Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Bugün lüks, gereksiz ayrıntılardan uzak, giyilebilir kıyafetler anlamına geliyor.
Bir kıyafetin formu fonksiyonel olabildiği kadar iyidir. Tasarımcılar son zamanlarda bu moda anlayışını yeniden koleksiyonlarına yansıtmaya başladılar. Lisa Armstrong, bu rota değişikliğinin heyecan verici sonuçlarını yazıyor: Bugün lüks, gereksiz ayrıntılardan uzak, giyilebilir kıyafetler anlamına geliyor.
Fotoğraf: Jason Lloyd- Evans, Mitchell Sams
Geniş okur kitlesi olan bir gazetenin moda editörü olarak görevlerimden biri, okurlarımıza satın alıp giyebilecekleri güzel kıyafetler sunmak. Şu an aklınızdan geçeni tahmin edebiliyorum: “Ne kadar zor olabilir ki?”
Hindistan’a özgü spiritüel bir masaj yaptırmakla bir madenin derinliklerine inmek arasında bir kıyaslama yaparsanız, mesleğim elbette ilkine yakın; keyifli bir iş. Ancak bu, kolay olduğu anlamına da gelmiyor. Yaklaşık beş dakika kadar önce, “harika” kelimesi “sıkıcı” ile eşanlamlı, “giyilebilir” kelimesinin gizli manası “yaşlı ve ihtiyatlı”, kitlelere hitap eden ticari tasarımlar ise yüksek modaya bir hakaret olarak algılanıyordu. Belki de en büyük utanç kaynağı, moda literatüründe normcore adıyla geçen, kayda değer bir özelliği olmayan, gündelik giysilerdi.
Tasarımcılar önceleri, hızla türeyen markalar arasında fark edilebilmek için podyumlara izleyenlerde şok etkisi yaratan, birbirinden çılgın kıyafetler gönderiyorlardı. Jean Paul Gaultier’in 1989’daki jartiyerli rahibeleri, Alexander McQueen’in 1993’deki kuyruk sokumunu açıkta bırakan düşük bel pantolonları ya da Rick Owens’ın 2015’de podyuma yolladığı, erkek modellerin genital bölgelerini sergileyen Sfenks koleksiyonunu Batı ülkelerinde haber yapmayacak tek bir medya kuruluşu yoktu. Hakikaten 2015’te miydi bu?!.
Normcore söyleminin normal görünümlü, abartısız kıyafetlere kötü bir ün getirdiği doğru. Neyse ki, moda dünyası normcore dendiğinde ilk akla gelen babalarımızın giydiği keten pantolonlardan uzaklaştı. Giyilebilir, pratik kıyafetler gayet şık ve arzulanır hale geldi. “Çok yakıştı” cümlesi, defilelerde hep ön sıralarda oturan bir moda ikonunun söylediği gibi ya da bir gelinin annesini pohpohlamak için dile getirdiği samimiyetsiz bir cümle olmaktan çıktı. Modanın yeni favori mantrası “sahici” oldu. H&M’in yeni yüksek sokak stili markası Arket’ten (Arket, stil olarak Loewe ve Margaret Howell arasında) Calvin Klein’a, Masscob’tan Dior’a, Kitri’den The Row’a, Victoria Beckham’dan Alexa Chung’a kadar kadın tasarımcıların elinden çıkan birçok marka şimdilerde özel kesimli klasik parçalara odaklanıyor.
Fotoğraf: Jason Lloyd- Evans, Mitchell Sams
Bu yaklaşımdan doğan bazı koleksiyonların sıradan ve risk faktöründen yoksun olduğu doğru. Ancak, en iyileri şaşırtıcı derecede radikal. Mesela, Gabriela Hearst’ün küçük fakat zarif kesimli koleksiyonlarını ele alalım: Mükemmel kalıplı pantolon-ceket takımlardan krem tonlarında klasik maksi elbiselere, sahip olmayı düşlemeyeceğiniz tek bir parça yok. Sade diye bu kıyafetleri ucuz da sanmayın. Yalın olmaları sizi yanıltmasın, bu parçalar için para biriktirmek zorunda kalabilirsiniz. Çünkü üzerinde arasanız da hiçbir kusur bulamayacağınız bir pantolon dikmek hayli beceri istiyor. Hearst, “Bu noktaya gelmemiz bir kaç sezonumuzu aldı ama sonunda her şey rayına oturdu” diyor ve ekliyor: “Misyonum, Amerika’nın en güzel kalıplı pantolonlarını üretmek.” Bu misyonu yerine getirebilmek için birbirinden farklı vücut orantılarına sahip kadınları titizlikle incelemişler. Hearst, kaydettikleri gelişmeyi “Bunu başarmak için sabırlı olmak şart” diye özetleyecek kadar da alçakgönüllü. Ceketler için de gece gündüz durmadan çalışmış. “Blazer ceketlerin bedene oturuşlarını mükemmelleştirdik” diyor ve heyecanını dizginlemeye çalışarak ekliyor: “Sonuçlardan gayet memnunum.” Hearst’ün tasarım sürecinin en önemli unsurları, kalite kontrolü ve sadeleştirme. “Malzemeye saygı duymak ve ‘bu ayrıntının fonksiyonu nedir?’ sorusunu her aşamada sormak gerekiyor. Sırf süs amaçlı dekoratif detaylara sıcak bakmıyorum.”
Bu yaklaşım, bana yıllar önce Helmut Lang’ın söylediklerini hatırlattı. Lang, her sezona boş bir kağıtla başladığını anlatırdı; gösterişli unsurlarla doldurmak için değil, tam tersine, tasarlayacağı kıyafetin özüne inebilmek için. Lang’ın siyah bir denim pantolon ve beyaz bir tişört üzerine saatlerce kafa yorması, defalarca taslak çizerek ve her seferinde gereksiz detaylardan biraz daha arındırarak bu popüler ikilinin esansını açığa çıkarması, bana göre katkısız ve kusursuz tasarımcılığın en somut örneklerindendir.
Lang, kumaş teknolojisi açısından günümüze göre ortaçağda yaşıyordu denebilir. Rainbowwave Showroom’un kurucusu ve dünyanın en iyi tasarım seçkisine sahip butiklerinden biri olan Marylebone’daki Mouki Mou’nun sahibi Maria Lemos, “Bugün, modada çığır açan anları, kumaşlarda elde ettiğimiz teknolojik gelişmeler ve yeniliklere borçluyuz” diyor.
Fotoğraf: Jason Lloyd- Evans, Mitchell Sams
Gelişmelerin çoğu israfın azaltılması için yapılan çalışmalar sırasında ortaya çıkıyor. Hearst’ün Loro Piana’dan aldığı stok fazlası kaşmiri geri dönüştürerek kullanması; Lucas Hugh’un geri dönüşümlü olmayan plastiklerden yapılan iplikle yarattığı atletik koleksiyon; Sacai’nin basit kumaşları birleştirerek çok yönlü yepyeni kıyafetler tasarlaması veya Valentino’nun vücuda nefes aldıran ve yıkanabilen atletik kıyafetleri daha lüks bir platforma taşıması bu çalışmalara örnek. Lemos, “Modada iz bırakan dev isimler, geçici vurgular yapmaktan çok kalıcı tasarımlar yaratmaya odaklan tasarımcılardır” diyor. “Gelip geçici akımlara olan düşkünlüğün ciddi şekilde azaldığına inanıyorum. Zira, bu değişim mağaza açmamda oldukça etkili oldu.” Lemos, Sofie D’Hoore, Arts & Science, Christophe Lemaire, CristaSeya ve Japon markası 45rpm’in rafine ve sahici tasarımlarla kadınlara ilham verdiğini anlatıyor: “Vücudun doğru yerlerine temas eden pamuklu, incecik bir gömlekten tutun da, yeniden keten giyme arzusunu tetikleyen yüksek belli bir pantolona kadar herşey mükemmel parçayı bulmakla alakalı. Yıllarca giyilebilecek parçalara, çıplak gözle görülmeyen bir lüks anlayışına sahip olabilmek için adeta bir yarış var. Sahici koleksiyonların ardındaki itici güç de bu.”
Mükemmeliyetin gerçek hayatla pek de alakası olmadığını düşünüyor olabilirsiniz ama modadan, yani, gerçekliğin tutku uyandıran bir versiyonundan bahsediyoruz. Belki de, mükemmeliyetçilik bilinçli tüketimle birebir alakalıdır. Instagram, size dünyanın narsistler tarafından yönetildiğini düşündürebilir. Oysa her gösterişli kıyafetin yanı başında, ona eşdeğer, şık ama dikkat çekmeyi sevmeyen ve gururla defalarca giyilebilen kıyafetler de var. Üzerinizde sevdiğiniz bir kıyafetinizle Instagram’da bir fotoğrafınızı paylaşıp beğeni aldığınız anda, o parçanın bir daha giyilemeyeceği algısı, moda endüstrisinin sürdürülebilirliği geç de olsa kucaklamasıyla tarihe karışıyor.
Gabriella Hearst
Fotoğraf: Jason Lloyd- Evans, Mitchell Sams
Hazır konusu açılmışken, Instagram’ın artıları olduğunu da belirteyim. Coco ve Christian’ın Chanel ve Dior mağazaları arasında mekik dokudukları günlerden bu yana, tasarımcılar müşterilerine hiç bu kadar yakın olmamışlardı. Instagram üzerinden müşterileriyle kurdukları direkt iletişim sayesinde, 50’ler, 60’lar ve hatta daha ileri yaşlarda kadınların hala stillerine önem verdiklerini, lükse düşkün tüketicilerin bile daha dikkatli harcama yaptığını ve kadınların çalışma ortamlarında şıklık çıtasının durmadan yükseldiğini gördük. Birçok ofisin resmi giyim kodu, ‘gayri-resmi ama tertipli’ yani smart casual olsa da, stil sahibi kadınlar bunun nüans ve beklentiler içeren ve göründüğünden daha komplike bir kod olduğunu, aslında titizlikle seçilmesi gereken ve işlevselliği ön plana çıkaracak kıyafetler anlamına geldiğinin farkında.
Sonuç olarak, moda endüstrisi önceliklerini gözden geçiriyor. Geçtiğimiz Mart ayında podyuma yolladığı mükemmel kesimli, yıllarca kullanılabilecek şekilde tasarlanan ve arzu nesnesi haline gelen devetüyü ve gri paltoları sayesinde Max Mara’nın sezonunun en çok konuşulan koleksiyonlarından biri olması bir tesadüf değil. Üç yıldır Max Mara’yı yöneten Ian Griffiths, “Çok şaşırdım, çünkü bu işin eğitimini almaya başladığımda giyilebilir kıyafetler tasarlamak akranlarım arasında pek de revaçta değildi” diyor. “Okuldayken, tasarımlarımı kimin giyeceğine pek kafa yormazdım. Ama Browns’daki ilk iş günümde, iki yıllık eğitimde öğrendiklerimden çok daha fazlasını öğrendim. Bir kadının tasarladığım pantolonlardan birini satın aldığına şahit olduğumda şok geçirdiğimi hatırlıyorum.” Griffiths, şimdilerde ders vermek için davet edildiği okullarda öğrencilere ilk olarak, ‘Tasarımlarınızı kim satın alacak?’ diye sorduğunu söylüyor. “Eğer cevap veremiyorlarsa, henüz hiçbir marka için tasarım yapmadıklarını anlıyorum.”
Victoria Beckham
Fotoğraf: Jason Lloyd- Evans, Mitchell Sams
Aynı soruyu soran başkaları da var. Aksesuarlar moda sektörünün enerji kaynağı olsa da, Gabriela Hearst gibi niş markalar için pek de hayati bir önem arz etmiyorlar. Hearst’ün emin adımlarla zirveye tırmanması endüstri devlerinin gözünden kaçmıyor elbet. Marka danışmanı Anita Borzyszkowska, “Bir moda markasının tutulması için konuşulacak ve giyilebilir koleksiyonlar üretmesi gerekiyor” diyor. “Her markanın kendini diğerlerinden ayıran özel bir tasarıma ihtiyacı var, (şimdilerde çok daha hafif, gardırobunuzun denim bölümüne de ekleyebileceğiniz) Dior’un Bar ceketi ya da Celine’in zengin süet trençkotları gibi. Yalnızca çanta satmak yetmez. Bu şirketinizin kar marjını yükseltse de, iyi bir moda oyuncusu olduğunuz anlamına gelmez.”
Resort ve ara mevsim koleksiyonlarının, markaların satışının yüzde 70 ila 80’ini oluşturması tesadüf değil. Bu koleksiyonlar genellikle ana şovdaki vurucu parçalara nazaran daha sade kıyafetlerden oluşuyor. Resort defilelerindeki dekorlar dudak uçuklatacak bütçelerle son derece gösterişli bir şekilde yapılsa da, tasarımlarda fonksiyonellik ön planda. Son Valentino Resort defilesinin ardından Pierpaolo Piccioli, “Amacım, aşırı pahalı olmayan güzel kıyafetler tasarlamak” diyor. Piccioli’nin kreasyonlarında eşofmanlar Valentino zarafetiyle birleşiyor. Tasarımcı, “Güzel şeylerin komplike oldukça daha güzelmiş gibi gösterilmesinden hoşlanmıyorum” diye ekliyor. Piccioli’nin söylemek istediği herşeyi basite indirgemek ya da sıradanlaştırmak değil. “Komplike tasarımları severim, ancak bu tasarımlar çabasız ve yalın görünebilmeli. Böyle bir görünümü sağlayabilmek için de çok sıkı çalışmak, çok zorlu bir süreçten geçmek gerek.”
Jean Paul Gaultier’in konik sütyenleri ya da Rei Kawabuko’nun vücut hatlarını vurgulayan koleksiyonlarının ardından yas tutanlar, günümüz tasarımcılarının sessizce sınırları zorladığının farkında olmayabilirler. Lemos, “Günümüzde deneysellik tasarımların içine gizlenmiş durumda” diyor. “Geleneksel zanaatkarlığı desteklemek, kusursuz üretim işleyişini sağlamak ve yerel ham maddeleri kullanmaktan bahsediyorum.”
Bu görüşe Borzyszkowska da katılıyor: “Temel modelleri kendi çizgilerine göre yeniden yorumlamayı başarabilen tasarımcılar takdiri hak ediyorlar.” Borzyszkowska’nın on beş yıl önce aldığı Balenciaga kıyafetleri gardırobunun as parçaları. “Bu giysiler, podyumdaki en çılgın, en göze çarpan tasarımlar olmasa da üzerinize giydiğinizde kendinizi harika hissediyorsunuz. En zoru, gösterişli olmadan dikkat çekebilecek sade giysiler tasarlamak.”
Celine
Fotoğraf: Jason Lloyd- Evans, Mitchell Sams
Defilelerde alışılagelmedik taktikler kullanmak, yerini izleyenleri düşünmeye sevk edecek unsurlara bıraktı. Gucci’de Alessandro Michele’in cinsiyetsiz kıyafetleri ve modelleri, Vivienne Westwood’un ekoloji odaklı mantrası, Dolce & Gabbana’nın her kuşaktan, çoğu profesyonel olmayan modelleri gibi... Bu defilelerde verilen mesaj kıyafetlerle yarışmak değil, sosyal konulara dikkat çekmek ve biraz geç kalınmış olunsa da insanları hafifçe dürtmek.
Bu akıma sırf moda diye katılanlar olduğu kuşkusu da uyanıyor insanda. Ancak moda endüstrisi sahiciyle sahteyi birbirinden çok çabuk ayırıyor. Bir tişört için dört rakamlı fiyatlar ödemek her ne kadar uçuk görünse de, Dior’un üzerinde We Should All Be Feminists yazan tişörtleri kapış kapış sattı. Hatta iş öyle bir raddeye vardı ki, mağazalar bu tişörtleri yalnızca ana koleksiyonlarından daha pahalı tasarımları alan müşterilere ayırdılar. Müşteriler bunları sadece statü sembolü oldukları için değil, Trump devrinde, eskiden pek de kıymetini bilmedikleri haklarını kaybedebilecekleri gerçeğiyle karşı karşıya kaldıkları için satın aldılar. Tişörtler en rahat giyilen kıyafetlerden. Dior’un işinin ehli kreatif direktörü Maria Grazia Chiuri’nin çok doğru bir noktaya parmak bastığını söyleyebiliriz.
Bu durumda, moda, güncel meselelere öncülük mü yapıyor yoksa onlardan faydalanıyor mu? Bu konu tartışıladursun, politikaya olan ilgisi sayesinde modanın önemli konularda da söz sahibi olduğu su götürmez bir gerçek.
Alexa Chung
Fotoğraf: Jason Lloyd- Evans, Mitchell Sams
Konuya, bir tasarımcı açısından bakmakta da fayda var. Podyumlardaki en radikal görüntü, Hüseyin Çağlayan’ın 2000 yılında sunduğu masaya dönüşen elbisesinden ziyade, Simone Rocha defilesinde yürüyen yetmişlik bir büyükanne mi? Veya, Givenchy defilesinde olduğu gibi trans modeller, giydikleri tasarımlardan daha ön planda ise avangard akım bitti mi? Bu görünümleri artık yalnızca New York Metropolitan Sanat Müzesi’ndeki güvenli alanlara mı saklayacağız? Tesadüf o ki, bu sene MET’in moda sergisinin adı Rei Kawakubo/Comme des Garçons: Art of the In-Between’di (Rei Kawakubo/Comme des Garçons: Arada Kalma Sanatı). Moda dünyasının en öncü tasarımcılarından Kawakubo’ya bir saygı gösterisi niteliğinde olduğu için takdir toplayan serginin açılış balosu Met Gala’da, neredeyse hiç kimsenin Kawakubo tasarımı giymemesi oldukça ilginçti.
Ne de olsa, Vetements koleksiyonundaki asimetrik elbisenin bir benzerini, defileden sadece birkaç hafta sonra Zara’da bulmak kolay. Ancak, kışkırtıcı bir kıyafet bulmak artık neredeyse imkansız. Göğüs uçlarını açıkta bırakmak mı? Modası çoktan geçti. İngiliz sokak stilini dünyanın sekizinci harikası haline getiren kamikaze moda trendleri de demode oldu. Günümüzde geçerli olan, kişiyle bütünleşip adeta üniforması olabilecek, Tokyo’dan Turin’e kadar her yerde giyilebilecek kıyafetler.
Tüm bu gelişmeler hakkında iki şekilde mantık yürütebilirsiniz. Yaratıcılığın kısırlaşma veya olgunlaşma döngüsü. Seçiminiz moda endüstrisine olan mesafenize göre değişir. Roksanda Ilincic, “Kariyerime başladığımda çok daha deneysel tasarımlar yapıyordum” diye anlatıyor. “Şimdiyse yarattığım modellerin yeni ve yenilikçi olmasına dikkat ediyorum. Kullanışlı, pratik ve arzu edilen kıyafetler olmaları da çok önemli. Markamı yüksek moda dergilerinde görmek elbette beni heyecanlandırıyor, ancak kıyafetlerimin birçok kadın tarafından severek giyilmesinden duyduğum haz da tarif edilemez.”
Ilincic’in moda sahnesinde özgün bir duruşu var. Renk paletleri, esin kaynakları ve siluetleri avangarda kaçmayacak şekilde sanatsal, ancak tasarımları popüler görünümlere de son derece yakın olduğundan hızlıca satılıp klasikleşiyorlar. Aslında gerçek avangard, şok edici etki yaratmak için değil, zamansız olması için tasarlanan parçalar. Gerçek ve radikal moda arasında bir ikilem olduğu görüşüne de katılmıyor günümüz tasarımcıları... Maria Grazia Chiuri, “Günlük moda ile fantezi arasındaki ayrımı hiçbir zaman tam olarak kavrayamadım,” diyor. “Fantezi parçalara bayılırım; dolabımda gün yüzü görmeyecek olanlardan değil, her gün severek giyebileceğim kıyafetlerden bahsediyorum.” İşte bunu başarmak, dahiyane bir tasarımcılık gerektiriyor.