Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Dünyanın dört bir yanından insanlar neden Afrika’ya gelince kendilerini “eve dönmüş” gibi hissediyorlar? Cevabı Kenya savanalarında buluyorum.
Afrika’yı ziyaret edenler bilir; bu kıtaya bir kez adım atanlar elbet bir gün oraya yeniden dönmek ister. Buraya gelmeden önce bunun sebebinin vahşi doğası, sıcakkanlı halkı ya da harika iklimi olduğunu düşünürdüm. Ancak bahsettiğim şey tam olarak güzel bir mekanı yeniden görme isteğiyle açıklanamaz. Soluduğum yumuşak havanın hafifliği, mideme giren sebzelerin tadı, günün her saati değişen gökyüzünün rengi… Burada her şey sanki tam da olması gerektiği gibi, doğru ve gerçek. Sanki gördüğüm, dokunduğum her şeyle ilk karşılaşmam değilmiş de, burası zaten benim evimmiş gibi içimi kaplayan bir tanıdıklık hissi… Bu anlattıklarım kulağa efsunlu gelebilir ama Calvin Cottar’a göre genetik hafızayla açıklanabilir bir durum. Calvin, Doğu Afrika’nın aynı aile tarafından işletilen en eski safari işletmesi Cottar’s Sarafi’nin dördüncü nesil üyesi. Onunla Maasai Mara’daki son akşam yemeğim esnasında ettiğimiz sohbette bahsediyor bu “Afrika etkisi”nden. Bilimsel bir dayanağı olmasa da bu tarif edilemez yakınlık hissinin kaynağı, aslında hepimizin köken olarak Afrika kıtasından geldiği gerçeği. Antropologların çoğunun görüş birliğine vardığı üzere, modern insan anatomik olarak yaklaşık 200 – 250 bin yıl önce Afrika’da evrimleşti. Benim Gamze olarak 250 bin yıl öncesini hatırlamam imkansız olsa da, DNA’m hatırlıyor olabilir! Çünkü hafıza, genetiğimize yazılıyor ve biz bu dünyadan göçüp gitsek de bizden sonraki jenerasyonlara aktarılıyor. Kısacası bu kıtaya geldiğimizde, evrimsel olarak “eve dönmüş” oluyoruz. Calvin’in söyledikleri beynimde bir ampul yakıyor! Üç günlük safari maceramın sonunda sanki tanımlayamadığım hisler anlam kazanıyor, taşlar yerine oturuyor. O zaman şimdi biraz geriye, hikayenin başına götüreyim sizi…
Sabah 5’te, dışarıdan gelen “Günaydın!” sesiyle uyanıyorum. Önümdeki üç gün boyunca kalacağım; 1920’lerin kaşif estetiğiyle nostaljik stilde döşenmiş çadırın düzeninden sorumlu Isaac, elinde bir tepsiyle çadırımın önünden bana sesleniyor. Bana getirdiği taze demlenmiş kahvemi yudumlayıp hazırlanmak için yarım saatim var. Sabahları safariye çıkmak için ideal saatleri kaçırmamalıyım zira yırtıcılar erken saatlerde daha “aktif” oluyormuş; bir diğer deyişle, avcılar için kahvaltı vakti! Safari rehberlerimiz Mako ve Salaj ile buluşuyorum, önümüzdeki üç gün boyunca onlardan safariye ve Maasai kültürüne dair pek çok şey öğreneceğim. Cottar’s bünyesinde iki ayrı mülk var; benim kaldığım kamp alanı 1920s Camp ve kalabalık ailelere ya da gruplara müstakil konaklama seçeneği sunan Bush Villa.
Gün ağarırken gözlerini yeni yeni açan gündüzsefası çiçeklerinin kapladığı çalılar arasında ilerlemeye başlıyoruz, sabah esintisinde burnuma ara ara keskin bir nane kokusu geliyor. Yolda gördüğümüz birkaç zebra ve antilop dışında ortalık şimdilik sakin. “Aslında safari herkesin sandığının aksine sadece hayvan görmekle alakalı değil” diye söze giriyor Mako: “Safari, doğada olmakla; doğanın sana getireceği sürprizleri karşılamak ve onları takdir etmekle ilgili. Biz burada etrafı gözlemliyoruz ve olup bitenleri yorumluyoruz. İşaretleri okuyarak hayvanların yerini belirlemeye ve onların bir sonraki hareketlerini kestirmeye çalışıyoruz.” Amaçları misafirlere Afrika’nın Büyük Beşli’sini (aslan, leopar, bufalo, fil ve gergedan) göstermek ya da listedeki her şeye “yapıldı” işareti koymak değil.
Aracın arkasında dürbünüyle çevreyi gözleyen Salaj, Mako’ya Svahili dilinde bir şeyler söylüyor. Direksiyonu vadiye doğru kırıyoruz, biraz sonra aracımız yavaşlıyor. Mako arkaya dönüp bize sessiz olmamız için eliyle işaret yapıyor. Ne olduğunu tam olarak anlamış değilim ama kalbim küt küt çarpmaya başlıyor. Biraz sonra önümüzdeki çalıların ardından dişi bir aslan, şişmiş karnıyla yanımıza doğru süzülüyor ve bir başka çalılığın gölgesine kendini yuvarlıyor. Biraz önce muhtemelen yakın zamanda arkadaşlarıyla avladıkları bufaloyu yediği için oldukça yorgun ve dinlenmeye ihtiyacı var. Bir yandan hissettiğim tedirginlikle oradan uzaklaşmak; diğer yandan tuhaf bir dürtüyle orada kalmak, hatta mümkünse bu görkemli canlıya daha da yaklaşmak istiyorum. “Üzgünüm ama daha fazla yaklaşamayız” diyor Mako ve ekliyor: “Tehlikeli olduğu için değil, daha çok yaklaşırsak aslanı rahatsız edebiliriz. Biz buraya onu görmeye gelmiş olabiliriz ama onun kişisel sınırlarına girmeye hakkımız yok.”
Sömürgeci bakışı ne yazık ki kanıksamış bir düzende yetişen biri olarak, Mako’nun bu saygılı tavrından etkileniyorum. Hatta biraz önce antroposentik bakış açısıyla aslana yaklaşma isteğimden ötürü kendimi içten içe ayıplıyorum. Doğaya; hayvanlara, bitkilere ya da insanlara karşı tahakküm kurmayan bir düzen var burada. Kampın organik bahçesinde yetiştirilen kabaklar, o kabakların filizlenip serpildiği verimli toprak, toprağın verdiğini toplayıp taşıyanlar, onları mutfakta bizim için özenle pişirenler, pişen yemekler sofradayken kimseye çaktırmadan hızlıca gelip onları tırtıklayan velvet maymunları… Herkes ve her canlı birbirine eşit, kimse kimseden üstün değil ve hepimiz birbirimize saygılı olmak zorundayız. Çünkü saygıyı kaybedersek bir arada var olmamız imkansız.
Bu yalın sürdürülebilirlik vizyonu, Cottar’s’ın kalbinde yer alıyor. Burasının misyonu, önümüzdeki 100 yıl boyunca sürdürülebilir olmak ve bunu yüz yılı aşkın süredir otantik, kişiselleştirilmiş bir safari deneyimi sağlamış olan aile geleneklerine sadık kalarak yapmak. Burası, başarılı bir işletme ile vahşi alanları koruma, sosyal girişimcilik ve toplumsal kalkınma arasında sürdürülebilir bir denge kurulabileceğine inanıyor. Motivasyonları, sadece kalacak bir yer sağlamaktan çok daha derine iniyor. Bütünsel sürdürülebilirliği sağlamaya kendini adamış, doğa temelli turizm işletmeleri topluluğu The Long Run’ın üyesi olarak, bu topluluğun “4C” yönergesi altında faaliyet gösteriyor: Conservation (Koruma), Community (Topluluk), Culture (Kültür) ve Commerce (Ticaret). Bu ne anlama geliyor? Burada her misafirin ziyareti, bölgenin korunmasına ve bölgede yaşayan toplulukların sosyal gelişim çalışmalarına doğrudan katkı sağlıyor. Bu çalışmalar arasında doğal çevrenin bozulmamış bir duruma getirilmesi, biyolojik çeşitliliğin yeniden oluşturulması ve korunması, kaçak avlanmanın önlenmesi, rehabilitasyon projeleri ve sağlık hizmetlerinin sağlanması yer alıyor.
Cottar’s’ın yukarıda saydığım alanlarda yaptığı katkılar bunlarla kalmıyor; kampta sunulan aktivitelerle misafirler kampın vizyonunu bire bir deneyimleme imkanı buluyor. Örneğin her akşam, yemeklerin yendiği ana çadırda şömine başında bir konu üzerine sunum eşliğinde sohbetler yapılıyor. Bu oturumlarda sürdürülebilirlik, vahşi yaşam alanlarını koruma, geri ve ileri dönüşüm, nesli tükenme tehlikesi altındaki hayvanlar, Maasai kültürü ya da kampın tarihi gibi konular hakkında bilgilendirmeleri ve Cottar’s’ın bu alanlardaki çalışmalarını dinleyebiliyor; merak ettiklerinizi sorabiliyorsunuz. Bu etkinliklerden benim için en büyüleyici olanı, Dorobo halkından Letilet Ole Yenko ile olan sohbetimizdi. Letilet, yakın bir tarihe kadar ömrünü savanalarda tek başına yaşayarak geçirmiş, eski bir avcı – toplayıcı. “Bunu söylemekten gurur duymuyorum ama şu ana kadar bu topraklarda avlamadığım hayvan olmadı; bunlara fil, aslan ve gergedan dâhil. Eskiden bunu yapıyordum çünkü köyde yaşayan ailemi geçindirmek zorundaydım ve başka bir yaşam tarzı bilmiyordum. Ama artık bilinçlendim ve avcılığın buradaki yaşamın devamlılığı için ne kadar kötü bir şey olduğunun farkındayım” diyor. Letilet bir süredir kampın kadrolu çalışanı ve deneyimini toplayıcılık yürüyüşlerinde doğada karşılarına çıkan bitkilerin işlevlerini anlatarak kamp misafirlerine aktarıyor.
Kampın ortaklarından Louise Cottar, bu tarz aktivitelerin amacını şöyle açıklıyor: “Lüks safariler ve ‘Büyük Beşli’yi görme deneyimi sıradan hale geldi. Gezginlerin bu unsurlara hâlâ değer verdiğine, ancak aynı zamanda daha amaçlı bir safariye katılmak istediklerini görüyoruz. Bu nedenle geçtiğimiz yılı, hem misafirlerimiz üzerinde hem de buradaki eşsiz biyoçeşitlilik ve yerel Maasai topluluğu üzerinde olumlu etkileri olan safari deneyimleri geliştirmekle geçirdik.” Bu deneyimlerin arasında; akbabaların rehabilitasyonunu öğrenmek, Maasai Mara’daki tamamı kadınlardan oluşan tek vahşi alanı koruma birimiyle zaman geçirmek, yerel yabani yiyecekleri toplayıp tatmak, Maasai topluluğuna ait köyleri gezmek ve eski bir Maasai avcısından ok kullanarak “savaşçı” eğitimi almak var.
Krem rengi çadırımın verandasına kurulmuş; geleneksel kanvas “çalı banyosu”nda rahatlarken, son üç gündür görüp deneyimlediğim her şey zihnimde dönüyor. Anneleri çalılarda otlarken kuyruklarından bir an olsun ayrılmayan sevimli fil yavruları, en ufak bir çıtırtıyla tedirgin oluveren hassas ceylanlar, yanlarından her geçtiğimde upuzun boyunlarını çevirerek bana selam verdiklerine inandığım zarif zürafalar, geceleri uzaklarda birbirlerine seslendiklerini duyduğum sırtlanlar… Yazar Karen Blixen, Kenya’da geçirdiği günleri anlattığı kitabı Out of Africa’da şöyle yazmış: “Bu havada kolayca nefes alıyorsun, yaşamsal bir güven hissini ve kalbin hafifliğini içine çekiyorsun.” Ne kadar şanslıyım ki şimdi bu satırlar bana çok tanıdık geliyor; hiç olmadığım kadar hafif hissediyorum.
Kamp alanından bizi Nairobi’ye götürecek pırpır uçakların olduğu alana doğru dönüşe geçtiğimizde, Mako ile pandemi döneminin burada nasıl geçtiği üzerine sohbet ederken; “Her şeyin aşısı çıkıyor, keşke hayatın da aşısı olsa!” diyor bana gülerek. Ne demek istediğini anlamıyorum, açıkçası aklıma gelen ilk şey, hayatın zorluklarına karşı dayanma gücü sağlayan bir aşı fikri oluyor. Böyle bir şeyi mi kast ettiğini soruyorum. “Hayır, hayır. Demek istediğim, sonsuza kadar yaşamamızı sağlayan bir aşı olsaydı keşke!” Şaşırıyorum; “Kim sonsuza kadar yaşamak ister ki?” diye soruyorum refleks olarak, Mako ise “Ben!” diye haykırıyor. Onun bu tepkisi ilk anda bana tuhaf gelse de, dürüst olmam gerekirse onun bu çocuksu coşkusunu, içini doldurup taşıran yaşam sevgisini epey kıskandığımı söylemeliyim. İşte tam olarak bu yüzden biliyorum ki bu, Afrika’ya son gelişim olmayacak. Bir gün ben de yeniden eve döneceğim.