Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Benim için yaz okumaları demek, zihnimi tüm senenin koşturmasından uzaklaştırıp biraz dinlendirmek demek.
İnsanın bazen de çok derin sorgulamalara girmeden sadece olayın heyecanına kapılmak için okuyası gelmez mi? Sahilde güneşlenirken, tatil çantanıza atacağınız oldukça akıcı, okuması da bir o kadar keyifli bir kitap seçkisiyle geldim bu ay.
Merak etmeyin, hafif olduğunu kadar elinizden bırakmak istemeyeceğiniz bir seçki!
Ferzan Özpetek romanları aslında filmlerinden kısa bir kesit gibi, sizi olayın akışına bırakıveriyor. Son çıkan romanı Saklı Yürek de yine Roma’nın sokaklarına bizi hayran bırakıyor. Bir yandan Özpetek’in sinematik anlatımıyla olayları okurken sırtını yaralı bir aşk hikayesine dayamış, bir kimlik arayışına ortak oluyoruz. Kopmaya yüz tutmuş aile bağları, köklerine tutunamayan genç bir kızın kendine bir düzen kurma çabası derken biz de o dönemin ve şehrin kaosunda buluyoruz kendimizi.
Bu dokunaklı hikâyeye, gerçek dostluklar şekil verirken, bir yandan da sanatsal bir dünyaya açılıyor okuduklarımızın kapısı. Bir tanıdığından kalan mirasla hem kendi yolunu, kimliğini hem de hayatının en önemli gerçeklerini bulan genç kızın hikayesini bir oturuşta bitireceğinize eminim. Satır arasında, Manuel Puig’in Örümcek Kadının Öpücüğü kitabına rastlamam da güzel bir tesadüf oldu, çok severim. (O kitabı da not almanızı ve okumanızı öneririm.) Kitabı bitirip kapağını kapattığım an “keşke izleyebilsem” dedim içimden, umarım yakın zamanda izleme şansı da buluruz!
“Duvarlarda gezdirdiğim bakışlarım, düne kadar saklı yüreğinin durduğu o boş yere takılı kalıyor.”
Yaz kitapları demişken beklentinizi sadece romanlarla sınırlamak istemem zira deniz kenarında bir sanat eleştirisi okumanın tadı çok başka! Bir saat içinde okunacak en zihin açıcı kitaplardan biri, Edouard Louis ve Ken Loach’ın bu sohbeti. Loach, hayata bakışını ve toplumsal konulara olan hassasiyetini sinema yoluyla anlatırken Louis, kendi hayatından hareketle toplumsal sınıf ayrımlarını kaleme alıyor. Ve bu kitap, biri yazar biri senarist ve yönetmen, iki önemli figürün sanata ve siyasete dair düşüncelerini ve deneyimlerini ele alıyor.
Soru-cevap şeklinde ilerleyen kitapta, Loach ve Louis, sanatın toplumsal ve politik bir araç olarak nasıl işlediğini tartışırken toplumsal adalet, sınıf ayrımı ve mücadelesi, eşitsizlik gibi kavramlara da değiniyorlar. Özellikle Louis’nin kendi hayatını bu denli açık bir şekilde ele alabilme dürüstlüğünden ve adalet arayışından çok etkilendim. Tüm bunları okurken de aslında sanatın nasıl hayatla, siyasetle iç içe geçtiğini de görüyoruz. Okurken elinizde mutlaka bir kalem bulunsun, altı çizilecek o kadar çok satır var ki!
“Ben de bir sesin yalnızca onu mümkün kılacak mekanların var olması koşuluyla duyulabileceğine inanıyorum. Bahsettiğim mekan her şey olabilir, bir film olabilir, bir sendika, bir birlik, bir kitap olabilir…”
Tatil zamanı dışında okuduğunuzda sizi depresif ruh haline sokabilecek bir kitap kendisi; o yüzden tatilde okumak için doğru zamanda doğru kitap diyebiliriz. İçinde kaybolduğumuz modern yaşamın ve hepimizin her daim muzdarip olduğu kendini bulma hikayemizin kara mizah anlatımı bu kitap. New York'ta geçen roman, yirmili yaşlarındaki ailesinin kaybından sonra hayatının merkezini ve kontrolünü kaybeden bir kızın hikayesini anlatıyor. Bu hikâye kahramanın bir yıl boyunca tamamen uyuşmuş ve bilinçsiz bir halde kalarak kendini yenilemeye karar vermesiyle başlıyor ve bu durumdan çıkmasıyla son buluyor.
Aslında oldukça ironik bir ismi var kitabın, buradaki dinlenme ve rahatlama yılı modern hayatın getirdiği tüm baskılardan bir kaçış hikayesi; reçeteli ilaçlar alarak uyuklamak. Bu uyuklamalar bir yandan da hayatla, geçmişle olan bir sorgulamaya dönüşüyor. Çok katmanlı bir kitap aslında, tüm karakterlerin derinlemesine analizi, yazarın her bir duyguyu bize de hissettirme gücü ve tokat gibi sonuyla, beni çok etkiledi. Buram buram bireysel izolasyon, yıpratıcı bir ilişki ve yalnızlık kokan, zaman zaman da okurken olukça rahatsız eden bu kitabın yakın zamanda filmi geliyormuş, heyecanla bekliyorum!
“Maddi dünyaya saplantılı yaklaşımı, içine daldığım varoluşsal solucan deliklerinden çekip çıkardı beni.”
Kitabın ismine bakmayın, okuyabileceğiniz en tatlı romanlardan biri bu! Jean Teule, özgün bir yazar diyebileceğimiz nadir isimlerden biri; kendine has bir dünyası var ve resmen hayata oradan bakıyor. Bu sefer kara mizah anlatımına distopik bir dünyada bakıyoruz. İntihar etmek isteyenlere çeşitli ürünler satan bir dükkânı işleten ailenin hikayesini anlatan bu roman, insanın umutsuz ve karamsar doğasını da çok eğlenceli bir şekilde eleştiriyor.
Ailenin en küçük üyesi ise son derece hayat doludur ve dükkâna gelen herkese neşe saçıp intihardan vazgeçirir. Ve onun bu hayat neşesi, sevgi dolu halleri hikâyeyi bambaşka bir noktaya taşır. Okurken çok eğlendiren ve bir o kadar düşündüren çok özel bir kitap. Bunu söylemişken bir de müjde vermek isterim, Teulé’nin yeni kitabı da birkaç gün önce çıktı!
“Gülümseyen bir çocuk görmek insanın yüreğine su serpiyor.”