Başka olasılıklara, daha büyük dünyaların varlığına bizi inandıran tasarımcıların peşinde bir yolculuğa çıkıyoruz.
Moda, kimine göre üzerimize ne giydiğimizden ibaret olabilir. Sabah evden çıkarken kim olmayı seçtiğimizle ilgili bir pratik veya dayatılmış sosyal bir hadise... Bazen de, olmak istediğimiz insana ya da gitmek istediğimiz o şehirlere bizi götüren kısa yol. Tercihimizi ikinci ihtimalden yana kullanıp, bütün dünyanın ayaklarımızın altına serilebildiği paralel moda evrenine doğru yollanıyoruz. Kara bulutların tepemizde dolaştığı bu son dönemlerde, dünyaya moda yoluyla hikayeler anlatan, bizleri bilmediğimiz coğrafyalara götüren ve içimizdeki farklı kadınları ortaya çıkaran tasarımcıları hatırlamanın tam da zamanı. Zira hayal kurmaya her zamankinden çok ihtiyacımız var.
Yves ve Karl
Geçtiğimiz yüzyılın en büyük tasarımcılarından biri kabul edilen Yves Saint Laurent’ın seyahat etmekten nefret ettiğini biliyor muydunuz? “Onun en özel seyahatleri, hep hayal ettikleriydi” diyor, hayatını paylaştığı Pierre Bergé, Paris’teki YSL müzesi için kaleme aldığı yazıda. Paris ve Marakeş’teki evlerinin dışına pek de çıkmadan Afrika’dan, İspanya’ya; Çin’den Kuzey Afrika’ya birçok kültürel referansı yüksek modayla buluşturan büyük usta, yola çıkmadan uzaklara gidebiliyor, bizi de peşinden sürükleyebiliyordu. Bu hayalperest seyyahlığının yanı sıra, sınırsız hayal gücü ve vizyonuyla yalnızca modern kadın siluetini yaratmakla kalmadı; kadınlara giysiler yoluyla güç ve özgürlük de verdi. Daha önce hiç görülmemiş, sansasyon yaratan fikirleriyle yepyeni bir gardırop yarattı.
Bir insanın ömrüne kaç ilk sığabilir? YSL arşivleri, bu sorunun cevabını büyük bir özgüvenle veriyor. Hâlâ rekabet edilmesi zor bir vizyonun ve hayal gücünün kaydını tutuyor. Afrika’dan esinlenerek tasarladığı ilk safari ceketi, erkek gardırobunu kadınlar için yorumlamasıyla modern kadını yeniden yaratışı, kadınlar için ilk smokin ceket pantolon takımının doğuşu, couture’de transparan detayların ilk defa kullanılışı gibi upuzun ve kural yıkan bir liste çıkıyor karşımıza.
Modanın uçuş uçuş hayaller kurdurduğu günleri konuşurken, cesur yeni dünyanın diğer bir dâhi çocuğunu hatırlamadan olmaz. Moda reformunun mimarlarından ve “Gelecek hayal gücünüze aittir” sözüyle bilinen Karl Lagerfeld’ten bahsediyoruz elbette. Matmazel Coco’nun, “Yerimi ancak Yves Saint Laurent gibi bir vizyoner doldurabilir” şeklindeki vasiyeti kayıtlara geçse de; Karl Lagerfeld markaya yalnızca meşhur CC logosunu değil, gençliğini de tekrar kazandırmıştı. Popüler kültürü tasarımlarına dahil etmekten asla çekinmeyişi ve lüks moda endüstrisini yeniden tanımlamasıyla bilinen tasarımcı, hayal gücümüzü zorlayan en unutulmaz defilelerin de yaratıcısı.
Lagerfeld, umulmadık lokasyonlarda, sınırları olmayan prodüksiyonlarla koleksiyon sunumlarını büyük bir şova dönüştürür; güncel konuları ters köşe senaryolarla anlatabilirdi. Örneğin; Çin’in lüks pazarına girişini ele alalım. 2000’lerin başından itibaren markalar, finansal olarak güçlenen Çin’in yeni zenginlerini kazanmak için Asyalı modelleri defilelerine; bölgeden esinlenen form ve renkleriyse koleksiyonlarına dahil etmeye başlamıştı bile. Ama hangisi Çin Seddi’nde defile gerçekleştirmeye cüret edebilirdi? Asırlardır Çin’in dünyanın geri kalanından izolasyonunu temsil eden heybetli Çin Seddi ve aşılması neredeyse imkansız gibi görünen ünlü Çin bürokrasisi… Kaiser’in yarım asrı aşkın süre kreatif direktörlüğünü üstlendiği Fendi için hayata geçirilen ve yüksek doz ironi içeren bu fikir, nefes kesen görüntüler eşliğinde gerçekleşti. Hâlâ da, gelmiş geçmiş en önemli defilelerden kabul ediliyor. 2007’de gerçekleşen bu ünlü Çin çıkarmasının hemen ardından, Silvia Venturini Fendi’ye yöneltilen bir sonraki defilenin nerede olabileceği sorusuna; “Belki de ayda...” diyerek cevap vermesiyse söz konusu Lagerfeld olduğu için hiç şaşırtıcı değildi. Sınır tanımaz bir hikaye anlatıcısı oluşuyla bilinen tasarımcı, Grand Palais’yi Disney eğlence parkına, bir süpermarkete, Café de Flore’a veya bir uzay üssüne çevirebilirdi. Bir sonraki hikayesi hep en çok merak edilenlerdendi.
Yeni nesil hayalperestler
Lagerfeld’in hikaye anlatıcılığının yeri kolay kolay dolmaz elbette, ama son dönemlerin parlayan yıldızı Simon Porte Jacquemus de bu konuda anılması gereken isimlerden. Öyle ki, kendisini “yeni Karl Lagerfeld” olarak anan uluslararası moda basını, genç tasarımcının kendilerine büyük ustanın mizahını ve dehasını anımsattığını sık sık dile getiriyor. Jacquemus, yalnızca otuz yaşında olmasına rağmen, geçtiğimiz sene markasının onuncu yılını, doğup büyüdüğü Provence bölgesinde lavanta tarlalarının ortasında, David Hockney tablolarından çıkmış bir atmosferde gerçekleştirdiği unutulmaz defilesiyle kutladı. Şimdiden akıllardan silinmeyecek birçok koleksiyonun ve defilenin de yaratıcısı. Tıpkı, kendisinden önce gelen büyük yetenekler gibi, hayalini kurduğu renkli fantezi dünyasına dahil olmaya çalıştığımız tasarımcılardan. Defilelerini izleyip de yarattığı sıcakkanlı Akdenizli güzelliğe ve çabasız estetiğe sahip olmak istemeyen yoktur sanırım. Yarattıklarının kısa sürede arzu nesnesi olması, bir sanat eserinin içindeymişsiniz gibi hissettiren set tasarımları da bunun parçası.
Bütün bu benzersiz artistik perspektifin yanında, kendisini yeni nesil yeteneklerin arasına sokan yalnızca yaşı değil, samimiyeti de. Jacquemus gibi isimler sayesinde, geçtiğimiz yüzyılın bol şampanyalı ulaşılmaz yüksek moda algısının yerini otantik hikayelerin ve gerçek insanların alışına şahit olduk. Güney Fransa’nın kırsal kesiminden geldiğini her fırsatta dile getiren Jacquemus, Paris’in moda aristokrasisine karışmak yerine kendi hikayesini anlattığı güneşli koleksiyonları ve ulaşılabilir imajıyla hepimizi hayallerine dahil edebildi.
Moda başkentlerine çok uzak coğrafyalardan ve hayatlardan gelen özel yeteneklerin büyük hayallerine ortak oluşumuza diğer bir örnekse, Schiaparelli’den geliyor. Geçtiğimiz sene haute couture dünyasının en özel markalarından Schiaparelli’nin başına getirilen Daniel Roseberry’nin kişisel hikayesi bile modern bir peri masalı gibi. Tasarımcı, Amerika’nın küçük bir kasabasından, oldukça dindar bir aileden çıkıp kendisine o zaman imkansız gelen hayallerini teker teker gerçekleştiriyor. Oldukça elitist oluşuyla bilinen Fransız couture dünyasına kendisini kabul ettiriyor. Vizyonuysa 20. yüzyılın en etkileyici figürlerinden Madam Schiaparelli ile aynı yönde; modaevine ve kendisine yeni hayaller yaratmaya devam etmek.
Sanat ve modanın flört ettiği, sınırsız hayallerin ve büyük risklerin oyun alanı olan haute couture dünyası, her zaman moda d yaratıcı laboratuvarı olarak bilinir. Roseberry de, modaevi için kaleme aldığı bültende bu couture geleneğine sahip çıkacağının sinyallerini veriyor ve Schiaparelli’nin, içinden geçtiğimiz günleri şaşırtıcı şekilde yansıtan, neredeyse yüz yıllık sorularını tekrar ediyor: “Dünyanın sonu için nasıl giyineceğiz? Sanat ve moda zor zamanlarda nasıl şekillenir?” Schiaparelli’nin zamanında samimiyet ve mizahla cevapladığı bu sorular hâlâ güncelliğini koruyor.
Roseberry de rüyalara ve fantezilere şu anda her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu tekrar ediyor. Birçok önde gelen markanın, bu aralar sadece “ev hallerimize” yatırım yaptığını düşünerek birkaç doz Schiaparelli sürrealizmine daha da sıkı sarılıyoruz. Roseberry’nin Thom Browne yıllarından getirdiği bol mizahlı ve sınırsız hayal gücü, eğlenceli yaldızlı aksesuarları ve her daim hareket hâlindeki ustalık gerektiren siluetleri kalbimizi çalıyor. Modaevi için yarattığı ilk hazır giyim koleksiyonu da cesur renkleriyle bolca umut ve hayat aşılıyor. Hayat ne getirirse getirsin, yüksek sesle konuşabileceğimizi ve hayal kurmaya devam edebileceğimizi hatırlatıyor.
Her şeye rağmen
Karl Lagerfeld, Yves Saint Laurent, Elsa Schiaparelli gibi ikonik isimler, ilkleri beraberinde getirmiş; kendilerinden sonra gelen diğer önemli tasarımcıların da önünü açmışlardı. Şaşırtıcı defileleri, döneminin ötesinde şok eden tasarımları ve yere basmayı reddeden gezgin ruhlarıyla... Varoluşsal krize giren yüksek moda dünyasını, fantezileri ve deneysellikleriyle tekrar ayaklandıran McQueen, Galliano ve Marc Jacobs gibi isimleri de unutmamak gerek. Oyunun cesur tarafında dolaşmayı seven bu isimler, yalnızca tasarımlarıyla değil; sürprizli karakterleriyle ve hikayelerini dünyayla paylaşma şekilleriyle de bizleri modanın büyüsüne inandırmaya devam ettiler.
Özellikle de modanın “sürpriz etkisini” kaybettiğini konuştuğumuz bu “büyük data” döneminde, yalnızca tasarım fikirlerinin değil, samimiyetin ve otantik hikayelerin de önemini kavrıyoruz. Jacquemus ve Roseberry gibi yeni nesil hayalperestlerin cesaret dolu tasarım fikirleri, kişisel hikayeleri ve hayal güçleri bizleri alternatif ve daha güzel bir yarına inandırıyor. Hava ne kadar karanlık da olsa, renkleri ve geniş fantezi dünyalarıyla bizim için hayatı büyütmeye, sınırları zorlamaya devam ediyorlar. Modayı neden sevdiğimizi bize hatırlatıyorlar.