Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.


Yeni yıl beyazperdede yalnızca hikayelerin değil duyguların ve estetik sezgilerin de başrol oynadığı bir yıl olacak. Geçmişin gölgeleriyle bugünün arzuları buluşuyor; görkemli görsellik, içsel hesaplaşmalarla sarsılıyor.
2026, sinemanın yalnızca hikaye anlatmadığı; zamanın, arzunun ve hafızanın ritmini yeniden kurduğu bir yıl olacak gibi görünüyor. Yönetmenler, geçmişin gölgeleriyle bugünün çatışmalarını iç içe geçirerek hem estetik hem duygusal bir yankı yaratıyor. Denis Villeneuve’den Emerald Fennell’e, Martin Scorsese’den Maggie Gyllenhaal’a uzanan bu beyazperde yolculuğunda görsel sadelikle duygusal yoğunluğun bir araya gelişinin yarattığı güçlü etkiye tanık olacağız. Epik anlatılar kişisel hikayelere, bilimkurgu fantezileri duygusal iç hesaplaşmalara karışacak. Estetik bakımdan görkemli, hikaye açısından sarsıcı bir dönem başlıyor.
Yönetmen Emerald Fennell, Uğultulu Tepeler’i yeniden beyazperdeye taşırken yazar Emily Brontë’nin kaleme aldığı fırtınalı aşk hikayesini bugünün arzuları, bastırılmış öfkeleri ve sınıfsal gerilimleriyle yeniden kurguluyor. Brontë’nin 1847 tarihli romanı Uğultulu Tepeler, gotik romantizmin sınırlarını zorlayan bir aşk ve intikam hikayesi olarak edebiyatın unutulmaz eserlerinden. Kitabı yeniden okumak veya romanla ilk buluşma için de bir fırsat. Brontë, karakterlerinin tutkularını ve toplumsal kısıtlamalarla çarpışan arzularını öyle sarsıcı biçimde aktarıyor ki hikaye yüzyıldan uzun süre sonra bile güncelliğini koruyor. Emerald Fennell, bu mirasa çağdaş bir bakış açısı sunmak için kameranın arkasına geçip Catherine (Margot Robbie) ve Heathcliff ’i (Jacob Elordi) yeniden buluşturdu. Fennell’in yorumuyla Uğultulu Tepeler, geçmişin gölgeleriyle bugünün çatışmalarını iç içe geçirerek hem edebi hem görsel bir hafıza alanı yaratıyor.

Fotoğraf: Alamy
Maggie Gyllenhaal’ın yazıp yönettiği The Bride!, klasik Frankenstein mitini tersine çevirerek yaratımın ve kimliğin merkezine kadını koyuyor. Filmde her sahne, bir bedenin ve bir benliğin sınırlarını sorgulayan, rahatsız edici ama büyüleyici bir estetikle bezenmiş. Başroldeki Jessie Buckley, karakterin hem kırılganlığını hem de öfkesini görünür kılıyor. Yönetmen Gyllenhaal ikinci filmiyle karşımızda ve beklenti oldukça yüksek. Mekan kullanımından ışığa kadar tüm detaylar karakterlerin içsel yolculuğunu dış dünyaya yansıtıyor. “Yaratılan” kadının duygusal fırtınasına ayna tutan, ince bir işçilik söz konusu. The Bride!, sadece bir korku ve karanlık komedi filmi değil. Toplumsal cinsiyet, yaratım ve özerklik üzerine de modern bir manifesto niteliği taşıyor.
Phil Lord ve Christopher Miller’ın yönettiği Kurtuluş Projesi, Andy Weir’in aynı adlı romanından uyarlandı. Uzayda yalnız kalmış bir adamın hikayesine odaklanan film, hayatta kalma mücadelesinden ziyade bir tür varoluş meditasyonu anlatacak izleyiciye. Ryan Gosling’in canlandırdığı Ryland Grace, Dünya’nın yok olma tehdidine karşı insanlığın son umudu olarak uyanıyor ancak kim olduğunu, neden orada olduğunu bile hatırlamıyor. Villeneuve’ün Dune’unda çöl neyse, burada da boşluk aynı işlevi üstleniyor: İnsanın sınırlarını fiziksel ve ruhsal anlamda tanımlayan bir alan. Gosling, filmin hem başrol oyuncusu hem de yapımcısı. Fragmanın yayımlanmasından yalnızca birkaç gün sonra sosyal medyada 400 milyonun üzerinde izlenmeye ulaşması, Kurtuluş Projesi’ni klasik bir bilimkurgu beklentisinin ötesine taşıdı. Gosling’in yıldız enerjisi, bu ilgiyi bir pazarlama başarısından çıkarıp kültürel bir fenomene dönüştürmeye aday.
Şeytan Marka Giyer 2, podyum dünyasını dijital çağın ışığında yeniden kuruyor. Miranda Priestly (Meryl Streep), sosyal medyanın ve hızlı trend döngülerinin hüküm sürdüğü bir evrende ayakta kalmaya çalışırken, Andy Sachs (Anne Hathaway) eski ofisine geri dönüyor ve modern moda ekosisteminin yeni kurallarını keşfetmek zorunda kalıyor. Emily Charlton (Emily Blunt) ise sektörde bağımsız bir güç odağı haline geliyor. Kariyer ve kişisel özgürlük arasındaki çatışma, film boyunca görünür bir enerjiye dönüşüyor. Film, nostaljik bir devam hikayesi olmanın ötesine geçip, yeni bir moda dünyası sunmaya hazırlanıyor.
Samara Weaving yeniden sahnede ve bu kez kan, mizah ve intikam çok daha karanlık bir ritimde buluşuyor. İlk filmdeki ölümcül düğün gecesinin ardından, Grace karakteri şimdi geçmişin gölgeleriyle değil o gecenin yarattığı mitlerle savaşıyor. Devam filminde hikaye sınıfsal hicvini korurken daha küresel bir tonda genişliyor. “Oyunun kuralları” artık sadece bir malikaneye değil tüm bir topluma ait. Orijinal filmin kara mizahını daha cesur bir görsel dil ve feminist bir öfkeyle birleştiren Here I Come, hayatta kalmanın yeni anlamını baştan yazmaya hazırlanıyor.
Oppenheimer 2023 yazında vizyona girdiğinde sektör yeniden canlanmış, salonlar kapalı gişe gösterim yapmıştı. Christopher Nolan, merakla beklenen filmi The Odyssey için de yine yaz aylarına adını yazdırmış. Temmuz 2026’da gösterime girmesi beklenen film tarihin en eski yolculuğuna davet ediyor. The Odyssey, yönetmenin sinemasında zaman, hafıza ve bilinç etrafında dönen saplantılı eksenin mitolojik yansıması gibi. Odysseus’un (Matt Damon) dönüş hikayesi, sadece bir destan değil hatırlamanın, beklemenin ve eve dönmenin anlamını sorgulayan bir bilinç labirenti. Mitolojik, rasyonel, duygusal ve tekinsiz bir düzlemde… Filmde Telemachus’u (Odysseus’un oğlu) Tom Holland canlandırıyor. Kadroda yer alan diğer isimler ise Anne Hathaway, Zendaya, Mia Goth, Robert Pattinson, Charlize Theron ve Benny Safdie. Filmin bir diğer özelliği de tamamen IMAX kameralarıyla çekilen ilk büyük prodüksiyon olması.
Steven Spielberg, 2026’da vizyona girecek yeni filmiyle hem nostaljik hem de taze bir bilimkurgu yolculuğuna davet ediyor. Henüz ismi açıklanmayan yapım (Disclosure olması muhtemel), klasik Spielberg estetiğini günümüzün teknolojik ve duygusal hassasiyetleriyle sarıp sarmalamış gibi görünüyor. Emily Blunt, Josh O’Connor ve Colin Firth gibi güçlü bir oyuncu kadrosunun eşlik ettiği filmin merkezinde insanın bilinmeyene olan merakı, duygusal bağları ve hayatta kalma içgüdüsü var.

Fotoğraf: Alamy
Denis Villeneuve’ün üçüncü Dune filmi Dune: Messiah, Arrakis’in çölünü iktidarın, kehanetin ve insan ruhunun metaforu olarak işlemeye devam ediyor. Paul Atreides’in (Timothée Chalamet) hikayesi artık bir kurtarıcının efsanesinden öte kehanetlerin yükü ve kendi seçimlerinin bedeliyle şekillenen bir trajedi. Minimalist görselliğini Shakespearevari bir duygusal yoğunlukla buluşturan Villeneuve, çölün sessizliğini karakterlerin içsel fırtınalarıyla harmanlıyor. Paul, geleceği görme yetisiyle donanmış olsa da bu güç, özgürlük değil kaderin kurduğu tuzaklardan biri. Hangi yolu seçerse seçsin, karşısında acı bulması kaçınılmaz. Bir yandan da onun iktidarını sarsmak isteyen güçler gölgede komplolar örüyor. Dune: Messiah, kahramanlık anlatısını ters yüz ederek, kehanetle kuşatılmış bir insanın yalnızlığını ve içsel çatışmasını merkezine alıyor.