Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Anna Delvey, Simon Leviev ya da Elizabeth Holmes. Bu isimlerden herhangi biri tanıdık geldi mi? Stillerini dolandırıcılık sanatının önemli bir elementi olarak kullanan bu üç isim bize modanın ne denli güçlü bir kartvizit olabileceğini tekrar hatırlatıyor.
Anna Delvey, Simon Leviev ya da Elizabeth Holmes. Bu isimlerden herhangi biri tanıdık geldi mi? Stillerini dolandırıcılık sanatının önemli bir elementi olarak kullanan bu üç isim bize modanın ne denli güçlü bir kartvizit olabileceğini tekrar hatırlatıyor.
“Modayı yaşıyorum. Moda benim. Instagram’da bir sürü üne aç, sosyetik olmaya çalışan zengin kız var. Cool olmak isteyen. Sadece isteyen! Fazla hevesli kızlar. Anna Delvey hevesli değildi. O sahiciydi.
Peki nereden biliyorsun?
Detaylarda saklı. Mesela sen çok iyi olduğuna inandığın bir elbiseyi giyiyorsun. Bense elbisenin taklit olduğunun ve güzel olmadığının farkındayım. Ucuz bir kumaştan, desen dikiş yerlerinde eşleşmiyor. Anna ise kusursuzdu. Abartısızdı. Zarifti. Onun gibi insanlar zevk sahibi doğar. Alaïa. Balenciaga. Dior… “
Yukarıdaki konuşma Netflix’in Mart ayında en çok izlenen yapımlarından Inventing Anna’dan. Val isimli karakter, dolandırıcı olarak tanınan Anna Delvey (gerçek ismiyle Anna Sorokin)’den söz ediyor. Yapım, gerçek bir hikayeden esinlenilmiş bir kurgu olarak nitelendirilse de Val karakterinin ağzından dökülenler bize Anna’nın başarısının en önemli etkenlerinden birinin ipuçlarını veriyor: Karakterini modayla desteklemek.
İlginçtir ki Anna Sorokin modayı dolandırıcılık yapmak üzere kendine yeni bir kişilik inşa ederken kullanan tek isim değil. Tinder Avcısı isimli yapımla tanınan ve online arkadaşlık uygulamaları üzerinden tanıştığı kadınları kim olduğuna dair yalan bilgilerle kandırarak dolandıran Simon Leviev de benzer bir taktiği kullanıyor. Hatta giysiler Leviev’in oyunun o kadar değerli bir parçası ki kurbanları arasında onun dolandırıcı olduğunu fark eden tek kadın intikamını, tüm kıyafetlerini çalıp satarak ve kaybettiği parayı önemli ölçüde geri kazanarak alıyor. Tüm bunlar bize stilin sosyal yaşamda ne kadar güçlü bir kartvizit olabileceğini gösteriyor. Peki modanın insanlarda bu denli güven uyandıran ve “dress the part” (rolüne göre giyin) sözünü haklı çıkaran gücü nereden geliyor?
2012 yılında Journal of Experimental Social Psychology’de yayınlanan bir araştırma, giysilerin, giyen kişinin psikolojisi üzerindeki etkilerini ortaya koyuyor. Deneye katılanlara laboratuvar önlüğü giydiriliyor; önce doktor önlüğü, ardından da ressam önlüğü olduğu söyleniyor. Deney sonucunda, doktor önlüğü giyildiğinde katılımcıların dikkatinin arttığı; hiç önlük giyilmediğinde ya da ressam önlüğü giyildiğinde ise dikkatlerinde herhangi bir değişiklik olmadığı gözleniyor. Bu da demek oluyor ki giysilerin sembolik anlamları onları görenlerden önce giyenin kendi psikolojisi üzerinde etkili.
2019 yılında 316.16 milyar dolar değerindeki lüks tüketim maddeleri endüstrisi, pandemi gibi olağanüstü bir senaryonun ardından dahi her geçen gün büyüyor. Fortune Business Insight, lüks tüketim ürünleri piyasa değerinin 2027 yılında yaklaşık 352.84 milyar dolara ulaşacağını öngörüyor. Tüketicilerin lüks markaları tercih etmelerininse pek çok nedeni var. Öncelikli olan; bu ürünlere sahip olmanın yarattığı statü, varlık ve ayrıcalık hisleri. Örneğin; Chanel, Coco Chanel’in “To be irreplaceable, one must be different” (Vazgeçilmez olmak için farklı olmalısın.) mottosunu kurulduğundan bu yana yaşatmaya devam ediyor. Ünlü modacı Karl Lagerfeld ise lüksü bir “state of mind” (ruh hâli) olarak tanımlıyor.
Pazarlama üzerine çalışan doçent doktor Brent McFerran, Psychology Today’de yayınlanan makalesinde, lüks markaların insanlar üzerinde yarattığı başarı ve snopluk hislerini ele alıyor. McFerran’a göre; bu markaları snoplukla ilişkilendirmek oldukça kolayken, başarı hissi tüketicilerin lüks markaların ürünlerini alma isteği üzerindeki en etkili neden. Dolayısıyla markalar da kendi pazarlama stratejilerinde bu eğilimin üzerine gidiyor. Örneğin; Rolex, “A crown for every achievement” (Her bir başarı için bir taç) sloganını kullanıyor.
Otantiklikse lüks markalara olan tutkunun bir diğer sebebi. Sahip olabilmek için uzun bekleme listelerini aşmak gereken Hermès çantalarıyla gündeme gelen Cardi B, nadir bulunan ve 240 bin dolar değerindeki bir Hermès modelini almak için “dünyayı aradığını” duyurmuştu. Bu da lüks markalara kolayca erişilebilen senaryolarda bile insanların hep daha “nadir” ve “özel” olanın peşinde olduğunu kanıtlıyor.
Öte yandan Silikon Vadisi’nde başlayan bir “moda karşıtı moda” akımı ile uzun süredir karşımıza çıkıyor. Mark Zuckerberg gibi girişimcilerden David Dobrik gibi influencer’lara, büyük kitlelerin ilgisini üzerine çeken varlıklı kişiler, günlük yaşamlarında basit bir athleisure stili tercih ediyor. Zuckerberg’in üzerinden çıkarmadığı gri tişört ya da Steve Jobs’ın ünlü siyah kazağı gözünüzde canlandı mı? Zuckerberg’in gri tişörtleri sıradan görünse de bu durum onların lüks modanın bir parçası olmadıkları anlamına gelmiyor. Zira bahsi geçen tişörtlerin “kaşmirin kralı” olarak anılan Brunello Cucinelli markasına ait olduklarını biliyoruz. Prof. Richard Thompson Ford da Vogue Türkiye için Anıl Atalan’a verdiği röportajda bu akımı şöyle özetliyor: “Silikon Vadisi’nde başlayan ve sonrasında dünyaya yayılan athleisure trendi aslında tam olarak tersine snopluk olarak adlandırdığımız kıyafet kodlarına işaret ediyor. ‘Ne giydiğimi umursamıyorum’ demek de güçlü bir moda söylemi ve sinsi bir elitizmi içinde barındırıyor.”
Aslında bu sinsi elitizm de reddettiği moda trendlerinden biri hâline gelmiş durumda. Öyle ki kurduğu biyoteknoloji şirketiyle girişimci olarak tanınan ancak sağlık endüstrisini dolandıran Elizabeth Holmes, yatırımcılar ve politikacıları etkileyebilmek için stilini Steve Jobs’ı örnek olarak tasarlıyor. Holmes, dolandırıcı olduğu ortaya çıkmadan önce Glamour’ın Women of the Year ödüllerinde “Yılın Girişimcisi” ödülünü alırken siyah bir takım ve ona uygun topuklu ayakkabılar giyiyordu. Aynı yıl Forbes ve Inc. dergilerine kapak olduğundaysa üzerinde siyah boğazlı Steve Jobs kazağı vardı! Anna Sorokin ise küçük siyah Alaïa elbiseler ve Celine güneş gözlükleriyle olabildiğince sade kalmaya çalışıyordu. Sonuç olarak her iki kadın için de giydikleri bu “kostümler” dolandırıcılık sanatının bir parçası oldu ve her ikisi de modayı oyunlarına dâhil ederek uzun süreler boyunca hedeflerine ulaştı.
Günün sonunda “rolüne göre giyinmek” sadece dolandırıcılara özel bir durum değil. Gittiğimiz bir iş görüşmesinde, bir randevuda, katıldığımız bir etkinlikte, hatta sosyal medyada, kendimize dair istediğimiz mesajları verebilmek için modayı bir araç olarak kullanıyoruz. Çünkü belirli bir şekilde giyinmek, aidiyet hissi yaratıyor ve istediğimiz topluluklara dâhil olabilmemizin önünü açıyor. O zaman Sorokin, Holmes ve Leviev’in yaptıklarını “hayal ettiğin iş için giyin” klişesini çok daha zekice kullanmak şeklinde özetleyebilir miyiz?
Yine de rolüne göre giyinmenin tek başına yeterli olmadığı açık ki bu isimlerin hikayelerini anlatan yapımları izlerken, karakterlerinin en önemli parçası olan giyim ayrıcalıklarını kaybettiklerinde psikolojilerinin de ciddi darbeler aldığını görüyoruz. Örneğin; Leviev kıyafetsiz ve parasız kaldığı dönemde kendini “evsiz kral” olarak tanımlıyor. Belki de modayı yeni bir kişilik yaratmak için kullanmakla, var olan kişiliğimizi yansıtmak için kullanmak arasındaki fark tam da burada yatıyor. Psikanalist Erich Fromm’un Sahip Olmak ya da Olmak kitabında yazdığı gibi: “Olduğum gibiysem ve kişiliğim ‘olmak’ tarafından belirleniyorsa, kimse benden bunu alamaz ve kişiliğimin yıkılması tehlikesi de doğmaz.”