Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.


Vogue Türkiye Kurucu Genel Yayın Yönetmeni Seda Domaniç, derginin 15 yıl önce çıkan ilk sayısını anlatıyor.
Vogue’u ilk defa Madonna’nın şarkıları ve 1990’lar müzik kültürü üzerinden duydum. Müzik benim için çok öncelikliydi. 1990 yılı olmalı: süpermodellerin müzikle iç içe geçtiği dönem. George Michael’ın Freedom klibini hatırlarsınız. Steven Meisel’in seçtiği süpermodellerle yapılan 90’lar Vogue kapakları. Müzik üzerinden olan temasımın ardından dergiyi almaya başladım; Amerika’da yaşadığım dönemde ara ara ediniyordum.
Vogue’daki hayat bana o zaman şaşaalı geliyordu, ama aynı dönemde National Geographic de alıyordum ve açıkçası daha çok National Geographic yazarı olmayı düşünüyordum. Yine de kendimi iki dergi arasında gidip gelirken bulduğumu hatırlıyorum. Vogue’a bakarken insanda gıpta uyandıran o dünyayı hissettiğimi hatırlıyorum. Fotoğrafları her zaman çok beğenirdim. İlk sevdiğim fotoğrafçılar arasında Peter Lindbergh vardı; sonra da bende “vav” etkisi yaratan ikinci isim, Tim Walker.
O dönemde Doğuş Medya Grubu’nda iş geliştirme ve stratejik planlamanın başındaydım. Basılı yayıncılığa devam etmek istiyorsanız, dergiciliğin en üst mertebesi Condé Nast yayınlarıdır. Vogue’dan GQ’ya, birçok farklı mecraya uzanan bir yapı. Bu yüzden de Condé Nast grubunu Türkiye’ye getirmek istiyorduk. Tamamen bir iş geliştirme projesi olarak başladı her şey. Amerika’da, Münih’te, Londra’da toplantılar yapıldı. Condé Nast çok seçiciydi; hangi ülkede nasıl var olacağına karar verirken editoryal bağımsızlık en önemli kriterdi. Sektörün bu bağımsızlığı desteklemesi gerekiyordu. Biz de Türkiye’den genel yayın yönetmeni adaylarıyla görüşüyorduk; İngiltere’de genişlemeden sorumlu ekiple birlikte çalışıyorduk. Yaklaşık 16 ay uygun adayı aradık ama bulamadık. En sonunda uzun süre birlikte çalıştığımız için bana dönüp “Bu işi sen almak ister misin?” dediler. Samimiyetle söylüyorum: Aklımda olan, hedef koyduğum bir pozisyon değildi. Ama Condé Nast’ta insanların çalışma ahlakını, titizliğini, vizyonunu sevdim; yolumu o yönde çizmek cazip geldi. Öyle başladı.

En net tabirle şunu anlatmak istedim: Türkiye’den çıkan, ama global ölçekte konuşan bir yayın. Yerellik elbette çok önemli; fakat bir coğrafyayla sınırlı kalmak yerine buradan dünyalı bir şey yapmak istedim. Bunu ekip arkadaşlarımla birlikte sürekli aradık: Hem dünyayı hem Türkiye’yi aynı anda konuşabilmek. İlk sayıda da bunun izlerini göreceksiniz.
Kapak. Aylar süren bir mücadeleye dönüştü. Çünkü tam da söylediğim şeyi yapmaya çalışıyorduk: Hem Türkiye’den bir şey olacaktı içinde, hem dünyaya seslenecekti; ama Türkiye klişelerinden uzak duracaktı. “Folklorik” bir yere düşmeden, dünyalı bir vizyon. Zorlandığım alan buydu. Uzun süre farklı bir kapak üzerinde çalıştık. Jessica Stam’li gördüğünüz kapak olmayacaktı aslında. Lauren Scott’la görüşüyordum; dünyaca ünlü bir ismi çekip onu Türkiye’deki tasarımcılarla buluşturmayı istiyordum. Nicole Kidman’ı Türkiye’deki tasarımcılarla çekmeye karar verdik. Bu ve benzeri projeler üzerinde uzun süre çalıştık. Son dakikaya gelindiğinde o proje suya düştü. Dergi çıkacak, elimizde çok iyi çekimler var ama kapak için yapılmış değiller. Kriz anında tüm karelere yeniden baktım. Jessica Stam’in arkaya dönüp mağrur durduğu kare beni etkiledi; cesaret ve dik duruş hissi veriyordu. “Bunu kapak yapabiliriz” dedim. Kapak spotu olarak sadece “Türkiye” yazalım kararı aldık. O yıllarda kapaklar dolu dolu olurdu; biz boş, yalın bir tercih yaptık. Hatırlamak istediğim şeylerden bir diğeri ise Vogue Türkiye öncesinde Vogue arşivinden Türkiye’de yapılmış tüm çekimleri taradığımız kapsamlı araştırmaydı. Bazıları dijitalde olmayan, analog filmlerden bulundu. İlk sayı için dünyadaki birçok tasarımcıdan kendi çizimlerini/eskizlerini rica etmiştik; severek katıldılar, çok güzel geri dönüşler aldık. Bunlar ilk sayının benim için en keyifli bölümleriydi.
O partide herkes vardı. Roberto Cavalli’den, Pierpaolo Piccioli’ye... Ünlü modeller, tasarımcılar... Lindsay Lohan bile oradaydı.
Herkesin gelmesi. Bu kadar yüksek katılım beklemiyordum. Karla Otto ile çalışıyorduk, dolayısıyla belli bir standartta katılım olacağı belliydi ama beklentimin üzerindeydi. Üstelik sadece parti değildi; Paris’e Türkiye’den büyük bir grupla gittik. İlk gece özel bir yemek yaptık. Aradan 15 yıl geçti; o seyahate katılanlar hâlâ anlatır. Çok özenle kurgulanmış bir açılıştı.
Evet. Serdar Erener’le çalıştık. “Nasıl bir kampanya yapalım, modayla ilgili en anlamlı şeyi kim söyleyebilir?” diye düşündük; Hüseyin’in ismi öne çıktı. Metni yazdık, seslendirmeyi Hüseyin’den rica ettik. Çok güzel bir metindi. Türkiye’de şartlar gereği herkesin aklında telafuz kaldı ama kampanya o kadar ses getirdi ki... Santrali arayıp “Doğrusu böyle mi söyleniyor?” diyenler oluyordu. Hüseyin yakın arkadaşım; aramızda hâlâ konuşuruz. Aklımıza gelebilecek en son şey, “Vogue” deyişinin bu kadar sansasyon olacağıydı. Bunu bir tek Serdar öngörmüştü; reklamcılığın sezgisi... Planlanmış bir provokasyon değildi; kayıt geldiğinde öyle söylendiğini fark ettik, değiştirmedik.
Herkes çok heyecanlıydı; umutlu ve mutlu günlerdi. Türkiye’nin, İstanbul’un yükselişte olduğu; fırsatların önümüze serildiği bir dönem. Maslak’taki ofiste sabahladığımız çok oldu. Akşamları açık kalan tek lahmacuncuya giderdik; gündüz modayla, kıyafetlerle uğraşır, arada kaykay kayardık, gece esnaf lokantasında buluşurduk. Oto sanayinin dibindeydi ofis; tam bir emek kültürüyle iç içe bir hayat.
Tüm süreç yaklaşık 16 ay sürdü; ağustosta başladık martta çıktı. Yedi ay gibi görünüyor ama hazırlık, ekip kurma derken daha uzun bir sürece yayılıyor. Moda direktörümüz İngiltere’den gelmişti; fotoğraf editörü ve sanat yönetmeni İngiltere’de ve Türkiye’de yaşayan isimlerdi. Reklam ve proje ekibiyle toplamda yaklaşık 24 kişiydik.
10 yıl – hatta biraz geçti. “Bana en çok ne öğretti?” derseniz: Bilmediğimi öğrendim. Moda dünyasını dışarıdan göründüğünden çok daha derin bir yer olarak kavradım. Uzaktan bakınca görkemli ve basit geliyor; sonuçta “kıyafet” diyorsunuz. Oysa sektör çok katmanlı, çok büyük; sosyolojik ve ekonomik etkileri derin. İnsanlar vitrini görür; vitrinin arkasını görmek için sektörde çalışmak gerekir. Büyük artıları kadar büyük zorlukları olan bir sektörle tanıştım.
Yayıncılığın çok değiştiği bir dönemde görevdeydim. Bu değişime uyum sağlamak, iş zekası ve esneklik gerektiriyordu; bunu başardığımı düşünüyorum. Dijitale geçiş, Vogue’un Türkiye’de sosyal medyayı kurumsal olarak ilk kullanan yayınlardan olması; 360 derece projeler, etkinliklerin önemini erken kavrayıp hem global formatları iyi uyarlamak hem de yenilerini geliştirmek... Bunlar iş geliştirme kökenimin katkıları. Bir de şu: Bu işi “light” yapabilmek – hafiflik, esneklik, bağlamı genişten görmek. Moda dünyasında bazı insanlar gerçekten dünyanın merkezinde olduklarını sanabiliyorlar; oysa her şeyi 360 derecelik bir bağlam içinde görmek gerekiyor: Niye önemli, kime konuşuyor, kimin hangi teline basıyor?
Başladığımda “Vogue dünyası” – Türkiye’den bağımsız söylüyorum – sert bir yerdi. Zamanla bu dengeler değişmeye başladı. Biz başından beri daha yatay, birlikte şekillenen bir yapı kurduk. Diğer edisyonlar bunu zamanla – bazen kapsayıcılık gibi konularda yol almak gerektiği için – yapmak zorunda kaldılar. Bizde doğası gereği böyleydi; bu da iş yapma tarzımla ilgili.
Türkiye’de modayla örtüşmeyen mekanlarda yaptığımız çekimler: Karadeniz, Hatay, Bodrum, Çeşme. Dünya modasını yerellikle buluştururken folklorikleşmeden yaptıklarımız benim için özeldir. İstanbul sayılarımız güzeldi. Sanatla ilgili yaptıklarımız cesurdu: Taner Ceylan’ın kapağını çizdiği sayı gibi. Birinci yıl sayımız çok özeldir. Onun üzerine Condé Nast’ın sahibi Newhouse ailesinden teşekkür mektubu almıştık; “Bu sayıyla Vogue Türkiye, dünyanın önde gelen edisyonlarından biri olduğunu kanıtladı” diyordu. Hâlâ arşivimdedir. Kapakta Gisele vardı; Mert & Marcus’un çektiği, New York’ta yaptığımız cesur bir işti.
Çok eğlenirdik. Kapak spotu toplantıları yapardık; “yazılmayan kapak spotları” diye liste tutardık çünkü öyle yaratıcı ama yapılamayacak fikirler çıkardı ki... Geç saatlere kadar çalışır, ofiste kaykay kayardık. Birimiz eliptik bisiklette, birimiz kaykayda; bir yandan da fikir yürütür, “Şöyle mi yapsak, böyle mi?” diye konuşurduk.
Bugün Vogue daha çok etkinlikleriyle konuşuluyor: Met Gala, büyük davetler... İçerik hâlâ ses getiriyor – örneğin Elon Musk’ın kızıyla yapılan röportaj gibi – ama o ses getiren işler derginin kendisinden başka bir yere doğru gidiyor. Aylık fiziksel dergi kalır mı? Sanmıyorum. Daha seyrek çıkan yayınlara dönüşebilir. Ama bir “lifestyle” marka olarak kesinlikle devam edecektir. Zaten son dönemde Vogue en çok o dünyasıyla anılıyor. Condé Nast’ta nitelikli insanlar çalışıyor; entelektüel seviyesi, görgüsü yüksek bir ekip. Bu yüzden köklü bir yaşam tarzı markası olarak sürer; ama dergi formatı aynı kalmayabilir.