Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Kraliçe Elizabeth’in 90. yaş kutlamaları sürerken Londra’ya edebi bir seyahat yapıyoruz.
Seyahat ve edebiyat kelimeleri yan yana geldiğinde genelde o hikayenin sonu benim için iyi bitmiyor.Albert Camus’nun 100. Yaş günü. Yıl 2013. Yekta Kopan İstanbul’dan bir grupla Paris’e geliyor. 3 gün boyunca Albert Camus’nün Paris’te günlerini geçirdiği yerlerde gezecekler, onun eserlerini yazdığı yerlerde okumalar yapacaklar. Ben Paris’te yüksek lisans yapıyorum. Bu etkinliği duyar duymaz geziyi düzenleyen organizasyon firmasına ve henüz tanışmadığım Yekta Kopan’a e-posta gönderip bu etkinliğe katılıp katılamayacağımı soruyorum. Hem Yekta Kopan hem de yapan organizasyon firması bir öğrenciyi kırmamak için ricamı kabul ediyor. Grup geliyor ve ilk akşam Camus’nün çok sevdiği La Coupole'de yemek yenecek (burası aynı zamanda Genel Yayın Yönetmenimiz @deborazakuto’yu moda haftası sırasında bir Chanel yemeğinde görmüş olabileceğiniz yer). O sıralar Paris’te yaşadığım için benim Paris metrosu uzmanı olduğumu düşünen turizm şirketi yetkilisi grubu restorana götüreceği yolu bana soruyor. Ben yorgun argın bir şekilde Paris’e varmış ve fazlasıyla karnı aç 15 kişilik grubu 10 dakikada gidilecek yere 1.5 saatte götürüyorum. Paris metrosunun derinliklerinde sanki 1.5 saat değil de 15 gün süren seyahati beraber yapıyoruz. Bu aşağıdaki görsel Paris metrosu yerine Londra Tower Hamlets’in oradaki metroya inilen sokak olsa da size anlattığım bu hikayeyi bitirmek için biraz daha Paris’te kalıyoruz.
La Coupole’e geldiğimizde geç kaldığımız için masamızı çoktan iptal etmişler. Zar zor yeni bir masa buluyoruz. Herkes artık uzun süredir beklediği yemek masasına kavuştuktan sonra uzun masanın ortasına geçip bir özür konuşması yapıyorum. Masada ses yok. Ardından nasıl özür dileyeceğime dair binbir senaryo geliştirirken sokaklara çıkıp çiçekçi arıyorum ama o da yok. Stresten ve üzüntüden sırılsıklam olmuş şekilde evime döndüğümde çareyi Camus’de arıyorum. Her şey onun yüzünden başlamıştı ve bana yine o yardımcı olacaktı. Evde onun kitaplarını karıştırırken beni bu durumdan kurtarmak için yazdığı sözü buluyorum: “Önümden yürüme seni takip edemeyebilirim, arkamdan yürüme sana yol gösteremeyebilirim, yanımda yürü dostum kal”. Sabah olunca bu sözü kağıtlara bastırıp bu tura katılan herkesin kaldığı otel odalarının kapılarının altından içeriye kaydırıyorum. Bu olay ardından yüzlerde yeşeren gülümseme oradaki bazı kişilerle arkadaşlığa ve dostluğa dönüşüyor. Artık her “Yekta Abi” dediğimde kalbimde bir sıcaklık yaratan, yazar, kültür - sanat duayeni, ifade ustası bu adam ve bana artık birer dost olacak İpekli Mendil yazarlarından Gülda Şahin ve Billur Özeke ile bu seyahati beraber geçiriyoruz. Gülda ve Billur bana Shakespare & Co’dan Küçük Prens’in dünyada (New York'ta) basılan ilk edisyonunu hediye ettikten sonra benim için seyahat ve edebiyat kelimeleri artık daha farklı bir biçimde yan yana geliyor. Hikaye artık çok daha güzel bitiyor. Ve ben şimdi yeni bir hikayeye tanıklık etmek için Londra’ya, Mike Bartlett tarafından yazılmış, Marianne Eliott tarafından yönetilen The Cock adlı oyunun prömiyeri için iniş yapıyorum.
Bu bir edebiyat seyahati. Bunu edebiyat seyahati kılan şey sadece bir oyunun prömiyerini izlemek için buraya gelişim değil. Virginia Woolf, E.M. Forster ve Vanessa Bell gibi yazarların da içinde olduğu filozof, düşünür ve yazarlardan oluşan Bloomsbury Set mensuplarının Londra'da zaman geçirdiği yerleri bu seyahatin durakları haline getiriyorum.
Zamanım kısıtlı olduğundan işe müzelerden başlıyorum. Aynı zamanda yazdıklarıyla da insanları başka dünyalara götüren Yayoi Kusama'nın TATE Modern'daki Sonsuzluk Odaları ilk durağım.
Yemekler de bu edebiyat seyahatine eşlik etmeli. Dolayısıyla seçimim Venedik'te Orson Welles ve Ernest Hemingway'in de müdavimi olduğu Harry's Bar'ın Londra versiyonu Mr. C. Tartışmasız şehirdeki en iyi affagato burada.
Umberto Eco bunu hep sordu: biz bir şeyi okurken gerçekten karşımızdaki kişinin yazdığını mı okuyoruz yoksa kendi referanslarımızla yeni bir anlam mı yaratıyoruz? Herkes aynı kelimeden aynı şeyi mi anlıyor? Bu seyahatin odağı kelimelerken Pangaia'nın kendi ismini ve anlamını sorduladığı kampanyası karşımda beliriyor.
Mike Barlett'ın oyununu izlemek yetmiyor. Şehre bir saat uzaklıkta olan Soho Farmhouse'ta bir kitap tanıtımı olduğunu öğrenince ilk trenle atlayıp oraya gidiyorum. Burası Londra'nın en iyi çiftliklerinden biri. Havuzu ve de açık alanı hafta sonlarını geçirmek için şehrin şehir dışında sunduğu en iyi seçeneklerden. Yıllardır bitiremediğim ama hep yanımda taşıdığım Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü bu sefer de bu aşağıda gördüğünüz arabada unutunca ilk defa kötü hissetmiyorum. Ne de olsa bu bir edebi seyahat.
Koştur koştur Londra'nın merkezine döndükten sonra kendimi bilmediğim sokaklara atıyorum. Evet kaybolmak bende bir alışkanlık (Ve ne yazık ki bazen de kaybetmek). Sokaklarda Kraliçe Elizabeth’in 90. yaş kutlamaları için hazırlıklar başlamış durumda.
Ve ben bu kısa seyahatimde bu seyahatin konseptine uygun bir yerde kalmalıyım. Bloomsbury Set'in geçtiği sokaklardan geçmek yetmez onların kaldığı yerde uyumalıyım. Bloomsbury Hotel'e giriş yaptığımda "Lütfen rahatsız etmeyin." kartlarının detayı dikkatimi çeken ilk şey oluyor. Her bir odanınkinde farklı bir yazardan bir söz var. Burası bütün tiyatroların olduğu bölgeye de yakın ve edebiyatın sahne sanatları ile olan ilişkisinin meşalesi sayılıyor. Otelin rahat yataklarından bahsetmeden olmaz. Bir yazar kafasını toparlayıp yazabilmek için iyi bir uyku çekmeli. Ya da tam tersi miydi, en iyi hikayeler en zor koşullar içinde mi yazılıyordu?
Edebiyat (biraz da) hikaye anlatıcılığıyla alakalı ise Londra'nın hikaye anlatma biçimlerinden biri de duvar kağıtları. Şehir dünyadaki en iyi duvar kağıdı mağazalarından bazılarına sahip. Bu konuya ilgiliyseniz House of Hackney talan etmeniz gereken duraklardan biri.
Edebiyattan konuşup da kağıt kalemden konuşmamak, Bond Street'in ikonik kırtasiyesi ve de günlük üreticisi Smythson'a uğramamak olmaz. Bazıları artık bilgisayara veya telefona yazıyor ama kağıt kalem tutmadan yapamayanların zorunlu durağı 131 - 132 New Bond Street. Bu defterler özel bir teknolojiyle "kuş tüyü hafifliğinde" şeklinde adlandırılan bir kağıttan üretiliyor. Öylesine ince ama kuvvetli sayfalarınız oluyor.
Edebiyatını yemek konusunda konuşturan kişileri de unutmayalım. Usta şef ve yemek yazarı Yotam Ottolenghi'nin Notting Hill'deki restoranına uğrayıp son kitabının bir kopyasını ediniyorum.
Uçak saatim gelip havaalanına doğru gitmeden önce şehrin profiline detaylıca bakıyorum. Birbiri yanına özenle dizilmiş yapılar. Birbirinden farklı ama birbiri yanında bütün duran binalar. Belki de bu edebiyatın sahip olduğu dinamiklerden biriyle de yakından ilgilidir: birbirinden farklı kelimeleri bir araya koyup bir bütün ve anlam yaratma cesareti.