Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Uzun yıllardır New York’ta yaşayan ve Proenza Schouler’ın kurucuları olan ikili, artık Paris’teki yeni üslerinden efsanevi bir İspanyol modaevini yani Loewe’yi devralıyor.
Bir deri numunesine âşık olmak mümkün mü? Önceden öyle düşünmezdim ama Paris’te bu sıcak Haziran gününde, Lazaro Hernandez’in ona tutkuyla bakışını görünce fikrimi sorguluyorum. “Resim gibi görünüyor, değil mi? Suluboya gibi ya da Rothko’nun renkleri birbirine karışma şekli gibi… Ama değil, bak, bunlar deri katmanları. Tekniğin adı aslında eski, skiving deniyor ama bu yepyeni bir uygulama…” Hernandez böyle heyecanla anlatırken sanki harika bir ilk buluşmadan sonra arkadaşına nefes nefese rapor veriyormuş gibi görünüyor. Bu sırada Jack McCollough, hem işte hem hayatta ortağı olan Hernandez’in yanında, aynanın karşısında bir bucket çantayı deniyor (“Bu duruş nasıl?”) ve Loewe tasarım ekibinin üyeleri onları izliyor.
McCollough (en solda) ve Hernandez, Loewe ofislerinde yerleşiyor. Fotoğraf: Annie Leibovitz. Moda Editörü: Jack Borkett. Vogue, Eylül 2025.
Ocak ayında Hernandez ve McCollough, 23 yıl önce Parsons School of Design’da öğrenciyken kurdukları markaları Proenza Schouler’daki görevlerinden ayrıldıklarını duyurdu. Nisan ayında ise yetişkinlik hayatları boyunca bildikleri tek şehir olan New York’taki yaşamlarını toparlayıp Paris’e uçtular; artık Loewe’nin yeni kreatif direktörleriydiler. Onlarla Place Vendôme yakınlarındaki modaevinin Paris merkezinde buluştuğum gün, eşyaları hâlâ kutuların içindeydi, evleri ise 7. Bölge’de kısa süreli kiraladıkları bir daireydi. McCollough’nun dediği gibi “gerçek bir yer” bakmaya pek vakitleri olmamıştı; çünkü uluslararası bir lüks modaevinin yaratıcı kontrolünü üstlenmek başlı başına zaman alan kapsayıcı bir görev. Yalnızca markanın geleceği için bir rota çizmekle kalmıyor, aynı zamanda ofiste yolunu öğrenmek de gerekiyor. Nitekim Hernandez bana ofisi gezdirirken şaşkınlıkla, “Bir dakika, bu katta mutfak mı varmış?” diyor. Hernandez ve McCollough, yeni ya da yarı-yeni işlerinde ortamı tanımaya çalışan birçok tasarımcıdan sadece ikisi.
Bu yıl moda tarihinde dönüm noktası olarak anılacak gibi görünüyor. Sanki tüm göstergeler bir anda çevrilmiş ve en büyük isimler, topluca, yeni bir bakış açısına ihtiyaç duyduklarına karar vermiş gibiler. Yalnızca Eylül ayında gerçekleşecek 2026 İlkbahar/Yaz defilelerinde bile bir düzine markanın başında yeni tasarımcı olacak. Bazı taze yüzler de sahneye çıkacak; örneğin Michael Rider, Hedi Slimane’in ardından Celine’in kreatif direktörü olarak perde arkasından öne çıkıyor. Başka yerlerdeyse tam bir koltuk değişimi söz konusu. Mesela Matthieu Blazy, Chanel’deki görevlendirilmesinden önce Bottega Veneta’da çok seviliyordu; Hernandez ve McCollough’un Loewe’deki selefi Jonathan Anderson ise Dior’a geçti. Bir iki sezon geriye sardığımızda bu değişimlerin ritmi neredeyse deprem etkisi yaratıyor: Chloé’de Chemena Kamali, Givenchy’de Sarah Burton, Tom Ford’da yeniden sahneye çıkan Haider Ackermann… Liste uzayıp gidiyor, hem de epey uzun.
“Son birkaç sezondur Avrupa’da bu çok belirgindi. Artık bir döngünün sonundayız,” diyor Moda Operandi’nin kurucu ortağı Lauren Santo Domingo. “Ve sürekli Jack ve Lazaro’nun burada olması gerektiğini hissediyordum zira yeni bir enerjiye ihtiyacımız var ve onlar bulundukları yeri daima ileriye taşıyor.”
Moda dünyasındaki büyük değişimden geçen tüm tasarımcılar arasında, Hernandez ve McCollough, daha önce bir lüks modaevinde çalışmamış tek ikili. Altın kaplama mekanizmanın nasıl işlediğini görmemişlerdi. İlk kez Madrid dışındaki Getafe’deki Loewe fabrikasını ziyaret ettiklerinde hayran kaldılar. “Bazı insanlar orada 50 yıldır çalışıyor, onlar en inanılmaz zanaatkârlar,” diyor McCollough. “Ve bu yüzlerce insan bize bakıyor ve diyor ki: Tamam, sizin için ne üretebiliriz?”
“Bence bu çılgın olacak,” diye tahmin ediyor W dergisinin genel yayın yönetmeni ve uzun yıllardır tanıdığı arkadaşı Sara Moonves, Hernandez ve McCollough’un Loewe’deki ilk koleksiyonunu değerlendirirken.
“Onları gördüğümüz tek yer Proenza oldu,” diyor Moonves, “yani spor giyime odaklanan bağımsız bir Amerikan markası.” “Yaratıcılıkları, merakları, malzeme ve teknik konusundaki incelikleriyle Loewe’nin arkasında böyle bir makine varken nereye varacaklar?”
Moonves merak eden tek kişi değil. Hepimiz Loewe’deki vizyonlarının nasıl görünüp hissedileceğini ve günümüzdeki moda ortamında nerede konumlanacağını sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu tahmin yürütme, bana sadece kıyafet, çanta ve ayakkabı üzerine değilmiş gibi geliyor. Yine de o alanda bile, Loewe’nin merkezinde dolaşırken, basın ekibinin askılarına asılı koleksiyonların Anderson tarafından tasarlanan son parçalar olduğunu fark ediyorum ve çok fazla ipucu bulamıyorum. Bir moodboard görüyorum; belirsiz. Hernandez ve McCollough liderliğindeki Loewe’nin geleceğine dair görünen tek ipucu, Hernandez’in hayranlıkla anlattığı yaklaşık altı inçlik deri numunesi. Fısıltı kadar ince şeritler, bu yeni skiving tekniğiyle birleştirilmiş, böylece tek bir kesintisiz süet renk alanı gibi görünüyor.
İlgili bir başka ipucu da, Hernandez’in bana tanıttığı ve beş yıl boyunca bu süreci geliştirmek için Getafe’deki zanaatkârlarla çalışarak intarsia benzeri bir etki yaratmayı başaran Camille adında bir tasarımcı. “Harika, değil mi?” diyor McCollough, yanlarına gelerek. Çoğu zaman ikilinin daha suskun olanı o. Ama gözleri her şeyi anlatıyor: O da aşık olmuş durumda.
“Her zaman sadece bizdik, birbirimizin enerjisini paylaşıyorduk ve şimdi, beş yılını harcadığı bir tekniği bize getiren biri var...” McCollough, başını şaşkınlıkla sallayarak cümlesini bitiremiyor. “Böyle bir şeye hiç erişimimiz olmamıştı.” Daha sonra öğreneceğim ki, o ve Hernandez bu skived deri tekniğini ilk koleksiyonlarına dahil etmişler ve Hernandez’in de dediği gibi, “tam bir hikaye anlatmak” için çantalarını, ayakkabılarını ve hazır giyim parçalarını birbirine bağlamada rol oynuyor.
Bu, onların hikayesi; rahat, parkalardan ve jean’lerden tişörtlere ve ötesine uzanan, Amerikan spor giyimi diliyle yazılmış bir hikaye. Ama bu hikaye başka hiçbir yerde yazılamazdı; sadece burada yazılabilirdi.
Hernandez ve McCollough, McCollough’nun itirafına göre, Loewe görevine başlamak için Paris’e taşınana kadar şehirde hiç “ciddi zaman” geçirmemişlerdi. Onlarla şehirde dolaşırken, her yeri adeta turist gibi kocaman açılmış gözlerle inceliyorlar. İkisi de Fransızca bilmiyor. Ama atölyelerinde çalışırken veyahut işe odaklandıklarında kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar. Ama aynı zamanda büyülenmiş de gibiler. Başka bir deyişle, mutlu görünüyorlar.
Bu da bir başka ipucu. Neşe, yaratıcılığın harika bir güdüsüdür ve bu genellikle kıyafetlere de yansır. Modaevindeki ruh hali çok Loewe: “Zihinsel ama oyunbaz,” CEO Pascale Lepoivre bana böyle özetlemişti bir sohbet sırasında. McCollough ve Hernandez’in nereye gideceklerini kendisinin de bilmediğini itiraf etmişti. “Eğer her şeyi zaten biliyorsak, ne anlamı olur ki?” diye sordu Lepoivre. “Değişimin tüm amacı şaşırtmaktır.”
Peki biz tam olarak neyi bekliyoruz? Günün sonunda Hernandez ve McCollough’dan, Loewe’den, hatta bu tüm yeni tasarımcılardan ve moda resetinden ne istiyoruz? Santo Domingo ile konuştuğumda, modada hâkim olan bir belirsizlik duygusundan söz etti. Söz konusu belirsizlik hem sektörün içinden biri olarak hem alışveriş yaparken hem de sosyal medyada sürekli scrolling yaparken bir tüketici olarak hissettiği bir şey. “Herkes bir sonraki adımı bekliyor gibi ama o adım henüz gelmiş değil.”
Sanırım onun bahsettiği, 21. yüzyıla özgü yeni bir deneyim: sıradan ürünler veya içeriklerle boğulmanın getirdiği aynı anda hem durgunluk hem de huzursuzluk hissi. Eğer yarım saat boyunca kanallar arasında gezinip sonra televizyonu kapattıysanız ne demek istediğimi anlarsınız. Çok fazla seçenek var ama bir şekilde izlemek istediğiniz hiçbir şey yok.
Loewe, bu kasvetli tablonun istisnası zira Jonathan Anderson yönetiminde geçen on yılda gelirini dört katına çıkardı. Bu da gösteriyor ki insanlar bilindik zevklerine boyun eğen moda yerine onları küçümsemeyen, keşif duygusu uyandıran tasarımlar istiyor. “İnsanlar keşfetme hissine ihtiyaç duyuyor,” diyor Lepoivre. Ve Anderson, koleksiyonlarında, kampanyalarında, markanın zekice kurgulanmış TikTok paylaşımlarında, yıllık Loewe Foundation Craft Prize’ı başlatmasında, her zaman ilginizi çekmeye cesaret ediyordu. Şimdi hayranları, onun Loewe mirasının iyi ellerde olup olmadığını merak ediyor. Hernandez ve McCollough bunu biliyor, ama baskıyı dikkate almamaya kararlılar.
“Bize faydası yok,” diye vurguluyor McCollough.
“Tersine,” ekliyor Hernandez.
“Buna bir sürecin başlangıcı olarak yaklaşıyoruz,” diye devam ediyor McCollough. “Çok kişi büyük fikirlerin kutudan çıkar çıkmaz gelmesini bekliyor ama Jonathan’a bakın: Loewe’nin bugün olduğu hâlini bir gecede yaratmadı. Bu ilk sezon için önemli olan, ruh halini doğru yakalamak…”
“Ve uydurma bir ruh hali değil,” diye ekliyor Hernandez. “Sanki bize göre ama modaevinin kurallarından da süzülmüş gibi. Biz, ama Loewe.”
Bu sohbeti yaparken aynı anda Paris’te dolaşıyoruz. Moda tarihi açısından bu şehirde yazılmamış çok az şey var. Bu iki Amerikalı erkeğin kendilerini o tarihe yazıyor olmaları ne kadar da çetrefilli bir zaman. Moda, çevresindeki dünya ile birlikte evrilir ve o dünya dalgalandığında bu dalgalanmaların öngörülemez etkileri olur.
Hernandez, McCollough ve ben, modada birlikte olgunlaştık ve bizim kuşağımız büyük ölçüde bir gösteri dönemi oldu. Artan bir heyecan ve gürültü, sosyal medyada paylaşmaya uygun kıyafetler, ticari açıdan en uç noktaya kadar optimize edilmiş podyumlar… Çünkü iş perspektifinden bakıldığında, çantaları Rusya’da, Çin’de veya Dubai’de satmak önemliydi. Bu, anlık etki ve viral yayılmayı temel alan küreselleşen bir dönemdi ve markaların kitlesel etki peşinde koşması mantıklıydı.
Size şunu sunuyorum: O dönem artık sona erdi. Sadece artan tarifelerden veya yükselen milliyetçilikten bahsetmiyorum. Bahsettiğim, küçük göstergeler: Lepoivre’nin laf arasında belirttiği gibi artık Loewe’nin birkaç yıldız ürüne güvenip bunların dünya çapında en çok satan hâline gelmesini bekleyememesi gibi. “Eskiden her yerde aynı olurdu,” diyor. “Şimdi, Japonya’dan Avrupa’ya, Amerika’ya kadar farklı zevkler, farklı trendler hatta farklı işlevsel beklentiler var. Örneğin Japonlar hâlâ cüzdan alıyor, çünkü hâlâ nakit kullanıyorlar. Bu yüzden daha yerel ve daha hassas olmak gerekiyor.”
Dünya gözlerimizin önünde yeniden şekillenirken lüks modanın bütünü de yeniden icat edilmek üzere gibi görünüyor. Nasıl üretildiği ve satıldığı; insanların hayatında ve kültürde oynadığı rol; kreatif direktörün rolü… Tüm bunlar evrilecek. Gösteri bir şekilde başarılı olacak ama nasıl?
“Oldukça ince birçok tekniği zorluyoruz ve bundan hoşlanıyoruz. Bunu insanların tam olarak bir fotoğraftan anlamayacak olmasından hoşlanıyoruz.”
Bunu McCollough söylüyor ve yaz boyunca kendisiyle ve Hernandez ile tekrar buluştuğumda bir ipucu daha veriyor. Koleksiyon artık şekilleniyor ve ofisteki akşamlar uzuyor. Çoğu zaman neredeyse saat 23.00’e kadar eve varmadıklarını söylüyor McCollough, “ve sonra akşam yemeği olarak sokaktaki küçük marketten alınmış yumurta yiyoruz” diyor. (Yine 7. Bölge’de, yine kısa süreli kiralık bir ev. “Hâlâ bakıyoruz,” diye ekliyor McCollough.)
7. Bölge’yi seviyorlar: sessizliği; nefes alabilirliği; balık, ekmek ve peynir satan küçük, sahibinin işlettiği dükkanları seviyorlar. Koleksiyonlarının da yaşanabilir olmasını istedikleri şekilde, anın hissi ile “gerçek” hissi arasında bir denge kuruyor. “Yumuşaklık,” “duygusallık” ve “sıcaklık” gibi. Görmek değil, hissetmekle ilgili kelimeler üzerinde konuşuyorlar. New York City’nin gözde isimleri olabilirlerdi ama Hernandez ve McCollough, gösteri çağı ile pek uyumlu değillerdi: Bir Proenza Schouler koleksiyonu asla yüzünüze vurmazdı. Bunun yerine sizi nüanslarıyla, kesim, renk, malzeme ve yapı detaylarının titiz düzeniyle çekip, bunların bir tavır ve yön ortaya çıkarmasına izin verirdi.
“Başından itibaren bir kadının ‘cool’ gardırobu ne olur sorusuna dair çok net bir fikirleri vardı ve bu tamamen kendilerine aitti,” diyor Art + Commerce başkanı ve eski Vogue dijital kreatif direktörü Sally Singer. “Ve şu anda onlara şunu söylerdim: Kimsenin yeni kıyafetlere ihtiyacı yok. Eğer her şeyi hazır giyimdeki mükemmelliğe yüklerseniz ve insanların bu kombinleri baştan ayağa alacağını düşünürseniz, başka bir on yılda yaşıyorsunuz demektir. Bunu, onların başlarda yaptıkları çizgili T-shirtleri hâlâ giyen biri olarak söylüyorum: Hâlâ dayanıklılar.”
Proenza Schouler’ın harika genç yetenekleri McCollough ve Hernandez, 2004 CFDA/Vogue Fashion Fund sunumunda modellerin yanlarında yer alıyor. Fotoğraf: Arthur Elgort, Vogue, Kasım 2004.
Singer, ayrıca 2004’te Proenza Schouler’a ilk ödülünü veren CFDA/Vogue Fashion Fund jüri komitesinin de bir üyesiydi. O zaman onlara güvenmişti, şimdi de güveniyor.
“Ayakkabılar, çantalar, kırmızı halı, jean, spor giyim konusunda içgüdüleri çok iyi. Loewe’de, birinin özel hissetmesini sağlayan bir dünya yaratabilirler,” diye devam ediyor Singer. “Bir çanta aksesuarı, bir mum, objeler... Bence kreatif direktör olarak şu anki görev bu: İnsanların markanızla etkileşime geçmesini sağlamak, hatta hiçbir şey satın almadıkları zamanlarda bile.”
17 Nisan 2015’te, Hernandez ve McCollough, New York City’deki Alliance Française’de Singer ile bir konuşma yaptı. Lüks bir modaevinde çalışma olasılığı sorulduğunda, McCollough, birden fazla kez kendilerine teklif götürüldüğünü ve sunulan kaynakların cazip olmasına rağmen “şu anda en önemli olan Proenza Schouler,” diye yanıtladı. Yaklaşık on yıl sonra, neredeyse aynı tarihte, ikili çalışma vizeleri ellerinde Paris’e giden uçaktaydı.
“Bu bir dürtüydü,” diyor McCollough. Markalarının 20. yılı gelmiş geçmişti. “Ve sormaya başlamıştık: Bu mu yani? Bir hayatın bölümleri olmalı, bu bizim tek bölümümüz mü? Tabii ki Proenza Schouler için kalbimizde özel bir yer var ama 19 yaşımızdan beri yaptığımız tek şey bu oldu. Ve kreatif direktörler olarak, biraz şöyle bir hâl almaya başlamıştı: Belki de söylememiz gerekeni söyledik.”
İki on yıl boyunca Hernandez ve McCollough, kalıcı bir Proenza Schouler marka dili oluşturdu. Şimdi atanan ama henüz açıklanmamış yeni tasarımcının bunu nasıl yorumlayacağını merak ediyorlar. Yönetim kurulu üyeliğini sürdürüyorlar ve McCollough’un belirttiğine göre “sorular için hazırlar.”
Bunun dışında, tamamen bir kopuş söz konusu.
“Biz oldukça duygusuzuz,” diyor Hernandez.
“Kendi arşivimizi bile hiç ziyaret etmedik,” diye ekliyor McCollough.
“Ama moda böyle bir şey: Sırada ne var?” diye sonuçlandırıyor Hernandez.
Ev hasreti çekmiyorlar. Hem birkaç arkadaşlarını Paris’e yanlarında çalışmaya getirdikleri için hem de diğer pek çok arkadaşlarının şehre sık sık uğraması nedeniyle arkadaşlarını da özlemiyorlar. Loewe merkezindeki günümüz, Centre Pompidou’daki dev Wolfgang Tillmans sergisinin ön gösterimine yapılan ziyaretle sona eriyor. Burada, Hernandez ve McCollough, Art Basel’e giderken şehirden geçen birkaç arkadaşlarından biri olan sanatçı Nate Lowman ile buluşuyor. Ofisten ayrılırken, tamamen tesadüfen, McCollough’un kız kardeşinin eski bir arkadaşıyla karşılaşıyoruz. “Paris’te her zaman biri vardır!” diye haykırıyor Hernandez.
Jack ve Laz sanki beni de buraya taşınmaya ikna etmeye çalışıyormuş gibi geldi. Onların eve dönüş yolculuğu, Tuileries Bahçeleri’nden geçerek yapılan bir yürüyüş ve ardından, bu yaz sonu gecelerinde, Sol Bank’a köprüden geçerken Seine Nehri üzerinde gün batımını izlemek. Hafta sonları: sanat ya da bir saatlik uçuşla Londra, Alpler, St. Tropez. İki saat mi? Dünya onların istiridyeleri.
Baskı yapıyorum: “Hiçbir şeyi özlemiyor musunuz?” Soruyu düşünüyorlar.
“Sanırım eğer ikimizden biri bunu tek başına yapsaydı farklı olurdu; bu, korkutucu olurdu,” diyor McCollough.
Hernandez başını heyecanla sallıyor. “Kesinlikle. İşte bizi özel kılan da bu: Nereye gidersek gidelim, birlikteysek, evimizdeyiz.”
Loewe hakkında ilginç olan şey, bir anlamda hem LVMH’nin en eski hem de en genç lüks markası olması. 1846’da Madrid’de bir grup deri ustasının kolektifi olarak başlamış; Hermès daha eski ama fark çok değil. Loewe, modern döneminin büyük bir kısmında, çanta ve deri ürünlerle uğraşan, saygın bir İspanyol markası olarak bilinirdi. Ardından 2013’te Jonathan Anderson geldi ve Loewe’yi bugün bildiğimiz esprili ve uluslararası bir lüks modaevine dönüştürdü. Bu bakış açısıyla, Loewe 179 yaşında ve aynı zamanda 12 yaşında sayılabilir. Anderson’ın yerine geçen herkes, Loewe’nin gelişmekte olan, tasarımcıya özgü gençliğini ve içindeki ihtişamlı şekilde eski olan İspanyol kökenlerini kucaklamak zorundaydı. Lepoivre’e göre, Hernandez ve McCollough lehine verilen tavsiyelerden biri, İspanyol kimliğinin ne kadar güçlü bir şekilde yankı bulduğuydu: “Diğer tasarımcıların nasıl oynayacağını bilmediği bir şey bu.”
Ailesi İspanya kökenli olan Hernandez, bu yönün markada biraz kaybolduğunu düşünen Lepoivre ile hemfikir. “O kültürün bir canlılığı ve pozitifliği var, bu da markanın havasına yansıyor. Yüksek moda ama eğlenceli,” diyor. “Ama eksik bir not var; bir beden hissi, cazibe unsuru değil, o başka bir şey; ama bir cilt, bir ten hissi… Bilmiyorum, sadece İspanyol’luk gibi.”
“Solarite mi?” diye ekliyor McCollough. “Güneş gibi, sıcak gibi, ama aynı zamanda dans, yemek var. Karşılanıyorsun, bolca sarılma. Ruhsal bir his var.”
Yine de, ilk koleksiyonlarının etrafında konuşurken, Hernandez ve McCollough’un deneyimsel terimlerle konuştuklarını gördüm. Bunun bir kısmı, koleksiyonun nasıl görüneceğini henüz bana anlatmak istememelerinden kaynaklanıyordu; örneğin, parlak paletlerinin “solarite” hissini biraz daha gizli tutmak için. Ama aynı zamanda, bunun sebebinin somutluğa verdikleri değer olduğunu da düşünüyorum.
Hernandez ve McCollough, Getafe’de hâlâ kullanılan yüzyıllık el dikişi tekniklerinin her birini ve Loewe laboratuvarında geliştirilen tüm yüksek teknoloji deri işlemlerini memnuniyetle anlatıyorlar. Onları markaya bağlayan ve eski ile yeni Loewe’yi bir araya getiren şey zanaat.
Moda için çözümün tamamen el işçiliğine dönmek olduğunu söylemek çok cazip: lüks, lüks olsun; biraz yavaşlayalım. Bu, Hollywood’u düzeltmenin çözümünün daha iyi filmler yapmak olduğunu söylemek gibi bir şey. Peki öyle mi olacak? İnsanların hâlâ bu filmleri izlemeye gitmesi gerekiyor.
Büyük modaevlerinde yaşanan görev değişimlerinin tek başına, bu yönsüzlük hissinden bizi kurtarabileceğinden emin değilim. Tekno-kapitalist toplumumuzun doğası, bize seçeneklerin fazlasını sunmak; ve bence günümüz kreatif direktörünün karşılaştığı zorluk, bunu nasıl durduracağını bulmak. İnsanlar anlamsız seçenekler istemiyor. Tasarımcıların artık yapması gereken, alışveriş yapanlara gerçek seçimler sunmak: bir anlık parmak ucu dokunuşu ile sonraki paltoya, sonraki çantaya, sonraki ayağı kaydırmak yerine ilham veren, canlı ve yeni hissettiren, derin bir arzu ve özlem uyandıran ürünler sunmak.
Bu neyi gerektiriyor? İçgüdüm bana öyle söylüyor ki bu an, tasarımcıların bakışlarını gökyüzüne dikip ayaklarını yere sağlam basacak şekilde hareket etmelerini gerektiriyor. Ustalıkla ve giyilebilirliği ön planda tutarak hayata geçirilmiş, cesur, ayırt edici vizyonlar; böylece onların işine dokunduğunuzda, bunun sevilmek ve uzun ömürlü olması için tasarlandığını anlayacağınız işler. İşte o zaman bir lüks ürünün değerinin fiyatına gerçekten değdiğini hissedersiniz.
Hernandez ve McCollough, gerçekten de bu iş için doğru kişiler olabilir. Onlarla buluştuğumda, yeni atölyelerinin sınırlarını test ettikleri bir dönemdeydiler.
“Burası büyük bir eğlence evi gibi, oynayarak, işleri ne kadar eğlenceli hale getirebileceğimizi görerek vakit geçiriyoruz,” dedi Hernandez. Ancak bir ay sonra, oyun zamanı yavaş yavaş sona eriyor.
“Şimdi koleksiyonu gözden geçiriyoruz, kontrol altına alıyoruz,” diye anlatıyor Hernandez.
Paris’teki Amerikalılar. Bu pratik yaklaşım, sadece Loewe’nin bir sonraki bölümü değil, moda dünyasının ileriye dönük yolu olabilir: Gösterişin panzehiri, gerçekliktir.
“İstiyoruz ki insanlar bu kıyafetleri arzulasın,” diyor McCollough. “İstiyoruz ki, insanlar içinde yaşadıklarını hayal edebilsin.”
Saç & makyaj: Jillian Halouska. Prodüksiyon: AL Studio. Set Tasarımı: Mary Howard.