Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.


10-14 Aralık 2025’te 12. edisyonuyla gerçekleşecek olan Mamut Art Project, “Mamut Limited Özel Seramik Seçkisi” ile, Türkiye’de seramik sanatının yükselen 6 genç ismine ev sahipliği yapıyor. Bu 6 ismi Vogue Türkiye'ye özel röportajlarıyla mercek altına alıyoruz.
Mamut Art Project, ilk edisyonundan beri Türkiye’nin genç, bağımsız ve disiplinlerarası sanatçılarını görünür kılan en önemli platformlardan biri oldu. Bu yıl 10-14 Aralık 2025’te 12. edisyonuyla Yapı Kredi Bomontiada’da sanatseverlerle buluşacak olan etkinlik, aynı zamanda Mamut Limited Özel Seramik Seçkisi ile, Türkiye’de seramik sanatının yükselen 6 genç ismine de ev sahipliği yapıyor.
Bu sanatçı seçkisi; Türkiye’de Füreya Koral’dan Alev Ebuzziya’ya, Elif Uras’tan Burçak Bingöl’e köklü bir geleneği olan seramik sanatının geleceğini öngörmek, yeni isimlerle tanışmak ve bildiğimiz isimleri yakından tanımak için ayrı bir önem arz ediyor.
Işın Sezgi Avcı, Zeynep Boyan, Sinem Ören, Nisan Talaz, Yalçın Yeşiltepe ve İbrahim Yıldızbaş, Vogue Türkiye özel röportajları ile kendilerini ve sanatsal pratiklerini anlatıyor.

Ben Işın Sezgi Avcı Şenler. İç mimarım, tasarımcıyım ve son yıllarda ağırlıklı olarak heykelsi mobilyalar, seramik işler üretiyorum. Bunun yanında, kurucusu olduğum şirketimde mimari projeler üretmeye devam ediyorum.
Üretimlerimde doğanın mikro ve makro ölçekteki formlarından, özellikle de biyolojik yapılardan ilham alıyorum. Tasarım disiplininin içinde uzun yıllardır yer alsam da seramik benim için sadece bir malzeme değil; sezgisel bir bağ, bir akış hâli. Mimarinin rasyonel ve fonksiyonel tarafıyla içimdeki heykelci yönü bir araya getiren bir alan gibi.
Mimari projelerimin dışında tekil mobilya ve heykel tasarımları çalıştığımda organik ve biyolojik formlara yöneliyordum. Nihai hedefim bu tasarımları geri dönüştürülmüş plastikten üretmekti. O dönem seramik aklımın ucundan bile geçmiyordu. Fakat bir noktada formu elde hissetme, ellerimle şekillendirme isteği oluştu, bunu seramik çamuruyla deneyimleyebileceğimi düşündüm.
Birçok seramik kursuna başvurdum. Mobilya ölçeğinde işler yapmak istediğimi söylediğimde “Büyük ürün yapamazsınız, çatlar. Diğer ürünlere zarar verir” gibi gerekçelerle, beş farklı stüdyo beni kabul etmedi. Sonunda, şu anda çok yakın dostum olan Tarık ve Gözde bana kapılarını açtılar ve deneme fırsatı verdiler.
Seramik fırınından işler çıkmaya başladığında, dokusu, ağırlığı ve tek bir malzemeyle yarattığı o çarpıcı etki sayesinde tasarımlarımın duygusunu ve karakterini en heybetli hâliyle taşıyabildiğini fark ettim. Sanki işlerimin aradığı ifade zemini buydu. Pek çok parça fırından kırık çıksa da malzemenin gücü ve karakteri beni hiç şüpheye düşürmedi. Tüm kusurlarıyla birlikte tereddütsüz bu malzemeyle yoluma devam etmek istedim.

Süreç çoğu zaman kendiliğinden gelişiyor ama arka planda mutlaka bir düşünce, eskiz ve araştırma döngüsü var. Bu üçü hep birbiriyle deviniyor. Bazen aklıma takılan bir biyolojik form oluyor ve onu araştırarak başlıyorum. Bazen rastgele çizimler yapıyorum ve o eskizlerde yakaladığım bir hareketin peşine düşüyorum. Kimi zaman da günlük hayatta hissettiğim bir duygu, formun ilk kıvılcımını veriyor. Büyük ölçekli ve teknik işlerde elbette daha kontrollü çizimler yapıyorum; ancak başlangıç ânı her zaman sezgisel. Formun nereye evrileceğini çoğu zaman malzemenin akışı ve elimle kurduğu ilişki belirliyor. Tıpkı doğadaki organik büyüme gibi...
En heyecan verici ânı, yeni bir tasarımın taslak hâlinden çıkıp gerçek ölçekte ellerimde şekillenmeye başladığı o ilk ân. Form ortaya çıkarken kalbim küt küt atar; “olacak mı gerçekten?” diye sorarım kendime.
En zorlayıcı aşama ise pişirim süreci. Çünkü seramik her zaman sürprizlidir. Ne kadar kontrollü olursanız olun, fırın bir karakter testidir. Bu kırılganlık hâli zaman zaman zorlayıcı olsa da aslında işin en büyülü tarafı da tam olarak bu belirsizliktir.
Son dönemde beni en çok etkileyen isim Iris van Herpen. Biyolojik yapılardan, akışkan formlardan ve bilim-sanat kesişiminden beslenen yaklaşımı bana çok ilham veriyor. Dünyayı algılayış biçimi, malzemeyi dönüştürme cesareti ve yarattığı o hareket hissine bayılıyorum.
Mamut’ta üç çalışmam sergilenecek: Quattuor, Orient ve Ecdysis. Her üçü de farklı bir tasarım yaklaşımından doğdu. Biri Asya estetiğinden, biri Afrika’nın geleneksel form dünyasından, diğeri ise tamamen biyoloji ve dönüşüm temasından besleniyor. Bu üç farklı eserin Mamut’ta ve bir köprü şehir olan İstanbul’da buluşması, benim için basit bir tesadüften çok daha anlamlı bir karşılaşma.
Uzun zamandır farklı disiplinlerle ortak bir tasarım laboratuvarı kurmayı düşünüyorum. Özellikle genetik ve biyoloji alanlarıyla temas ederek biyomimikriyi daha deneysel bir şekilde üretim sürecime dahil etmek istiyorum.
Bir diğer hedefim ise tasarımlarımı geri dönüştürülmüş plastikle üretmek. Plastiğin gezegeni kirletmesi, sorumluluk alınması gereken bir konu. Bu yüzden mobilyaların, hem depolama hem de işlevsel birer tasarım unsuru olarak bu malzemeyi dönüştürmek için çok uygun olduğuna inanıyorum.
Ve belki de en heyecan duyduğum fikir: Seramiği yalnızca bir obje ya da müdahale olarak değil, bir mekanın tamamen kurucu malzemesi olarak da kullanmak. Yani bir mekanı baştan sona seramik üzerinden tasarlamak. Malzemenin mekansal dilini bütüncül bir şekilde deneyimlemek, benim için gerçekten büyüleyici olurdu.

Ben Zeynep Boyan. Münih’te yaşayan bir seramik sanatçısı ve obje tasarımcısıyım.
Seramikle ilk tanışmam üniversite yıllarımda oldu; ancak bu alanda ilerleme kararı daha sonra, daha bilinçli bir arayışın sonucunda geldi. Ellerimle bire bir temas kurabileceğim, üretim sürecine doğrudan dahil olabileceğim bir malzeme arıyordum. Doğası gereği çamur bu ihtiyaca en iyi karşılık veren materyaldi. Seramiğe yönelme kararım da bu arayışla başladı. Atölye pratiği ve malzemeyle kurduğum bağ güçlendikçe netleşti. Bugün de beni en çok çeken şey, düşüncenin elde somut bir forma dönüşmesini çıplak gözle izleyebilmek.
Heykel işlerim biricik; kimi zaman bir çizimle başlasa da çoğu kez çamurla çalışırken kendiliğinden şekilleniyor. Seramikte çamur, üreten kişi kadar süreçte etkin bir unsur, boyutlar arasında kendi karakterini buluyor. Bu akışı seviyorum. Benim için çamurla çalışmanın en güzel yanı, malzemenin eser üzerinde “söz hakkı”nın olması. Bunu üretim ve tasarım aşamalarında olduğu kadar pişirim sürecinde de deneyimliyorum.
Tasarım objelerinde ise süreç biraz daha farklı ilerliyor. Bu objeleri kategorilere ayırıyor ve edisyonlu üretiyorum. Örneğin bu yıl lansmanını yaptığım masa lambası, hiçbir kalıp kullanılmadan tamamen elde şekilleniyor; biricik olduğu kadar edisyonlu bir iş. Yeni bir edisyon üretirken belirli oran ve proporsiyonlara sadık kalıyorum; bu nedenle edisyonlu işlerde süreç daha organize ve planlı işliyor.
Bir fikrin doğduğu ân ve onu hayata geçirme süreci, beni en çok heyecanlandıran kısım. Zihnimde tasarladığım bir işi çamurla şekillendirmek ve pişirip ona hayat vermek, yaptığım işe her gün daha çok bağlanmamı sağlayan muhteşem bir his. Bu sayede her sabah stüdyoya gitmeyi iple çekiyorum. Zorlayıcı aşama olarak ise fırınlama sürecinde ortaya çıkabilen beklenmedik sonuçları söyleyebilirim. Yine de bunun, deneyim ve bilgiyle riski azaltılabilen bir aşama olduğuna inanıyorum.
Opera sanatçısı Maria Callas, son dönemde beni derinden etkileyen bir isim. Maria by Callas belgeseli sayesinde ilk kez tanıştığım Callas’ın olağanüstü sesi, sahne disiplini ve güçlü duruşu filmde çok çarpıcı biçimde ortaya konuyor. Böyle bir kadın figürünü geç de olsa keşfetmek, benim için son derece ilham verici.

Pedestals
Projede yer alan işlerim, yıllardır üzerinde çalıştığım Pedestal heykel serisinden. Bu seri, çeşitli estetik biçimleri keşfetme arayışımdan doğdu. Her eser elde şekillendiriliyor ve stoneware çamurunda orta derecede pişiriliyor. Denge, gerilim, negatif alan ve hareket üzerine kurulu, biyomorfik heykellerden oluşuyor.
Mamut Art Project’te sergilenen işleri, özel pigmentlerle zenginleştirdiğim killerle ürettim; geleneksel Anadolu ebru sanatına bir atıfla, ebru motiflerini anımsatan dokularla heykelsi formları öne çıkarmaya çalıştım. Hem üretim yöntemi hem de ilham kaynağı nedeniyle bu seri benim için ayrı bir yere sahip.
Evet. Gözümü kapattığımda beni heyecanlandıran bir solo sergi hayalim var. Geometrik ve biyomorfik formları bir araya getirdiğim, daha büyük ölçekte işler ürettiğim bir sergi. Bu hayalimi gerçeğe dönüştürmek için her gün çalışıyorum.

Ben Sinem Ören. İstanbul doğumluyum. 2013 yılında Maryland Institute College of Art’ta Seramik Sanatları lisansımı tamamladım. Yaklaşık on yılı aşkın süredir seramikle aktif olarak üretiyorum. Amerika’dan döndükten bir süre sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde yüksek lisansa başladım ve bu programı tamamladım. Şu an yine MSGSÜ’de sanatta yeterlik doktora sürecime devam ediyorum. Seramik pratiğim, yıllar içinde hem kişisel dönüşümlerimi hem de beden–ruh ilişkisi, ritüel, taşıyıcılık ve dönüşüm gibi kavramları merkeze alıp daha geniş bir düşünsel alanı kapsayan bir yolculuğa dönüştü.
Küçüklükten beri el işine ve elle şekil verebildiğim tüm alanlara büyük bir merakım vardı. Seramikle profesyonel anlamda tanışmam ise üniversitenin ikinci yılına denk geliyor. O yaz, eski Mimar Sinan hocalarından İrfan Aydın ile tanışma şansım oldu. Seramiğin yalnızca teknik bir alan değil; aynı zamanda rahatlatıcı, meditatif ve iyileştirici bir yanı olduğunu o süreçte fark ettim. Daha önce pişirim ve sır süreçleri bana yoğun ve hatta biraz ürkütücü geliyordu. Fakat akışta kalmayı, malzemeye teslim olmayı ve onunla birlikte nefes almayı o dönem öğrendim. Seramikle aramdaki bağ aslında tam da bu noktada derinleşti.
Süreç aslında iki yönlü ilerliyor; biri diğerini sürekli tetikliyor. Bazen bir form, bazen bir müzik, bir metin veya zihnimde beliren bir imgeler bütünü beni harekete geçiriyor. Bu ilk tetiklenmenin ardından düşünsel örüntüler oluşmaya başlıyor. Ancak özellikle büyük formlar söz konusu olduğunda başlangıca göre daha planlı bir süreç yürütüyorum: maket aşaması, çizimler, yüzey denemeleri ve sır testleri mutlaka üretimin parçası hâline geliyor. Yine de her şeyin merkezinde sezgi ve malzeme ile kurduğum içsel diyalog var.
Benim için en heyecan verici, en yüksek hisleri barındıran aşama kesinlikle modelleme süreci. Formun ilk kez ortaya çıktığı, kilin bedenleşmeye başladığı o anlar, çok güçlü. Çoğu zaman eserin nihai halde nereye doğru evrileceğini sezgisel olarak bu aşamada anlayabiliyorum. Zorlayıcı taraf ise çoğunlukla sır süreci oluyor. Küçük bir parçada çok sevdiğim bir etki, büyük bir forma geçtiğimde aynı duyguyu vermeyebiliyor. Bazen yüzey, formu “yutuyormuş” gibi geliyor, bazen de tam tersi bir uyumsuzluk hissi oluşuyor. Yüzey ile form arasındaki o ideal dengeyi bulma arayışı, hâlâ üretimimde araştırmayı en çok sevdiğim şey. Yine de iyi bir pişirimden sonra fırını açtığımda hissettiğim heyecan ve mutluluk, bütün sürecin ödülü gibi.
Son dönemlerde özellikle Anne Wenzel’in işlerine yoğun bir ilgi duyuyorum. Yüksek lisans tezim için kendisiyle görüşme fırsatım olmuştu ve Folia sergisindeki işlerinden birini canlı gördüğümde malzemeyi nasıl bu kadar güçlü, duygusal ve usta bir dile dönüştürdüğünü daha iyi anladım. Malzeme ve mekan ilişkisini zorlayan sanatçılar her zaman dikkatimi çekiyor. Bu bağlamda Anders Ruhwald da benim için önemli bir isim. Ayrıca Heidi Lau’nun ruhani ve estetik dokusunu, Woody De Othello’nun karakteristik form dilini ve Elmar Trenkwalder’in barok spirütel yoğunluğunu da çok ilham verici buluyorum. Kendi pratiğimde de beden, ruh, taşıyıcılık ve ritüel kavramlarıyla uğraştığım için, bu sanatçıların malzemeye dair cesur tutumları zihnimi sürekli besliyor.

Reflection
Vazo karakterlerimden biri, bütün bir kışı atölyemin kapısının yanında, örümceklerin arasında geçirdi. Sonra onu içeri aldım ve bir tür yeniden yapılandırma sürecine girdik. O dönem Seren ve Ekin ile iletişimdeydim; onlarla konuşmak üretim sürecimdeki soruları berraklaştırmama yardımcı oldu. Bu süreçte üçleme fikri doğdu. Üç kavram seçtim: Ruh, Beden, Bilinç. Bir yandan da yaşamın taşıyıcı kolonları gibi düşündüm onları. Serinin ilk parçası olan Reflection, kafamda en net belirlenen iş oldu. Yüzleşme, o dönem kendi hayatımda da yoğun şekilde deneyimlediğim bir temaydı. Üretirken atölyede sürekli Elio D’Anna’nın Tanrılar Okulu kitabını dinledim; bazı bölümleri tekrar tekrar... İçimdeki dönüşüm, hatırladığım eski öğretiler ve eserin gittiği yön arasında müthiş bir rezonans oluştu. Bu seriyi çok seviyorum; bazen içinde yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Serinin zirve noktasının Convergence olduğunu düşünüyorum ama Inward hâlâ yürüdüğüm, zorlayıcı ama gerekli bir yol.
Seramik ana pratiğim olsa da çizim benim için her zaman özgür bir alan. Özellikle mürekkep çizimlerimde detayların içinde kaybolmayı, başka boyutlara açılan küçük kapılar yaratmayı seviyorum. Yakın gelecekte, sürreal vazo-insan karakterlerinin perspektifinden bir tür varoluş destanı anlatan kapsamlı bir çizim serisi üretmek istiyorum. Belki ileride bu çizimlerin bazılarıyla seramik formlar arasında yeni bir ilişki kurarak melez bir sergi dili de oluşturabilirim.

Ben Nisan Talaz. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölümü’nden 2015 yılında mezun oldum. Mezuniyet sonrasında farklı üretim atölyelerinde tasarım ve üretim bölümlerinde çalışarak, pek çok malzemeyle deneyim kazanma fırsatım oldu. 2020 yılında kendi atölyemi kurdum ve o günden bu yana Eskişehir’de üretimlerimi sürdürüyorum. Doğayla kurduğum bağ, varoluşa dair merakım ve insan psikolojisine olan ilgim, heykellerimin temelini oluşturuyor.
Seramikle tanışmam, malzemeyi ilk kez elime aldığım anda hissettiğim o doğrudan temasla başladı. Çamurun sıcak, canlı ve dönüşebilir yapısı beni hemen içine çekti. Zamanla bunun yalnızca bir üretim yöntemi değil, benim için bir ifade biçimi olduğunu fark ettim. Malzemeye her dokunduğumda kendimi daha özgür hissettikçe bu alanda ilerleme kararım netleşti.
Genellikle süreç kendiliğinden akıyor. Beni yönlendiren şey o anki ruh hâlim, malzemeyle temasım ve doğadan taşıdığım izlenimler oluyor. Nadiren, taslak hazırladığım çalışmalar da oluyor ama esas yaratıcı etki, çamurun beni götürdüğü yerde ortaya çıkıyor. Doğal bir akış ve sezgisel bir ilerleyiş benim için her zaman daha gerçek.

En heyecan verici kısmı, formun ilk kez kendini göstermeye başladığı an. Parçanın nefes aldığı, karakter kazandığı o süreç beni her zaman büyülüyor. En zorlayıcı aşama ise bitişe en çok yaklaştığım dönem; en küçük detayın tüm süreci değiştirebildiği o ince denge. Üretimin en hassas ama en öğretici tarafı.
Tek bir isim vermek zor. Özellikle doğa, dönüşüm ve insan psikolojisi üzerine çalışan sanatçıların üretimleri beni her zaman etkiliyor. Bende karşılığı olan şey, bir eserin duyguyu ne kadar taşıdığı ve ne kadar samimi hissettirdiği. Bunu hissettiğim her iş, bende iz bırakıyor.
Mamut’ta yer alan eserlerim, benim için hem kişisel bir dönüşümün hem de doğayla kurduğum bağın yansıması. Bu çalışmaların merkezinde insanın kırılganlığı, iyileşmesi ve yeniden var olma hâli var. Doğanın döngüsünden ve toprağın taşıdığı sıcaklıktan ilham alıyorlar. İzleyicinin kendi hikayesini ekleyebileceği, temas ettiği anda tamamlanan parçalar.
Evet, uzun süredir üzerine düşündüğüm daha kapsamlı bir seri var. Ölçek olarak daha büyük, mekansal olarak daha bütünsel bir anlatı kurmak istiyorum. Doğanın iyileştirici gücünü insanın içsel dönüşümüyle birleştiren, izleyicinin yalnızca baktığı değil; içinde dolaştığı, dokunduğu, hissettiği bir sergi fikri beni çok heyecanlandırıyor.

Ben Yalçın Yeşiltepe. Tasarımcı ve seramik sanatçısıyım. Yaklaşık 10 yıldır aktif olarak seramik malzeme üzerinde çalışıyorum. Lisans eğitimimi Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi- Seramik ve Cam Bölümü’nde tamamladım. Aynı süre boyunca yürüttüğüm İç Mimarlık bölümünde de yan dal programını bitirdim. Güzel Sanatlar’daki eğitim hayatım, bugün ürettiklerime yol açan bir başlangıç noktası oldu benim için. Mezuniyetimin hemen ardından İstanbul merkezli bir stüdyo kurdum. Bugün bu stüdyo, hem sanatsal pratiğimi sürdürmemi sağlayan hem de ortağı olduğum Yel Studios isimli uluslararası bir tasarım markasına eşlik eden bir alan.
Şu anda zamanımı büyük ölçüde stüdyonun etrafında şekillendiriyorum. Çalışma rutinim, seramikle ilişkim ve üretimlerim en büyük önceliklerim. Çok çalışıyor olmaktan çok keyif alıyorum. Seramik ile kurduğum yaşantının beni her gün biraz daha disiplinli, titiz ve düzenli yaptığını görüyorum. Yıllardır aynı malzemeyle çalışıyor olunca birbirimizi iyi eğittiğimizi düşünüyorum. Bugün kendimi sorguladığımda değer üretebilmek ve paylaşmak beni en çok tanımlayan şey.
Seramikle yolculuğum 2016 yılının eylül ayında Seramik ve Cam Bölümü lisans eğitimine başlamamla oldu. Seramik benim için bir anda verilen bir karar değil; tanıştığım ilk günden itibaren hiç kopmadığım, giderek derinleşen samimi bir ilişki. Fakat neyi yapmayacağımı anladıkça, kendimi seramiğin içerisine daha çok girmiş buldum.
Lisans öncesinde çok baskın olmasa da iç mimarlığa dair bir ilgim vardı ve bu merakımı, aynı fakültede İç Mimarlık bölümünde yan dal yaparak giderdim. Üniversite yıllarım, Seramik bölümünün bahçe katı ile İç Mimarlığın en üst katı arasında yaşadığım yoğun bir koşturmacayla geçti. Bu süreç bana iki disiplin arasındaki farkları net bir şekilde gösterdi; sonuçta ruhumu besleyen yerin seramik atölyesi olduğunu anladım.
Ortaya çıkarmak istediğim her şeyin mutlaka bir eskizini yapıyorum. Çünkü süreç, düşünceden başlıyor. Hatta çoğu zaman kimi programların yardımıyla bilgisayar üzerinde çeşitli varyasyonlar hazırlıyorum. Seramik her ne kadar planlara teslim olmayan bir malzeme olsa da, eğer bir proje üzerinde çalışıyorsam her eserin belli bir plan ve programa sadık kalarak ilerlemesine çok özen gösteriyorum. Bir eser serisine başlayacağım zaman, yönümü bir plana göre çiziyorum. Fakat ucunu açık bırakıyorum ki beni yeni deneyimlere götürebilsin.

Hayal ettiğim eser, üç boyutlu hâliyle karşımda belirdiği zaman heyecanlanıyorum. İlk adımda bir düşünce, eskiz, küçük çamurdan maket mutlaka oluyor fakat hayalimi elle tutulur bir hacimde gördüğümde, hissiyatı başka oluyor.
Üretim sürecinde eserin aradığım sonuca en yaklaşan hâlini, henüz renksizken, ortaya çıkacak nihai formdan farklı bir boyutta, derinlikte ve yüzeyde görürüm. Ardından “Bu eser fırından çıktıktan sonra rengi yaklaşık böyle olacak, ebatı şu kadar küçülecek, bu bölgede öngörmediğim çatlaklar ve kırılmalar ortaya çıkabilir. Tahmin ettiğim kılcal çatlaklar fırında ilerlerse, şu noktada bir kırılma yaşanabilir. Yine de istediğim görüntüye ulaşabilecek miyim?” gibi birçok düşünceyi aklımdan geçirerek, eserleri 1300 dereceye kadar ulaşan seramik fırınına yerleştiriyorum. Tüm bu endişeli düşüncelerin eşliğinde fırını çalıştırıyorum. Sanırım sürecin en zorlayıcı ânı tam olarak burası.
Seramik malzemenin yıllar içerisinde beni getirdiği noktada malzemeye izin veriyorum. Benim türlü düşünce ve emekle yaptığım her bir dokunuşu, fırın atmosferinde pişerken oluşabilecek her türlü tepkimeye ve değişime açık bırakıyorum. O sebeple malzemenin de kendi sözünü söyleyebilmesini değerli buluyorum. Seramiğin, kendi içinde çok zengin bir dili olan eşsiz bir malzeme olduğuna inanıyorum. Bu potansiyeli benim bilinçli ve bilinçsiz müdahelelerimle malzemenin doğal sürecine bırakarak ortaya farklı karakterler çıkarmasını istiyorum.
Son dönemde katıldığım sergilerde beni derinden etkileyen bir eserle karşılaşmadım, fakat genel olarak sanatçı Elif Uras ve Burçak Bingöl’ün eserlerini, anlatılarını çok beğeniyorum ve ilham alıyorum. Fakat beni işleriyle derinden etkileyen sanatçı Seçkin Pirim’in heykelleriyle ne zaman karşılaşsam, güçlü bir etki hissediyorum. Herhangi bir seramik malzemesiyle eserlerini görmesem de kendi üslubundaki yalın malzeme, derinlikli anlatım, malzemeyi kullanma biçimi ve eserlerinin taşıdığı karakter beni etkiliyor.
Sergide yer alan eserlerim, uzun süredir üzerinde çalıştığım serinin benimle birlikte gelişen ve her aşamada evrilerek olgunlaşan bir devamı niteliğinde. Her bir parça kendi başına bağımsız bir eser olsa da aslında bütünden ayrı düşünülemeyen, birbirini tamamlayan bir kapsam içinde izleyiciyle buluşuyor.
Deneysel süreç boyunca malzemeye bilinçli ya da sezgisel olarak uyguladığım müdahaleler, onu kimi zaman deformasyona açık bir hâle getiriyor. Bu kontrollü belirsizlik içinde malzemenin kendi yolunu bulmasına izin veriyorum. Ortaya çıkan yeni deformasyonlarla birlikte yeni karakterler ve kimliklerle eserlerin yeniden doğmasını sağlamaya çalışıyorum. Aslında bütüne baktığımızda tüm eserler, benim için bitmeyen bir arayışın ve merakın sembolü. İzleyicinin de bu meraktan beslenerek eserleri içselleştirmesini, onlardaki tedirginliğe ve derinliğe dokunarak duyusal ve dokunsal bir bağ kurmasını hedefliyorum.
Hayalini kurduğum pek çok proje mevcut. Mamut Art Project’te yer alan eserlerin bu süreçte evrilerek daha olgun ve daha derin anlatılarla, yeni form ve yüzeylerde yeniden hayat bulacağına inanıyorum. İlk adım olarak, şu anda bir solo sergi üzerine çalışıyorum.
Bireysel pratiğimin yanı sıra Yel Studios çatısı altında ortağım iç mimar Elif Aybüke Turgut ile yoğun bir süreç yürütüyoruz. Zanaat, tasarım ve kişisel sanat üretimlerimizi aynı merkezde buluşturmak, hem bizi hem üretim biçimlerimizi hem de etrafa yaydığımız enerjiyi sürekli besliyor. Elif’in sürdürülebilirlik ve biyo-bazlı malzemeler üzerine devam eden araştırmaları da bu yaratıcı süreci önemli ölçüde zenginleştiriyor.
Tüm bu birikimle, önümüzdeki dönemde Türkiye’de ve Avrupa’da hem sanat hem tasarım alanında daha görünür olmayı, çeşitli kurumlarla yeni işbirlikleri geliştirmeyi ve yaratıcı ortaklıklara imza atmayı hayal ediyoruz. Bu yolculuğu paylaşmak ve yeni üretimlere dönüştürmek, bizim için büyük bir heyecan kaynağı.

Ben İbrahim Yıldızbaş. Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi-Seramik ve Cam Bölümü mezunuyum. Yaklaşık 15 yıldır seramik üretiyorum. Eğitimin ardından farklı atölyelerde geçirdiğim üç yılın sonunda kendi atölyemi kurarak üretim pratiğimi derinleştirdim. Bugün hâlâ aynı tutkuyla, formu ve çamuru yeniden yorumlamaya devam ediyorum.
Seramikle tanışmam üniversite yıllarımda, hayatın beni hiç beklemediğim bir yöne çektiği bir dönemde gerçekleşti. Tercihlerim hep süreç içinde değişti. Lisede aşçı olmak isterken grafik okudum, grafik tasarımı okumayı planlarken kendimi seramik bölümünde buldum. Başta bir merak ve deneme amacıyla başladığım bu yolculuk, kısa sürede hayatımın merkezine yerleşti. Mezun olduktan sonra herhangi bir yön arayışı yaşamadan seramiğin bana ait bir alan olduğunu, üretmenin bende doldurulamaz bir boşluğu tamamladığını fark ettim.
Bazen uzun süre biriktirdiğim eskizlerden, bazen de tamamen içgüdüsel bir sezgiden besleniyorum. Özellikle kendimi dünyadan biraz çekip yalnız kaldığım dönemlerde, süreç daha kendiliğinden akıyor ve o akışta ortaya çıkan formlarla daha güçlü bir bağ kuruyorum. Benim için yaratım, planlanmış bir düzen ile spontane bir sezginin arasında duran bir alan.

En heyecan verici ân, sıfırdan başlamış bir eserin tamamlanma noktasına ulaştığı o son bakıştır. “Evet, bu da tamamlandı” dediğim o ân, üretim sürecimin en tatmin edici kısmı. En zorlayıcı aşama ise her seramikçinin ortak hikayesi: Fırın. Eserin ateşle karşılaşma ânı her zaman belirsizlik taşır; kimi zaman kırılır, kimi zaman bambaşka bir forma bürünür. Bu bilinmezlik zorlayıcıdır ama aynı zamanda, seramiğin büyüsünü de buradan aldığını düşünüyorum.
Japon sanatçı En Iwamura, üretim pratiğiyle beni uzun zamandır etkileyen isimlerden biri. Tarzlarımız benzemese de onun form anlayışı, ölçekle kurduğu ilişki ve yaratım sürecindeki özgürlük hâli, zaman zaman kendi sınırlarımı zorlamama ilham oluyor.
Mamut Art Project’te yer almak, benim için hem kişisel hem de sanatsal bir eşik niteliğinde. Bu serideki işlerimi üretirken, zihnimde bir hayalin görsel karşılığını kuruyordum. Bugün bu eserlerin burada izleyiciyle buluşması, hayallerimin yıkıldığı bir yerden yeniden doğuşun mümkün olduğunun somut bir göstergesi. Bu seride aslında toparlanmanın, yeniden başlamanın ve kendini yeniden kurmanın hikayesini paylaşıyorum.
Uzun vadede birbirine bağlı birçok proje hayal ediyorum. Her seri, bir öncekinden beslenen bir zincirin halkası gibi. En çok arzuladığım şey ise totemlerimi Uzak Doğu’ya taşımak; Çin, Japonya veya Güney Kore’de bir sergi açmak benim için önemli bir hedef. Çünkü o coğrafyanın seramik kültürü, kendi üretim dilimin gelişiminde büyük bir ilham kaynağı.