Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
“O giyimine çok özen gösterir”, “Üstüne başına pek dikkat eder”, cümlelerini bir tasvir olarak sıkça duyuyoruz. Esas soru ise bunları duyduğumuzda kafamızda nasıl bir siluet canlandırdığımız.
Fotoğraf: Santi de Hita Moda Editörü Loreto Quintanilla
1990’lı yıllarda ve 2000’lerin başında erkek egemen sektörlerde çalışan kadınlar, kadın olmanın onları ekibin saygısından mahrum bırakacağı kaygısıyla ortama uyum sağlamak için erkek gibi giyiniyor, saçlarını kısacık kestiriyordu. Günümüzdeyse bu stereotipin tam anlamıyla tersine şahitlik ediyoruz. Bonnie Marcus, Forbes için yazdığı bir makalede özellikle teknoloji şirketlerinde yüksek pozisyonlarda çalışan kadınların feminist bakış açılarını ifade etmek için yüksek ökçeli ayakkabılar ve vücut hatlarını ortaya çıkaran parçalar giymek zorunda hissettiklerini, bu davranış biçiminin ise “feminen feminizm” olarak adlandırılabileceğini ifade ediyor. Plazada çalışanlar ya da yolu oraya düşenler şahit olmuştur ki birçok şirket, kadınları günlük mesaisinde “salaş” görünmemek için topuklu giymenin zorunlu tutulduğu sıkı giyim kodlarına maruz bırakıyor. Öyle ki ofise sadece “serbest giyim günü” ilan edilen cumaları sneaker’la gelebilen kişi sayısı az değil. Pandemi öncesi düşünüldüğünde, sabah güne daha erken saatte başlanıp belki de birkaç vasıta değiştirilerek ofise varılan yolculuklar, yürüyerek çıkılması gereken yokuşlar, merdivenler ve ardından oturarak ya da koşturarak tamamlanan uzun mesailer ve ardından yine meşakkatli bir eve varış serüveni… Her gün tekrarlanan bu düzende konfor bireyin öncelikli hakkıyken, iş yaşamının –kabul edelim ki pek de mantıklı olmayan– kuralları gereği oldukça rahatsız giysilere ve ayakkabılara mahkum edilen pek çok kadın, özgürlüklerinin, yaratıcı düşüncelerinin ve verimli çalışma potansiyellerinin bu sebeplerden olumsuz etkilendiğini ifade ediyor.
Almanya’nın en köklü finansal yatırım şirketlerinden birinde, oldukça erkek egemen bir ortamda iki sene boyunca çalışan Eda Eker Reizoglou zamanında kırmızı oje sürdüğünde bile ironik laflara maruz kaldığını, o günden sonra daima natürel tonlarda oje tercih ettiğini söylüyor. “Öyle bir şirkette resmi giyim kurallarına uymazsanız ciddiye alınmazsınız. Mesela jean giydiğiniz günlerde size stajyer öğrenciymişsiniz gibi davranılır, toplantılarda görmezden gelinirsiniz. Söylediklerimin duyulması için topuklu ayakkabılar giyer, daima blazer ceketlerle işe gelirdim, canlı renklerden kaçınırdım ki tek kaygımın ‘giyim kuşam’ olduğu düşünülmesin, benim de işimi ne kadar önemsediğim anlaşılsın” diyor Reizoglou. Ona göre, her gün monotonlaşan ve üniforma hâline gelen bu giyim stili hem günlük konforu etkiliyor, hem de motivasyon düşürüyor: “Şirkete istifamı verdikten sonra, o iki sene içinde giydiğim bütün blazer ceketleri verdim ya da sattım. O parçaları bir daha görmek bile istemiyordum.”
Günümüzde hâlâ süregelen bu altı boş dayatmaların sebebi, işe gösterilen özen ve hassasiyetin giydiklerimizle yansıtıldığına dair ilkel inancın oldukça canlı bir şekilde varlığını sürdürmesi. Uzman Klinik Psikolog Sinem Pirinalı, dış görünüş ve giyinme stiliyle ilgili cinsiyet normlarına bakıldığında, kadınların topluma uyum sağlama ve dışlanmama düşünceleriyle “feminen” kalıpları uygulama zorunluluğu hissedebildiğini söylüyor: “Örneğin; iş ilanlarında bahsi geçen ‘prezantabl’ görünüm kadınlar için feminen giyim tarzına işaret ediyor ve özellikle iş görüşmesine gidildiğinde açıkça vurgulanabiliyor. Bu durumda kadın için iki seçenek kalıyor; ya bu kalıba uyacak ya da işi reddedecek. Maalesef buna benzer kalıplar, kişinin benlik kavramını zedeleyip kendini baskı altında hissetmesine neden olabiliyor.”
Bir diğer sübliminal zorbalık ise sosyal ortamlarda ya da ikili diyaloglarda kendini çok da uluorta belli etmeksizin dönüyor. Birini tasvir ederken sıkça kullanılan tasvirler: “O pek bakımlıdır, kendisine çok özen gösterir”, “çok şık, çok stil sahibi bir kadın” ya da “biraz süslen, kendine gel, kendine saygıdır bu” gibi cümleler hedef aldığı kişiyi daima ve daima daha feminen görünmeye, makyaj yapmaya teşvik eder nitelikte. Dışarı çıkmak için bir saatten fazla zaman harcayabilirsiniz, saçınızda doğal ve vahşi bir dalga yakalamak için birçok ürün kullanabilirsiniz, makyajınızın “varla yok arası” görünmesi için ciddi çaba sarf edebilirsiniz… Ya da bol kesim jean pantolonunuza konçlu Conserve’in mi yoksa çok renkli Nike AirForce’un mu daha çok yakışacağına kafa patlatabilirsiniz… Üzerinize hangi renkte bir erkek tişörtü geçireceğinizi arkadaşlarınıza danışarak netleştirebilirsiniz ama sonuçta, sokağa çıktığınızda toplumun dayattığı “şık, özenilmiş” görünümü karşılamadığınız için bu sıfatları taşımaya maalesef hak kazanamıyorsunuz. Zira bu görünmez madalya, kendini belli eden bir makyaj, yapılı bir saç, elbiseler, etekler ve hatlarınızı belli eden üstler görmek istiyor. “Özenli” ve “şık” betimlemeleri, yanlarına otomatik olarak yerleştirilen “seksapalite” ve “feminen”lik eşantiyonlarıyla birlikte satılıyor. Nasıl ki ünlüler günlük görünümleriyle kameralara “yakalandığında”, görüntüler büyük harflerle “salaş hâli gözlerden kaçmadı” başlıklarıyla servis ediliyor ya da kendisini moda otoritesi ilan eden sosyal medya hesapları yeri geldiğinde göğüsleri asimetrik durduğu için bile bir kadını yerme hakkını kendinde bulabiliyor, toplum da kendi kriterlerine uymayanları görünmez bir baskıyla sıkıştırıyor, kendi estetik anlayışına çekmeye çalışıyor.
Yüksek moda markaları günümüzde trend’ler aracılığıyla cinsiyetler arası sınırları silikleştirmeye, hatta kaldırmaya başladı. Kadın ve erkek koleksiyonları bir arada sunuluyor, ürünler cinsiyet kategorilerine ayrılmadan satışa konuluyor. Bu çerçevede yakalanan eşitlik, kadınların üzerindeki feminen giyinme baskısını azalttığı kadar, erkeklere yakıştırılan maskülen görünümleri yavaş yavaş da olsa dayatma olmaktan çıkarıyor. Uzman Klinik Psikolog Sinem Pirinalı’ya göre sosyal ve kültürel öğretilerin cinsiyet normları üzerindeki etkisini değiştirmek zor olsa da, imkansız değil. Bu konuda farkındalık kazandıkça, bakış açımızın değişeceğini söylüyor. “Cinsiyet odaklı giyim stillerine yönelik yargılar geçmişe oranla farklılaşmış olsa da, bu konuda biraz daha yolumuz var gibi görünüyor. Gerek modadaki yeni akımların gerekse değişmekte ve gelişmekte olan çağın bir etkisi olarak, ‘süslenmek’ yalnızca kadına feminen kodlarla atfedilmiş bir dayatma olmaktan çıkacaktır.”