Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Benim için bu ay kabuğa dönme ayı demek, hafif bir melankoli, insanın yavaş yavaş yeni bir iş dönemi başlangıcına kendini motive ettiği, kendini daha çok dinlediği, kendiyle yüzleştiği bir ay…
Ben de kitap seçimlerimi, zaman zaman ilişkilerimizi, zaman zaman varoluşumuzu sorguladığımız kırılgan anlarda cümlelerinin içinde kendimize yer bulacağımız kitaplardan hazırladım!
Fotoğraf: @1kitap.1mekan
6.27 Treni ile tanıyıp çok sevdiğimiz Didierlaurent, bence Çağdaş Fransız Edebiyatı’nın özel isimlerinden biri, kendine has mizahi kalemi, günlük hayatı fantastik öğelerle birleştirmesiyle bir kez okuyunca zihnimizde hemen yer ediyor. Benim de üzerinde çalışırken en çok keyif aldığım metinlerden biri oldu Çatlak; özellikle yazarın kaleminin tadına varmak için çok doğru seçim diyebiliriz.
Başkahramanımız Xavier Barthoux, müşterilerinin haftalık turu, eşi, köpeği ve henüz kredisini ödemeyi bitirdiği yazlık evi arasında düzenli ve oldukça sıradan bir hayat sürdürmektedir. Ta ki evinin duvarındaki asmanın altında keşfettiği bir çatlağa kadar...
Bu romanda da, yazara has nitelikleri fazlasıyla buluyoruz. Renkli ve olağanüstü karakterler, gerçek hayattan kesitler, mutluluk arayışının eleştirisi ve en önemlisi, olağan perspektiflerin aniden fantastik öğelerle iç içe geçmesi.
Duvardaki o çatlakla beraber içsel bir yolculuk başlıyor ve Barthoux ile bu kapitalist düzende bir birey olarak varoluşumuzu, amacımızı sorguluyoruz. Hayatımızdaki kırılgan anların çatlama noktasıyla da yüzleşiyoruz bu hikâyede, okurken güldüğümüz kadar da düşünüyoruz. Ve sürpriz bir sonla beklenmedik yerlerde buluyoruz kendimizi.
“İnsanların hep onları bir yerlerde bekleyen bir çatlakları vardır, sadece onlara ait, DNA’ları kadar eşsiz ve kişisel bir çatlak. Ve insanların çoğu hayatlarını hiç onlara denk gelmeden geçirseler de, senin gibi küçük talihlilerin bir sabah kendi çatlaklarıyla burun buruna geliverdiği, düşünmeye başladığı ve her şeyi sorguladığı, aniden yanıt bulması gereken doğru soruları sonunda kendi kendine sormaya başladığı görülür, bu yanıtların gezegenin öte yanında, fırtınalı bir okyanusun ortasında rüzgarların dövdüğü bir adanın üzerindeki viranede olmasının da hiçbir önemi yoktur. Her yıl gerçekleşen ve aydınlığa kavuşturulamayan tüm o kayboluşların nedenini hiç kendi kendine sormamışsındır. Çatlaklar, ahbap, daha uzakta aramamak gerek: çatlaklar.”
Son zamanlarda baş ucumdan eksik olmuyor bu kitap, samimiyeti, içtenliği, bazı zamanlarda beni benden daha iyi anlattığı için sık sık okuyorum bazı satırları… Instagram’dan severek takip ettiğim, hem çizimlerine hem de cümlelerin içine sığdırdığı güzel duygularıyla Sahra Hazal Kaleli, en sevdiğim hesaplardan biri; e haliyle yarattığı bu dünyayı bir kitaba aktardığında elimden düşürmeyeceğimi de biliyordum. İnsanın kendisiyle böyle güzel bir diyalogda olacağını hiç düşünmezdim, hayatta yüzleşmekten kaçtığımız birçok konuya dokunup içimizdeki yaraları sarıyor Hazal. Altını çizdiğim bazı bölümleri sizinle paylaşıp yorumu size bırakıyorum…
"Hem dünyayı yazasım var hem dünya kadar susasım. “Ben” sandığım şey kaç parça içimde?"
"Belki sorun aramanın kendisidir. Koşmanın, koşacak yer bulmaya çalışmanın kendisidir. Belki bize yolun tadını çıkarmayı, çıkaramadığımız anlarda kendimize vurmamayı öğretmek için bir hayat verilmiştir."
"'Ne yapıyorsun ne istiyorsun hayattan?' Bilmiyorum. Mühendislik diplomam var. Yazı yazmayı sevdiğimi biliyorum. Kafam çalışıyor. Önemli biri olmak istiyorum. Başka veri yok bana ait. İnsan kendi ışıklarını kapatınca her yeri aydınlık sanıyor."
Fotoğraf: @1kitap.1mekan
Bu kitabın yeri bende çok başka, ilk olarak lisede kendi dilinde okuyup sonrasında filmini izlemiştim ve müthiş etkilenmiştim. İncecik bir kitap biliyorum hatta derinlik bakımından biraz çocuk kitabını da andırıyor onu da farkındayım ama her okuduğumda içimde kıpır kıpır olan duyguları canlandırıyor.
Eric-Emmanuel Schmitt, incecik kitaplarıyla beni her daim şaşırtan yazarlardan biri ve kalemini de gerçekten çok seviyorum. Her şeyi derinlemesine anlatmıyor, çoğu kapıyı kapalı bırakarak metnin içine girme kısmını bize bırakıyor. Arka planda Paris’in dar sokakları, kültürler ve nesiller arası tüm sınırları kaldıracak sıcacık bir hikâyeye dahil oluyoruz.
Dahil oluyoruz diyorum çünkü karakterler ete kemiğe bürünüp sanki hep tanıdığımız, bildiğimiz insanlara dönüşüyor.
Sınıfsal ayrımlar, hassas aile bağları, kırılgan ilişkiler, toplumsal normların dışına atılan adımlar ve Mösyö İbrahim’in bilgelik dolu sözleri ile Momo’nun masumiyeti, kitabın kapattığınız an yüreğinize işliyor.
“Kendin için ağla Momo, benim için değil. Ben iyi yaşadım”
Fotoğraf: @1kitap.1mekan
Son zamanlarda okuduğum en nahif kitap olabilir mi? Kesinlikle evet…
Bir yandan aile bağlarının biz farkında olmasak da ne kadar güçlü olduğunu, diğer yandan bu ilişkilerin kırılganlığını anlatıyor her bir satırında.
Tüm hikâye hemen hemen uzun süredir aralarındaki iletişimi kaybetmiş olan bir baba ve oğlunun, hastalık nedeniyle çıktıkları Marsilya yolculuğunda, birlikte zaman geçirmeleri üzerine kuruluyor. Hem bilinmeyen bu şehri gezerken hem de baba-oğul arasında kapalı kalmış birçok kutuyu aralıyoruz. Kayboldukları her sokak, tanıştıkları yabancı insanlar onları geçmişle yüzleştiriyor. Yıllara yayılan suskunluklarının tahribatını gidermeye çalışan baba oğul aslında bir taraftan da hayatlarındaki anlam boşluklarını doldurmaya çalışıyor.
Yazarın yalın, yumuşacık ve samimi dili sayesinde elinizden bırakmadan bitirivereceğinize eminim.
“Belki ayrılmak istemediğin bir yerde bıraktığın nesne, oraya bağlı kalmanın bir yoludur. Dönmeyi ummanın bir yolu. Bilmiyorum..”