Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Editör Nathan Heller’la sohbet eden Bottega Veneta’nın yeni kreatif direktörü Matthieu Blazy için tarih ve mirastan istifade etmek, ilerlemenin tek yolu.
İlkbaharda bir perşembe akşamı, Venedik’teki San Marco Meydanı’na yakın Hotel Danieli’nin lobisi, pencerelerine vuran alacakaranlıktan silkinerek göz kamaştıran bir gece elbisesiyle canlanıyor. Sarı takım elbiseli ve muhteşem drapeli elbiseleriyle kadınlar, mobilyalar arasında salınıyor. Erkeklerse çarpıcı ayakkabılarıyla taş zemini ve Eski Dünya kilimlerini arşınlıyor. Gezginler göz alıcı ve tez canlı; ele avuca sığmayan enerjileri kanalların kenarlarından taşıyor. Değişmeyen şehir Venedik, yepyeni bir enerjinin hakimiyetine girmiş görünüyor.
Bottega Veneta’dan Matthieu Blazy birden belirip otelin ana merdivenlerinden dönerek inip aşağıdaki kalabalığa yaklaşıyor. Boyu uzun ve açık kestane rengi saçları kısa kesilmiş; taba rengi ve bol kesim (önü açık ve kolları kıvrılmış kruvaze ceketli) bir yaz takımıyla siyah tişört giyiyor. Ayakkabıları yumuşak dokuma deriden ve tavrıysa berrak bir özgüven saçıyor. Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru, 37 yaşındaki Blazy, birçok insanın göz önünde saklandığına inandığı kariyerinin yeni döneminde, Bottega Veneta’nın kreatif direktörü olarak atanıyor (Blazy ile yakından çalışan sanatçı Sterling Ruby; “Düşündüm de, zamanı gelmişti” diyor). Okul yıllarında Raf Simons’un işe aldığı Blazy, daha sonra Maison Martin Margiela ve Céline’de çalışarak piyasaya dair pragmatik kavrayışıyla ve iddialı sanata duyduğu ilgiyle isim yapıyor. Bottega Veneta’da dümene geçmeden önce Blazy, geçtiğimiz yıl aniden görevden ayrılan Daniel Lee’nin ardındaki ikinci isim olarak markanın tasarım direktörü pozisyonunda görev alıyor; anlattıklarına göre terfiden sonra çalışma alışkanlıklarında pek bir değişiklik olmamış. (“Ekip olarak çalışmayı seviyorum” diyor. “Ürünlere bakıp fikirlerini söyleyenlerden değilim.”) “Çalışma biçiminin eşitlikçi bir yönü var” diyor Blazy ile birlikte koku tasarlayan sanatçı Anne Collier. “Benmerkezci, hiper-narsist veya ulaşılamaz bir diva gibi davranmıyor.” Simons: “Matthieu’nün tanıştığım en tatlı insanlardan biri olduğunu düşünüyorum.”
Görünen o ki Blazy aynı zamanda ayak uydurması zor bir adam. Danieli’deki kalabalık büyüdükçe birden ortadan kayboluyor; otelin ufak yan kapısından kaçıp kendisini bekleyen kanal taksisine gidiyor. Hava serin ve rıhtımdaki alçak bulutlardan yağmur atıştırıyor. Bir zamanlar Venedikli bir gümrük idaresine ev sahipliği yapan, merak uyandırıcı ve üçgen çıkıntı Punta della Dogana’da taksi rıhtıma yanaşıyor. Blazy kıyıya çıkıp, 2000’li yılların başında Bottega Veneta’yı şirketi Kering’in bünyesine dâhil eden François Pinault’nun sanat koleksiyonunun müzesi görevini üstlenen bir binaya yöneliyor. Venedik Bienali’nin arifesindeyiz ve Bottega, mühim davetlileri için bir yemek düzenliyor. Sanatçı Bruce Nauman’ın hazırladığı video eser, galerinin beyaz duvarlarından ikisini kaplıyor ve gece, törenlerin kendine has taze atmosferiyle dolu: Lüks holding en yeni ve uzun zamandır gizlediği prensini nihayet tanıştıracak.
Mevcut görevine gelişinden bu yana Blazy’nin yaklaşımı, online sosyal çevreden nefes alabilmek adına özgüllüğe ve sanata yönelmek oldu; kendi deyimiyle, “Daha önce beş bin defa influence edilen bir şeyi kaç influencer tanıtabilir?” Nihayetinde lüks, kalıcı kalite demek. “Karar mekanizmasında birden çok ömrün derinliği var; zamanın ve mekanın dışında bir şey” diyor Blazy’nin işlerinin ilk hayranlarından Ye (eski adıyla Kanye West). “Günümüz hype-sonrası Instagram döneminde, derin bir bağa sahip insanların platforma ışık tutmasının fazlasıyla önemli olduğunu düşünüyorum. Bence sıfırlamanın zamanı geldi.”
Yemek sırasında Blazy ayağa kalkıp alçakgönüllü bir hoş geldin konuşması yapıyor; sıra tatlıya geldiğinde tekrar gözden kayboluyor. “Yeni bir şehre girip otelden çıkmak ve etrafta yürümek dünyada ev sevdiğim his” diyor ertesi gün, 18’inci yüzyıldan kalma ve zamanın zarifçe yıprattığı bir kahveci olan Caffè Florian’da kahvesini yudumlarken. Yemekten sonra sabah saat üçe kadar arkadaşlarıyla dışarıda olduğunu itiraf ediyor. İkinci kahvemiz bittikten sonra beni meydanın diğer tarafına sürükleyip Olivetti daktilo galerisine götürüyor. Mekan, mimar Carlo Scarpa’nın cam, beton, ahşap ve pirinçle tasarladığı, yüzyıl ortasından bir mücevher kutusunu andırıyor. “Modernliği, geçerliliği ve zamansızlığıyla” dünya üzerinde en sevdiği yer olduğunu söylüyor. "Bottega Veneta bir çanta şirketi” diyor Blazy samimi bir gülümsemeyle, her şeyi açıklamaya yetermiş gibi; ardından San Marco Meydanı’ndaki güruhta kayboluyor. “Yani bir yerlere gittiğinizi anlatıyor aslında, bu kadar basit.”
Fotoğraf: Rafael Pavarotti; Styling: Kate Phelan
Blazy de harekete ve hareketin hayatta yarattığı alışılmadık yan yanalıklara gönülden bağlı. Paris’te doğmuş; sanat uzmanı bir baba ve tarihçi bir anneyle büyümüş ve çocukluk yıllarını müzayede evlerinde gezinip eklektik çeşitlilikleri deneyimleyerek geçirmiş. Hayal gücü kuvvetli, tez canlı ve disiplinsiz bir çocuk olduğunu söylüyor. “Okulla pek ilgilenmiyordum. Çok iyi öğretmenlerim vardı ama ödev kavramından nefret ediyordum” diyor. “Ele avuca sığmıyordum. Dolayısıyla, Fransa’da insanlığın unuttuğu bir yerdeki bir tür rahip enstitüsüne gönderildim” (Ardèche bölgesinde Meryem Ana’ya adanmış yatılı bir okuldan söz ediyor). 15 yaşına geldiğinde İngiltere’de askeri bir okula gönderiliyor ve pek de tatsız bir deneyim olmadığını anlatıyor. “Ne kadar çok kısıtlanırsan, küçük şeylerde o kadar çok özgürlük buluyorsun” diyor Blazy.
16 yaşındayken Paris’e geri dönmesine izin veriliyor; çok çeşitli hayatlardan gelen birçok öğrencinin gittiği uluslararası bir okula kaydoluyor. Okulu çok seviyor ve modayla ilgilenen bir grup çocukla arkadaş olduğunu, hatta birkaçıyla hâlâ görüştüğünü söylüyor. “Modayla ilgilenmediğim bir dönem olmadı” diye anımsıyor. Bir komşusunun modellik ajansında 1980’lerin ilk süper modellerinin dolaşmasını izlermiş. Zamanla geri dönüşüm kutularını karıştırmayı ve dergilerden arta kalanları dikkatle incelemeyi öğrenmiş: i-D, The Face, Vogue. Blazy, Brüksel’deki tasarım akademisi La Cambre’ye gitmeye başlıyor. “Sistem Bauhaus’la neredeyse aynıydı; moda dersi vardı ama müzik, sanat, göstergebilim, anlambilim de öğreniyordunuz. Çokça bilgi edindiğiniz bir yerdi” diyor. Öğrenciyken Balenciaga’nın kadın giyim departmanında Nicolas Ghesquière liderliğinde staj yapmış ve jüride Raf Simons ile moda eleştirmeni Cathy Horyn’in yer aldığı Trieste’deki International Talent Support yarışmasına girmiş. “Su götürmez bir gerçek. Kazanan o! diye düşündük” diyor Raf Simons. “Ve kazanmadı. Ona gidip şöyle dedim: Ne yapmayı planlıyorsun? Gelip benimle çalışmanı çok isterim.”
“Matthieu özgür ruhlu biri; kendi gözünde neredeyse bir hippi” diyor Simons. “Bazen etrafınızdaki insanlar yalnızca söylediğiniz şeyleri yapar; fakat Matthieu meydan okuyor ve oldukça deneysel şeyler sunmaktan korkmuyor.” Simons için bu, hızlı ve üretimsel bir iş anlamına geliyor. “Matthieu’ye istediğim her şeyi söyleyebilirim ve yine de kızmaz. ‘Hayır. Çok saçma bir fikir. Lütfen, mümkün değil!’ derim mesela. Pek umursamaz çünkü son derece özgür biri. Sonra da ortaya muhteşem işler çıkarır.”
Blazy’nin ekipteki iş arkadaşlarından biri de Pieter Mulier’di; kendisi Blazy’nin uzun soluklu partneri ve Alaïa’nın kreatif direktörü. Mulier, Blazy ile mülakat yapan isimlerden biriymiş (“Çok gergindi, zavallıcık” diyor) ve portfolyosunu sunma biçimi onu hem şaşırtmış hem de etkilemiş. Tasarımcılar genellikle işlerinin resimlerini getirse de Blazy tüm koleksiyonunu taşımış; insanların giysilere dokunmasını istemiş. Blazy her şeyi kendisi üretmiş ve Mulier gerek teknik gerek geometri becerisine hayran kalmış. “Blazy geldikten sonra Raf’in koleksiyonlarınıza baktığınızda desen anlamında daha da karmaşık, incelikli bir hâle geldiğini görürsünüz ki bunun nedeni Blazy’dir” diyor Mulier. Birlikte yaşamaya başladıktan sonra her dönemden ve her türden sanat eserleri ve vintage giysilerden oluşan ortak bir koleksiyona başlamışlar ve bu parçaların çoğu her ikisine de ilham kaynağı olmuş. 16 yıllık ilişkilerinin başlangıcında sürekli iş konuşurlarmış. Son zamanlardaysa neredeyse hiç. “Koleksiyon döneminde ben ona bir şey göstermiyorum, o da bana bir şey göstermiyor” diyor Mulier. “Yoksa delirirdik.”
Fotoğraf: Rafael Pavarotti; Styling: Kate Phelan
2010’lu yıllarda Mulier, Simons’un sağ kolu olarak kalırken Blazy sektörde bir tura çıkmış. Anonim Maison Margiela ekibinde, Kanye West’in 2013 Yeezus turnesinin alametifarikası hâline gelen kristal süslemeli maskelerin yaratıcısı olduğu açığa çıktı. “Duygusal anlamda beni çekiyordu” diyor Ye. “İlginçtir ki kalabalıkta o maskeleri takmaktan utanır ve yalnızca sahnede takmak isterdim - ta ki dünyayı bir sahne olarak kucaklayana dek.” Phoebe Philo’nun markası Céline’deyken ana koleksiyonlarda değil, ticari baskıyı daha iyi anlamasını sağlayan ara koleksiyonlarda çalışmış. O ve Mulier, Simons ile yakınlıklarını daima korumuşlar; çalışmadıkları haftalarda Simons’un güney Fransa’daki evini hâlâ ziyaret ediyorlar. John John adındaki siyah köpeklerini sahiplenmeden önce de hayvan bakımı konusunda ona danışmışlar. “Köpeğimin en yakın arkadaşı onların köpeği!” diyor Simons heyecanla. “Köpeğim onların ufak köpeğine yüzmeyi öğretti.”
Blazy ve Mulier sırasıyla Bottega Veneta ile Alaïa’da 2021 yılında dümene geçtiler ve bu yeni rolleri ortak hayatlarına yeni baskılar getirdi. “Pek kolay olmadığını söylemek gerek. Bazen onu üç hafta ya da bir ay görmediğim oluyor” diyor Mulier. “Daima birbirimizin hedefleri için birlikte çalıştık ve ikimizin de hayallerini aynı anda gerçekleştirmiş olması çok enteresan.” Hep uzun saatler boyunca çalışmış olsalar da artık, başarı ya da başarısızlığa dair kamusal (ve ticari) algı da isimleriyle eşleştiriliyor. Riskin farkındalar. 2016 yılında Blazy ve Mulier, Calvin Klein’da baş kreatif sorumlu pozisyonunu üstlenen Simons’a katılmak için New York’ta taşındı. Marka tam anlamıyla bir endüstri deviydi ve koleksiyonlar hızla tasarlanıyordu; Blazy ve Mulier tasarım üzerine tasarım üretti ve 654 Madison Bulvarı’ndaki yeniden tasarlanan ana mağazasının lansmanına destek oldu.
Fakat 2018’de Simons ile markanın ticari liderleri arasındaki gerginlik projeyi ani bir duraklamaya götürdü ve Blazy ile Mulier hayal kırıklığına uğramakla kalmayıp kreatif anlamda da heveslerini kaybettiler. Blazy, sektörde ne yönde devam edeceğinden emin değildi ve biraz ara verdi. “Bu işi neden sevdiğimi, bu işe neden başladığımı gerçekten sorguluyordum.” Sterling Ruby ile eşi Melanie Schiff’i Los Angeles’ta ziyaret ederek Ruby’nin stüdyosu için giysi hazırlayan çifte katıldı.
“Ticari bir fikir olmaksızın yalnızca giysi tasarlayıp siluetler üzerinde çalışmak, tekrar yolumu bulmamı sağladı” diyerek anımsıyor Blazy. Bottega Veneta’nın kreatif direktörü olduğunda ise misyonunu biliyordu. “İşi üstlendiğimde ekiple bir araya geldim; yalnızca tasarımcılarla değil, 20 yıldır şirkette olan insanlarla hem de. Ve kendimize şu basit soruyu sorduk: Bottega nedir?” diyor. “Zanaat nedir ve gelenekte yeri ne olmalıdır? Moderniteyi nasıl kullanabiliriz? Şekillerden konuşmadık. İmajdan konuşmadık. Markanın hissini konuştuk.” Nereden başlayacağınızı bilirseniz, diye düşünmüş, her yöne gidebilirsiniz.
Fotoğraf: Rafael Pavarotti; Styling: Kate Phelan
Milano’da, Blazy erken uyanıp ofise yürüyor ve yol üzerindeki köpek parkında John John’la mola veriyor. Saat sekizi geçmeden masasında olmaya gayret ediyor (sabahları daha iyi çalışıyor) ve genellikle akşam sekizden önce çıkmıyor. “O saatte beynim yanmış oluyor artık” diyor. Bir gün, Leonardo da Vinci Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin gölgesinde bulunan ve en yeni koleksiyonlarının dikkatle seçilmiş raflarında yer aldığı Bottega Veneta showroom’unda buluşmak üzere işine ara veriyor. “Giysilerin mimari bir biçime bürünmesini seviyorum; askıdayken seksi görünmeli” diyor Blazy. La Cambre’de serbestçe tasarlamayı öğrenmiş ve hâlâ bu şekilde çalışıyor: Enteresan bulduğu birkaç kumaşla başlıyor, her bir parçanın hareketini ve hissini inceliyor ve her bir elbise hayat bulana dek dokunuşlarda bulunuyor. Bu içgüdüsel yaklaşım aynı anda hem değersiz hem de beklenmedik sonuçlar doğuruyor. Blazy; desenleri sıra dışı açılarda kullanması, alışılmışın dışında kumaşları tercih etmesi ve insan bedeni üzerinde güzel ve doğal bir drapeye dönüşen, ender görülen biçimler yaratmasıyla tanınıyor. “Giysileri, ilk bakışta giyen kişiyi yüceltecekmiş gibi görünmüyor” diyor Anne Collier, “fakat sonra yüceltiyor, hem de inanılmaz bir biçimde.”
Sergi salonunda gezinirken Blazy raftan bir çanta alıyor. “Usta bir zanaatkarlık görüyoruz” diyor; “Dikiş yok.” Söz konusu çantanın sepeti andıran örgüsü; önce tek bir pirinç halkanın üzerine örülmüş ve ardından, omuza asılmak üzere tasarlanmış, halatı andıran bir tutmaca bağlanıyor. Her biri elle örülmüş olmalı; bu da demek oluyor ki hiçbirinin eşi yok. “İşte bu lüks” diyor Blazy. Çantayı elinde evirip çevirirken anlattığına göre bu çanta, eşyalarını avare çıkınında saklayan bir tavuk olan Calimero isimli İtalyan çizgi film kahramanından ilham almış. “Defileyi açan çanta bu” diye belirtiyor.
Şubat ayındaki ilk defile, gelenekselcilik ile inovasyonun zaferi olarak karşılandı. Açılış görünümü: Kalın askılı beyaz bir kısa atlet, bol kesim jean pantolon ve siyah renkli orta yükseklikte topuklu ayakkabı giyen genç bir kadın, omuzuna attığı bir Kalimero çantasıyla podyumda boy gösteriyor. En azından görünüşte öyle denilebilir: Zarif bir konik kalıba sahip pantolonlar, jean pantolon gibi görünecek şekilde tasarlanmış mürekkep tabakasıyla kaplı yumuşak deriden yapılmış. Bu, yüksek konseptli bir alaycılık mı? Yoksa sadece göründüğü neyse o mu: Seksilik ve işlev dolu, yalnızca giyenin bileceği bir lükse sahip, zamansız ve gösterişsiz bir sokak stili?
Koleksiyonun tamamı benzer bir ikilikle parıldıyor. Bir yanda göz kamaştırıcı, cüretkar uçuşlar: Esnek deriden yapılmış, ipek gibi salınan seçkin pantolonlar; gömlek kesimli ceketler; Milano’nun Malpensa Havalimanı’nın zeminindeki terrazzo çini deseninde, alacalı yünden yapılmış kabanlar; klasik bir gömleğin üzerindeki balenimsi eklemeler... Öte yandansa bu, karşı koyulamaz giyilebilirliğin koleksiyonu gibiydi. Bir kabanda dinamik, hilal şeklini andıran kollar bulunurken başka bir ceket sade ve basit bir tasarıma sahip. (“Tasarlanmamış gibi görünmesi fikri beni çekiyor” diyor Blazy. “Çok iyi işçiliğe sahip bir ceket. Bu yeter de artar bile.”) Giysiler yandan bakınca ruha kavuşuyor. Hazırlık aşamasındayken Blazy, İtalyan fütürizmi, bilhassa Umberto Boccioni’nin eseri üzerine eğilerek, Alberto Giacometti’nin Walking Man eseri üzerine derin derin düşünmüş. “Önden bakıldığında burjuva görünmesini, tasarımın göze batmasını istemiyoruz. Ama sağdan baktığınızda, bam!” diyor. “İşte orası bizim alanımız; siluet.”
Fotoğraf: Rafael Pavarotti; Styling: Kate Phelan
En yeni inovasyonlarının (zehirli mantarlardan ilham alan bir ayakkabı; sarı ve koyu yeşile uzanan deneysel girişimi) sergilendiği showroom’da gezinirken çantalara birkaç kez dönüyor. Birinin adı JJ çünkü yere bırakıp askısını tuttuğunda John John’u yürüttüğündeki hissi hatırlıyormuş. Bir başka çanta da bir kasktan ilham almış; başınıza takmıyor, elinizde sallandırıyorsunuz - sportif bir güç duruşu. “Sofistike ve eğlenceli arasında bir karışım” diyor Blazy. Milano’daki evi, daha kişisel bir estetiğe adanmış bir anıt gibi. “Komik bir hikayesi var” diyor. “İşi aldığımda piyasada ne var ne yok diye bakmak için internete girdim ve bu dairenin kiralık olduğunu gördüm. ‘Buraya gitmiştim!’ diye düşündüm.” Numarayı arayıp hemen görüp göremeyeceğini sormuş. “İçeri girdiğim an ‘Yaklaşık 15 yıl önce, Raf’in Jil Sander’da olduğu dönem belki de, buraya gelmiştim!’ diye düşündüm.” Evi ânında almış.
Daire, isabetli şekilde dekore edilmiş. Yerler koyu yeşil mermerden, duvarlar ise ahşap panellerle kaplı. Pirinç çatılı küçük taştan şömineyi sıcak, kömür renkli tuğlalar çerçeveliyor. Eğlenceli odalar birbirinden akordeon tipi siyah derili sürgülü kapılarla ayrılıyor ve çatının bir kısmı dikdörtgen ızgarayla kaplı; örgü desenlerini andırıyor biraz. “Buraya taşındığımda az mobilyam vardı” diyor Blazy. “Belki zamanla kurarım, diye düşünüyordum. Ama zaman geçtikçe, boş bırakmaya daha meyilli oluyorum.”
Blazy’nin mutluluk anlayışı, anlattığına göre, işten sonra bir kafeye uğrayıp bir-iki bira içerken etrafında koşuşturan insanları izleyip imgeler üzerine düşünmek. En sevdiği kafeye, Bar Quadronno’ya gidiyoruz. Aktif bir şekilde çalışmadığında galerileri ve müzayedeleri gezip sanatta olup bitenin nabzını tutmaya çalışıyor. “Bottega’yı, toplumun kültürel yönünün daha büyük bir parçası olan bir yere taşımak istedim” diyor. Modadan ayrılmayı düşündüğü dönemde, sanat küratörlüğü okumayı aklından geçirdiğini anlatıyor. Sevdikleri onu son anda vazgeçirmiş (“Ailemden biri; ‘İşini bırakma, çok iyisin!’ dedi.”) ama sevgisi hâlâ baki. Kendisini tıpkı bir Pazar ressamı gibi, “vasatlığıyla mutlu” olarak tanımlıyor. (Hangi tarzda resim yaptığını soruyorum. “Pazar ressamı tarzında” diyerek yanıtlıyor.)
Blazy bir spritz daha istiyor, bir sigara daha yakıyor. Yaptığı şeyin sanat olmadığını (zanaat olduğunu) söylüyor ama yine de uzun bir öğrenme eğrisi var. “Karşınıza ne kadar çok şey çıkarsa, neyi sevmeyip neyi cazip bulduğunuzu daha iyi anlıyorsunuz” diyor. “Birkaç yıl önce olsaydı bu işi almak için kendimi hazır hissetmezdim.” Artık öyle hissetmiyor. Bottega Veneta ilk kreatif direktör teklifi değilmiş ama sevinçle ve bir saniye bile düşünmeden üzerine atladığı ilkmiş. Teklif geldiğinde uzun ve muhteşem çıraklığının sonuna nihayet geldiğini hissetmiş. “Kendime daha çok güveniyordum” diyor ve gözlerini, etrafındaki şehrin dönüp duran devinimi üzerinde gezdiriyor. “Çalışmaya hazırdım.”