Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Doğanın, kendisine verilen zararlara karşı gösterdiği tepki her şey için geç kalındığını hissetmenize sebep olmuş olabilir, endişelenmeyin; Vogue Türkiye olarak çevre için yaptıkları çalışmaları yakından takip ettiğimiz isimlere göre dünyayı iyileştirmek hala elimizde. Tek ihtiyacımız olan biraz cesaret.
Biliyoruz, sağlıklı yaşamak ancak sağlıklı bir çevre varsa mümkün. Biliyoruz, düşünmeden tükettiğimiz kaynakları aslında gelecek nesillerden çalıyoruz. Biliyoruz, endişeleniyoruz, yaptığımız aktivitelerin büyük kayıplara sebebiyet veren sonuçlarını tecrübe ediyoruz ancak harekete geçmekten çekiniyoruz. Nereden başlayacağımızı bilmiyoruz, yapmamız gereken değişimlerin boyutlarından korkuyoruz, geç kaldığımızı hissediyoruz.
Vogue Türkiye olarak çevre için attıkları adımları yakından takip ettiğimiz isimlerden öğrendik; doğa tarafından affedilmek, iyileşmesini sağlamak ve her şeye yeniden başlamak için ihtiyacımız olan şey uyanış ve biraz cesaret. Tükettiklerimizin nereden gelip nereye gittiğini bilmek, neye ne kadar ihtiyaç duyduğumuzun farkında olmak, çevreyi, insanı ve hepsinden önce kendimizi tanımak, önce kendimizdekini, sonra yakınımızdakini değiştirmek ve sonunda toplum olarak dönüşmek mümkün. Geç kalmadık, şimdi harekete geçmenin tam zamanı.
Güneşin Aydemir – Buğday Derneği Strateji Kurulu Üyesi
İnsanın doğayla ilişkisinin bugünkü hâline gelmesi uzun bir zaman aldı. Dolayısıyla bütün bu evrimsel süreci ele almak ve çözümleri de ona göre oluşturmak gerekiyor. Benim doğayla ilişkim çocukluk dönemimde başladı; doğayla ilgili olağanüstü hikayeler anlatan belgesellerle büyüdüm. Hikayemdeki esas dönüm noktasıysa üniversitede başladığım doğa gözlemciliği, özellikle de kuş gözlemciliği oldu.
Önceleri sadece yabanıl doğaya yönelik bir ilgim vardı, ardından bakışımı insana çevirdim ve gördüm ki asıl mesele insan denen canlı. Kendisiyle uğraşmayan, kendisinin sınır ve zaaflarını görmeyen kişilerin potansiyellerini de göremeyeceklerini düşünüyorum. Ben insanın karanlık yüzünü gören, hatta onu kabul eden ama ona pek ehemmiyet vermeyen biriyim. Genel anlamda iletişim yöntemim herkesin olumlu, yapıcı, dönüştürücü ve dönüşüme açık yönüyle ilişki kurmak.
Kurumları yöneten, kurumlarda çalışan ve o kurumları var eden eylemleri yerine getiren bireylerin adım atacağı vakte kadar herkesin kendi yaşamında yaptığı küçük değişikliklerle idare edeceğiz; bir gün bu küçük adımlar birleşecek. Öncelikle bir uyanış, küçük bir aydınlanma, ardından doğru bilgiye yöneliş şart. Bunu sağlayacak en kestirme yol tükettiğimiz gıdaları ağzımıza koymadan önce durup ona “Nereden geldin sen?” sorusunu sormak. Çok basit bir eylem değil mi? Değişim yaratabilecek bir başka soru da “Yaşamımı nasıl sadeleştirebilirim?”. Örneğin, moda söz konusu olduğunda aldığımız ürün ne kadar doğa dostu ve ona ne kadar ihtiyacımız var, bunları sormadan tüketime yönelmemek gerek.
Bir insan olarak kendimle kurmaya çalıştığım dürüst ve şefkatli ilişki beni daha iyinin mümkün olduğuna inanmaya itiyor. Etki alanımın olumlu ve olumsuz yanlarını, değişik şartlar ve durumlar altında ne yönde davrandığımı, zaaflarımı ve güçlü yanlarımı sürekli gözlemliyorum. İnsanların arasındaki ilişkiler düzelirse doğayla olan ilişkimizin de düzeleceğini biliyorum.
Değişim, var olan sistemin içindeki iyileştirmelerdir; dönüşümse sistemin topyekûn değişmesi demektir. Bunun için de yaşama bakışımızın, yaşama dair tanımlarımızın ve yaşam biçimlerimizin her katmanda değişmesi gerek. Günlük yaşamımız, alışkanlıklarımız, kullandığımız ürün ve hizmetler bir anda şekil değiştirir, etrafımızdaki insanlar farklılaşır. Bütün yaşamımız bir sorgu, derinlemesine hesaplaşmalarla dolar; böylece göz ardı ettiğimiz davranışlarımızda doğruya, iyiye, güzele yöneliş olur. Özetle yaşadığımızın farkına varırız.
Umay Yılmaz – Çevre ve Sürdürülebilirlik Uzmanı
İlk kez 1987’de Birleşmiş Milletler’in Brundtland Report adını verdiği raporda yer alan ve “Bugünün gereksinimlerini, gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılama yeteneğinden ödün vermeden karşılayan kalkınma” olarak tanımlanan sürdürülebilirlik kavramı son zamanlarda karşımıza oldukça sık çıkmaya başladı. Geldiğimiz noktada her ne kadar kavram olarak tanıdık gelse de sürdürülebilirliğin içeriğini ve gerekliliklerini yeterince anlamış ve benimsemiş değiliz.
Yapabileceğimiz üç şey var. Bunlardan ilki, içinde bulunduğumuz gezegeni tanımak, gezegenle olan ilişkimizi gözden geçirmek. Geçmişteki bazı topluluklara baktığımız zaman doğayla muhteşem bir bağ kurduklarını ve uyum içinde yaşadıklarını görüyoruz. Toprağa, ağaca, gökyüzüne, güneşe, suya; kısacası doğanın verdiği her şeye karşı bir şükür duygusu içindeler. Biz şu an içinde bulunduğumuz düzende bunu kaybettik. Bireysel olarak dünyayla olan bağımızı yeniden kurmamız gerekiyor.
İkincisi tasarruf odaklı olmak; her şeyi gerektiği kadar kullanmak, aşırıya kaçmamak. Üçüncüsüyse talep etmek. Ben işim gereği çevre ve sürdürülebilirlik konularını birçok kurum, kuruluş ve tarafla görüşüyorum. Görüşmelerde, yaptıkları anketlerde tüketicilerin veya müşterilerinin çevre konularıyla ilgili herhangi bir talebi olmadığını dile getiriyorlar. Eminim hepimiz sağlıklı, temiz, sürdürülebilir bir çevrede yaşamak isteriz fakat bunu ne sıklıkla ifade ediyoruz? Tüketiciler olarak önemli bir etkimiz olduğunu fark edip talep etmeye başlamamız şart.
Beni umutlandıran şey bugün yaşadığımız sorunların hepsinin çözümünün olması. Bazen bulunduğumuz noktadan bakınca bu sorunlar çözümsüz gibi görünebilir ama öyle değil. Sorunlarımızın çözülmesi için yeni bir şey icat edilmesine, teknolojinin daha da gelişmesine ya da buna benzer başka bir şeye ihtiyacımız yok. Bugün sahip olduklarımızla sorunlarımızı ortadan kaldırabiliriz. Tek yapmamız gereken harekete geçmek, sonrasında da kararlı ve istikrarlı bir şekilde çözümleri hayata geçirmek.
Önemli bir dönemden geçiyoruz. Toplumlar dünya genelinde hem çevresel, hem sosyal, hem de ekonomik anlamda önemli sınavlardan geçiyor. İklim krizi alarm veriyor, türler hızla yok oluyor, kullandığımız ürünlerin atıkları biz çöpe gönderdikten sonra evlerimizden, iş yerlerimizden uzaklaştırılıyor ama ulaştıkları yerde büyük yığınlara dönüşüyor, ormanlarımız yok oluyor, su kıtlığı ve kuraklıkla burun burunayız; ancak bu sorunları çözmek hâlâ mümkün. Hep birlikte bilinçli olmamız, önümüzdeki kritik 10 - 15 yılı iyi değerlendirmemiz ve mücadele vermemiz gerek.
Nihan Temiz Ataş – Greenpeace Akdeniz Okyanuslar Proje Sorumlusu
Pandemi döneminde doğanın bizim için ne derece önemli olduğunu tüm insanoğlu olarak kavradık ve aslında onu kendi hâline bıraktığımızda iyileştiğini gözlemledik. Tüm dünyada trafiğin durma noktasına gelmesiyle doğal hayattaki canlılığı, Boğaz’da göremez olduğumuz yunusları görür olduk. Özetle hiçbir zaman çevre için adım atmak adına geç değil.
Öncelikle iklim krizi gerçeğini kabullenmek durumundayız. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) raporu karbon salınımını 2030’a kadar yarıya indirip 2050’ye kadar sıfırlamamamız hâlinde bizi çok daha zor günlerin beklediğini söylüyor. İklim krizi artık kapımızda değil, evimizde. Fosil yakıtları hızla terk etmeli, adaptasyon politikalarıyla kentleşme anlayışımızı tekrar ele almalıyız. Yeniden başlamak bir sihirli değnekle değil, bu değişimi yaratacağına inanan insanların ve onların etkileyeceği hükümetlerin atacağı somut adımlar sayesinde gerçekleşecek.
İklim kriziyle mücadelede kendimize bir rol belirlememiz gerekiyor. Doğa için en mükemmelini uygulama fikriyle strese girmek ve hiçbir şey yapmamaktansa küçük dokunuşlarla çevremizi etkilemeye başlayabiliriz. Tüketimimizi minimuma indirmek, atık dağları yaratmamak için özen göstermek, çevremizdeki insanları plastik kullanmanın artık elverişli olmadığına ilişkin uyarmak bile büyük davranış değişiklikleri yaratabilir. Şirketlere ve hükümetlere taleplerimizi bireysel olarak da iletebiliriz.
Birlikte olduğumuzda güçlüyüz ve değişim yaratabiliyoruz. Greenpeace Akdeniz olarak yaptığımız kampanyalarda yüzbinlerce kişiye ulaşarak talebimizin sahiplerine sesimizi daha yüksek sesle duyuruyor ve çevre felaketiyle ilgili kamuoyu yaratıyoruz. Bilimin ışığındaki araştırmalarımızı çözüm önerileriyle paylaşıyoruz. En son plastik atık miktarında Türkiye’nin Avrupa’nın çöplüğü olduğuna ilişkin tüm endişemizi saha araştırmalarımız ve verilerle kanıtlayarak plastik atık yasağının getirilmesini sağladık.
Biz Greenpeace olarak iyimserliğin bir tür cesaret olduğuna ve ortak cesaretin yarınları daha parlak hâle getirebileceğine inanıyoruz. Yeşil ve huzurlu bir gelecek arayışında birbirimize inanıyor, bu inançla mücadele ediyor ve “Bir şey yapmalıyım” diyen herkesi en azından ilk adım olarak projelerimizi incelemeye ve desteklemeye çağırıyoruz. Hikayemizin kahramanları, daha iyi bir dünyanın sadece ulaşılabilir değil, bugün inşa edilmekte olduğuna inanan hepimiziz.
Oben Akyol – Circularmind’ın kurucusu
Sürdürülebilirlik ve döngüsel ekonomi kavramlarının hayatımıza girişiyle pandemi arasında ciddi bir benzerlik görüyorum. Büyük bir çoğunluk önce bu kavramların önemini reddetti, hafife aldı. Olan biteni anlamaya çalışınca kişisel olarak alacağımız aksiyonların ne kadar önemli olduğunu keşfettik. Çin’de yaşayan bir kişiyle salgının başlangıcından birkaç ay sonra hastalığa yakalanan dünyanın öbür ucundaki devlet başkanının statüden ve coğrafyadan bağımsız olarak aynı dünyayı paylaştığını gördük.
Her geçen gün doğa daha korkunç felaketler tecrübe ederken dünyanın ne kadar kırılgan olduğunu, insanlığın tek olduğunu ve mutlaka bir şeyler yapmamız gerektiğini anlayanlar büyük bir hızla artıyor. Şu aşamada bir yandan bilimin iklim krizi için gerekli çözümleri bulmasını bekliyoruz, bir yandan da birey olarak yapacaklarımızın ne kadar önemli olduğunu anlamaya başlıyoruz. Zaman alsa da bir şeyler yapmamız gerektiği konusunda kuvvetlenen bir bilinç var.
Hayrettin Karaca’nın doğayı koruma mücadelesiyle ilgili üç kelimeyle tarif ettiği bir felsefesi vardı: Bilgi, ilgi ve tepki. Bir şeyi koruyabilmek için her şeyden önce sevmek, sevmek için de tanımak, bilmek gerekiyor. Bireysel olarak yapabileceğimiz ilk hamle önce tüm gezegen için ve gelecek nesillerin hakları için bu konunun ne kadar can alıcı olduğunu anlayıp konuyla ilgilenmek ve başkalarını da bu yolculukta yanımıza alabilecek şekilde bilgi sahibi olmak. Daha sonra tepki doğal olarak gelecektir.
Çalışmalarımda yüzlerce genç sosyal girişimciyle tanışıyorum. Her biri daha sürdürülebilir bir dünya için inanılmaz güzel işler yapıyorlar; kurumlara gidiyorum, çalışan herkesin yaptığı işleri daha anlamlı hâle getirebilmek gibi kaygıları var. Sivil toplum kuruluşlarında binlerce gönüllünün ne kadar büyük bir inançla daha iyiye ulaşmak için çalıştıklarını görüyorum. Tüm bu gördüklerim ve bir kişinin bile çok büyük değişimlere aracı olabileceğine inancım bana büyük bir umut ve enerji veriyor.
Doğanın yeniden canlanması, köklerinden doğması ve var olanın korunabilmesi adına, her bireyin katkısı çok önemli. Yeter ki umudumuzu kaybetmeyelim. Bütün bunları yaparken aynı zamanda tüm dünyanın aynı gemide olduğunu ve daha sürdürülebilir bir gelecek için bütünsel düşünerek hep beraber olmamız gerektiğini unutmayalım. Nâzım Hikmet’in söylediği gibi; “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” Değiştirebileceğimiz bir geleceğe ve insanın, merkezinde değil parçası olduğu bir dünyaya inanmaya devam edelim.
İklim Yiğit – Çevre Mühendisi ve Atık Yönetimi Uzmanı
Hem ülkemizde hem de tüm dünyada atığın toplanmasında ve taşınmasında yaşanan sorunların ortaya çıkması, atık depolayacak alanların bulunamaması ve en önemlisi kaynakların gittikçe daha sınırlı hâle gelmesiyle atık yönetimi kavramı daha da önem kazandı. Bu kavram hayatımıza girdikten sonra atıkları döngüsel ekonomi prensipleriyle ikincil hammaddeye, yeni ürünlere veya enerjiye çevirmeyi başardık ancak atık yönetimi konusunda atladığımız çok önemli bir husus var: En iyi atık yönetimi, atığın ilk başta oluşmamasını sağlamaktır.
Atığı ilk aşamada kontrol altına alarak sonrasında yaşanacak olumsuzlukları önlemek mümkün. Şunu da atlamayalım; geri dönüşüm kavramı hayatımıza girdiğinden beri “Nasıl olsa geri dönüşür” diyerek daha fazla atık çıkarmaya başladık. Her geri dönüşümlü diye bilinen atığın çoğunun geri dönüşümünün olmadığını ve geri dönüşüm süreçlerinin de çevresel yükünün olduğunu unutmamak gerekiyor. Özetle atığı oluştuktan sonra yönetmeye, oluşmaması için politikalar geliştirmekten çok daha fazla vakit ayırıyoruz.
Kurumları harekete geçiren ve karar almasını sağlayan, toplumun talep ve ihtiyaçlarıdır. Örneğin, musluklarımızdan temiz su içmeyi talep etmemiz lazım. Sürekli pet şişeden su içmenin musluktan su içmekten daha güvenilir olduğuna inandırıldık. Halbuki dayatılan bu anlayıştan uzaklaşıp, yerel yönetimlerimize güvenmeyi öğrenmemiz ve bu taleple onları acilen harekete geçirmemiz lazım. Nasıl temiz hava hak ise, temiz su da haktır.
Doğaya saygılı, temiz içerikli ve güvenilir olanın tercih edilmesini sağlayan toplumsal bilincin hızla oluştuğunu düşünüyorum. Yakında elinde tek kullanımlık karton bardak taşıyan insanlar yadırganacak, sürekli alışveriş yapan ve tüketen kişiler garipsenecek ve bu durum bir toplum baskısı yaratacak. O yüzden tek kullanımlık karton bardakta kahve içiyorsanız başkaları sizi yargılamaya başlamadan önce düşünün: O bardak için 10 litreye yakın su harcandı, üstelik geri dönüşümü de maalesef mümkün değil.
Bir çevre mühendisi olarak iş ve özel hayatımda öğrendiğim her şeyi yediden 70’e herkesin anlayacağı şekilde aktarmaya ve duyurmaya çalışıyorum. Çevre, siyaset üstü bir konudur; kapsayıcıdır, sınırsızdır, bugünü ama en çok da geleceği etkiler. Kaynaklarımızı azaltmadan yarına aktarmayı garanti altına alan üretim şekillerine yönelmek bir seçim değil, bir zorunluluk olmalı; çünkü ancak bu şekilde gelecek nesillere temiz hava, içilebilir su ve yaşanabilir bir doğa bırakabiliriz.
Başak Yalvaç Özçağdaş – TEMA Vakfı Genel Müdürü
Geçen bu sürede ülkemizde doğa ve çevre farkındalığı arttı. Özellikle erozyon sorununa halkın dikkati çekildi ve ağaçlandırma konusunda bireylerin ve kurumların desteği sağlandı.
Biz insanlar, doğanın sahibi olmadığımızın, dünyanın diğer canlılarla paylaştığımız bir yer olduğunun ve doğaya verdiğimiz yükün farkına varmalı ve davranışlarımızı şekillendirmeyi unutmamalıyız. Açgözlülükten uzak, daha az tüketmeyi ve paylaşımcı olabilmeyi hatırlamalıyız. Şunu unutmamak gerek; gezegenimiz sağlıklıysa biz de sağlıklıyız. Günlük davranışlarımızı ve tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirerek karbon ayak izimizi azaltacak önlemler almalıyız.
Hiçbir zaman karamsar bakış açısına sahip bir insan olmadım. En zorlu zamanlarda dahi her zaman umudun varlığına inandım. Çaresiz olduğumu düşündüğüm bir anda, içimdeki inanç ve tutku bana umudun varlığını her zaman hatırlattı. Bu görüşüm TEMA Vakfı’nın varoluş amacıyla da bire bir örtüşüyor. Diktiğimiz her bir fidan, umut demek. Bu anlamda, bu topraklara da, burada yetişmiş ve yetişecek olan insanlara da güveniyorum. Toprak Dedemiz Hayrettin Karaca’nın dediği gibi; “İnanç her şeyi halleder. İnanırsak dünyayı kurtarmaya gücümüz yeter”.