Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.


2025’in en iyi 15 filmini listeledik! Filmleri, konularına dair detaylar ve öne çıkan temalarıyla keşfedin.
2025... Sinemada süper kahramanlar geri döndü ama bu kez kimlik krizleriyle. Korku filmleri sadece ürkütmedi, düşündürdü. Bağımsız sinema ise ana akımı etkisi altına aldı. Hem eleştirmenlerin hem izleyicilerin favorisi olan, 2025’in en iyi 15 filmini listeledik.
Yirmili yaşlarının başındaki Adele, hayatını Napoli’de; gece hayatının aşırılıkları, kulüp ritimleri ve yüzeysel ilişkiler arasında sürdürür. Çalıştığı diskonun karizmatik PR’ı Renzo’yu kazanmanın, hayatındaki dağınıklığı ve içsel boşluğunu düzelteceğine inanır. Ancak tamamen farklı bir çağdan gelmiş gibi görünen gizemli genç bir adam olan Federico beklenmedik bir şekilde hayatına girdiğinde, Adele gerçek güzelliği keşfedebilecektir. Federico, genç kızı yakın geçmişinin hayaletleriyle yüzleşmeye yönlendirecektir, ancak belki de onun için çok geç olabilir.
1950’lerde olağanüstü masa tenisi yeteneğiyle dikkat çeken Marty, kısa sürede başarı merdivenlerini tırmanır. Ancak her galibiyet, onu biraz daha yalnızlaştırır. Film, bir spor hikayesi gibi başlasa da hızla başarı, takıntı ve kimlik üzerine yoğunlaşan bir karakter portresine dönüşüyor. Yönetmen Josh Safdie, rekabetin insan ruhunda açtığı çatlakları yakın plan bir anlatımla takip ediyor. Marty’nin kazanma arzusu, zamanla kendini kanıtlama ihtiyacına, oradan da kontrol takıntısına evriliyor. Marty Supreme, “başarmak” fikrini romantize etmek yerine, onun bedelini görünür kılan sert ama insani bir film.
Hamnet, Shakespeare’in edebi mirasına değil, ailesinin yaşadığı sessiz bir trajediye odaklanıyor. Oğullarının ölümünün ardından parçalanan bir ailenin yas süreci, büyük dramatik sahneler yerine gündelik hayatın içindeki boşluklarla anlatılıyor. Filmin merkezinde, Shakespeare’in eşi Agnes var. Agnes’in doğayla kurduğu ilişki, sezgileri ve acısıyla baş etme biçimi, filmin duygusal omurgasını oluşturuyor. Yönetmen Chloé Zhao, kaybın zamanla silinmediğini, sadece biçim değiştirdiğini gösteriyor. Hamnet ölümden çok, geride kalanların hayatına odaklanan, sessiz ama derinden sarsıcı bir film.
1970’ler Brezilya’sında, askeri diktatörlük döneminde geçen film; sıradan bir akademisyenin, farkında olmadan devletin gizli operasyonlarına dahil oluşunu anlatıyor. Başta önemsiz görünen bir görev, karakteri geri dönüşü olmayan ahlaki bir çıkmaza sürüklüyor. Film, casusluk temasını aksiyonla değil, vicdan üzerinden kuruyor. Ana karakter hayatta kalmak için susmanın mı yoksa her şeyi riske atmanın mı doğru olduğuna karar vermek zorunda kalıyor. The Secret Agent, politik baskının bireysel hayatlarda yarattığı sessiz yıkımı çarpıcı bir sadelikle anlatıyor.
Uzun süredir ailesiyle mesafeli bir ilişki yaşayan bir yönetmen, yarı otobiyografik bir film çekmeye karar verir. Ancak kamera açıldıkça, bastırılmış anılar ve çözülmemiş duygular da görünür hâle gelir. Film içinde film yapısı, geçmişle bugün arasındaki sınırları bilinçli olarak bulanıklaştırıyor. Aile bireyleri, kendilerini bir anda bir anlatının parçası olarak buluyor; bu durum kimi için iyileştirici, kimi için ise rahatsız edici oluyor. Sanat, burada bir yüzleşme aracı olarak konumlanıyor. Sentimental Value, hatıraların sadece saklanmadığını, yeniden yazıldığını ve bunun her zaman masum bir süreç olmadığını gösteren incelikli bir aile hikayesi sunuyor.
Geçmişte radikal bir politik hareketin içinde yer almış bir adam, yıllar sonra artık o ideallerin enkazıyla yaşamaktadır. Hayatını sessizce sürdürmeye çalışırken kızının gizemli bir şekilde ortadan kaybolması, onu istemeden yeniden hareketin ve şiddetin merkezine çeker. Film, bir kurtarma hikayesi gibi ilerlese de esas meselesi, geçmişle hesaplaşma. Ana karakter, kızını ararken aslında kendi inandıklarıyla, savunduğu fikirlerin başkalarının hayatlarında açtığı yaralarla yüzleşiyor. Yönetmen Paul Thomas Anderson, politik aksiyonu içsel bir yolculuğa dönüştürerek ideallerin zamanla nasıl ağır bir yük hâline gelebileceğini sorguluyor.
Gerçek Formula 1 dünyasının kalbinde geçen F1: The Movie, efsanevi bir pilotun pistlere beklenmedik dönüşünü merkezine alıyor. Kariyerinin zirvesini geride bırakmış ana karakter, hem genç ve yetenekli bir sürücüye mentorluk yapmak hem de kendi geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Film, hızın ve rekabetin arkasındaki psikolojik baskıyı görünür kılmayı hedefliyor. Gerçek Formula 1 yarışları sırasında çekilen sahneler sayesinde film, belgesel gerçekliğiyle kurmaca anlatım arasında güçlü bir denge kuruyor. F1: The Movie, spor filmi olmanın ötesine geçerek; hırs, ikinci şanslar ve “Ne zaman bırakmalı?” sorusu etrafında şekillenen modern bir karakter portresi sunuyor.
Sıradan bir trafik kazasıyla başlayan film, bu olayın, tarafların hayatında yarattığı zincirleme etkileri adım adım takip ediyor. Başta “talihsiz bir an” gibi görünen durum, kısa sürede suçluluk, inkar ve sorumluluk arasında sıkışan karakterlerin iç dünyasını açığa çıkarıyor.
Film, kazaya karışan herkesin olaya farklı bir hikaye yüklemesini merkeze alıyor: Kimi için bu bir yanlış anlaşılma, kimi içinse geri dönülmez bir kırılma noktası. Hukuki süreçler ilerlerken ahlaki hesaplaşmalar daha da derinleşiyor. It Was Just an Accident, modern hayatın ne kadar kırılgan olduğunu ve kontrolde olma duygusunun ne kadar kolay dağıldığını gösteren, sakin ama giderek ağırlaşan bir drama.
1930’lar Amerika’sında, blues müziğinin doğduğu topraklarda geçen Sinners, iki kardeşin gündüz müzikle, gece ise karanlık bir mirasla yaşadığı çifte hayatı anlatıyor. Vampirlik, filmde klasik bir korku unsuru olmaktan çıkıp; sömürülmüş bedenlerin, bastırılmış öfkenin ve kuşaklar boyunca aktarılan travmanın metaforuna dönüşüyor. Yönetmen Ryan Coogler, korku sinemasını tarihsel ve kültürel bir zemine oturtarak vampir mitolojisini politik bir anlatıya dönüştürüyor. Müzik, atmosfer ve ritim filmin anlatısının ayrılmaz bir parçası. Sinners, korkutmaktan çok rahatsız eden; izleyiciyi karanlığın kaynağını sorgulamaya zorlayan güçlü bir tür filmi olarak öne çıkıyor.
Küçük bir kasabadaki çocukların aynı gece, aynı saatte kaybolması, topluluğun içindeki güven duygusunu yerle bir eder. Film, bu olayın ardından kasabada yükselen korku, paranoya ve birbirini suçlama döngüsünü farklı karakterler üzerinden anlatıyor. Weapons korku sinemasını yalnızca gerilim yaratmak için değil, şiddetin nasıl normalleştiğini göstermek için de kullanıyor. Silah kültürü, güvenlik takıntısı ve kolektif suçluluk duygusu hikayenin merkezine yerleşiyor. Film ilerledikçe asıl tehdit görünmezleşiyor; izleyici, korkunun kendisinin bir silaha dönüştüğünü fark ediyor.
Train Dreams, Denis Johnson’ın kült kısa romanından uyarlanan, 20. yüzyılın başlarında Amerikan Batısı’nda geçen zamansız bir hikaye anlatıyor. Film, demiryolu işçisi ve ormancı olarak çalışan Robert Grainier’ın hayatını, büyük olayların çok küçük kırılmaları üzerinden takip ediyor. Grainier, modern dünyanın eşiğinde yaşayan; doğayla, yalnızlıkla ve emekle iç içe bir karakter. Hikaye ilerledikçe film, Amerikan modernleşmesinin görünmeyen yüzünü açığa çıkarıyor. Demiryolları, yangınlar, kasabalar ve kayıplar; Grainier’ın hayatında dramatik patlamalarla değil, sessizce yer değiştiriyor. Zamanın akışı, filmde lineer bir anlatıdan çok, anılar ve izler üzerinden hissediliyor.
James Gunn’ın Superman’i, mutlak iyiliğin sembolü olmaktan çok, kararsız bir figür. Gücü var ama bu gücü hangi değerler için kullanacağı konusunda net değil. Film, Clark Kent’in gazeteci kimliğini ve gündelik insanlarla kurduğu bağı özellikle öne çıkarıyor. Kahramanlık, burada sadece uçmak değil; doğru zamanda doğru yerde durabilmek. Superman, günümüz dünyasında “umut” kavramının hâlâ geçerli olup olmadığını sorgulayan, daha insani bir süper kahraman anlatısı sunuyor.
Zambiya’da bir yol kenarında bulunan ceset, geniş bir ailenin yıllardır bastırdığı sırları açığa çıkarır. Hikaye, ana karakter Shula’nın gözünden ilerlerken, aile içi sessizlikler ve toplumsal beklentiler görünür hâle gelir. Film, trajediyi kara mizahla iç içe anlatıyor; izleyici ne zaman güleceğini, ne zaman rahatsız olacağını kestiremiyor. On Becoming a Guinea Fowl, bireysel travmanın kültürel ve kuşaklar arası boyutlarını cesurca ele alan, çarpıcı bir bağımsız film.
Wicked evreninin bu ikinci filmi, Elphaba ve Glinda’nın artık masumiyetlerini geride bıraktıkları bir noktada başlıyor. İlk filmde dostluk ve dışlanmışlık üzerinden kurulan anlatı, bu sefer güç, sorumluluk ve bedel kavramlarıyla derinleşiyor. Elphaba, kararlarının Oz üzerindeki sonuçlarıyla yüzleşirken; Glinda, sistemin içinde kalarak iyi kalmanın mümkün olup olmadığını sorguluyor. Film, masalsı estetiğini korurken politik alt metnini daha görünür hâle getiriyor. Wicked: For Good, müzikal olmasına rağmen parlak bir final yerine, daha karanlık ve düşünsel bir kapanış sunuyor.
Dinozorlar artık izole alanlarda değil; şehirlerin, tarım arazilerinin ve insan hayatının tam ortasındadır. Rebirth, bu zorunlu birlikteliğin ekolojik, etik ve politik sonuçlarını ele alıyor. Film, bilim insanları, politikacılar ve sıradan insanlar üzerinden ilerleyen paralel hikayelerle, 'insan-merkezli dünya' algısını sorguluyor. Aksiyon sahneleri serinin imzası olmaya devam ederken, ton daha karanlık ve olgun. Rebirth, dinozorlardan çok insanın doğayla kurduğu sorunlu ilişkiyi merkeze alıyor.