Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Lena Dunham, yalnız geçirilen zamanın hissettirdiklerini, yaşadıkları üzerinden samimiyetle anlatıyor.
Fotoğraf: Getty Images Turkey
Sosyal hayat, Facebook dürtmeleri veya Twitter beğenileri üzerine kurulmaz. Peki, uzun yıllar aynı evi paylaştığınız sevgilinizden ayrıldığınızda, zedelenmiş ruhunuz ışığını nerelerde arar? Lena Dunham, yalnız geçirilen zamanın hissettirdiklerini, yaşadıkları üzerinden samimiyetle anlatıyor.
“Yalnız öleceğim.” Kadınların berbat geçen bir randevunun, kısa süreli bir ilişkinin ardından ya da yavru bir tekir kediyi sahiplendikten sonra trajikomik bir farkındalığın sonucunda, ağızlarında sıklıkla aşındırdıkları bir kalıptır bu. Bu öncü cümlenin damarından (kadın ana karakterimizin kendini yemek siparişlerinden, ucuz Chardonnay şaraplardan, pejmürde pijamalardan örülü bir hayata kısıtladığı) kaç romantik komedinin beslendiğini saymaya kalksam ömrüm tükenir. Ancak şaka yoluyla da söylense, bu sözcüklerde dehşetengiz bir zorbalık yuvalanmıştır; sanki yalnızlık, sevgililiğe ya da uzun bir ilişkiye uyum sağlamakta başarısızlığa uğrayanların ceza olarak sürüldükleri bir adaymış gibi.
Onunla ayrıldığımızda aylardan Aralık’tı, gökyüzünde asılı duran kış güneşinin zaten buza kesmiş havayı büsbütün soğutarak akılları iyice karıştırdığı günlerdi. Neredeyse dört yıldır, birlikte vakit geçirdiğimiz mutfağımızda koyu bir suskunluk altında karşılıklı oturmuş, kimsenin doğrudan söylemeye yanaşmadığı o gerçeği içten içe kabullenmeye çalışıyorduk. Aramızdaki saplantılı bağın kör bir teslimiyete dönüşmüş olduğu, ışığa aralanmaya başlayan perdelerin ikimizin zamanla bambaşka kişilere dönüştüğünü açığa çıkardığı gerçeğini... Kalplerimizin, onarmaya bunca emek verirken hâlâ yaralı kaldığı ve bir daha onarılıp onarılamayacaklarından emin olamadığımız gerçeğini... İlişkimizin son saati çaldığında kalbimin duracağını sandım. “Peki yine birlikte dışarı çıkmaya, görüşmeye devam etsek?” diye mırıldandığımı anımsıyorum. Ondan acı bir kahkaha koptu. “Nasıl istersen” dedi.
Ama artık görüşme filan olmayacağını, yatakta birbirine sokularak geçirilen yüzlerce geceyle, dışarıdan sipariş edilen binlerce yemekle, aranızda uçuşan milyonlarca telefon mesajıyla, hatta televizyonun mavi loşluğu altında koltukta yan yana otururken bile birbirine gönderilen sayısız mesajla kurulmuş uzun süreli bir birliktelik üzerine yaşanan bir ayrılıktan geriye kalan sevgiden, göstermelik bir yoklamadan başkaca bir şey olmayacağını ikimiz de gayet iyi biliyorduk. Evimiz, müşterek gelecek tasarıları doldurmak üzere satın aldığımız o geniş loft daire, güvenli ve sıcak bir koza değildi artık. Ve şimdi ayrılık saatindeyken, onun eskiden nasıl bir yer olduğunu ve o sıralarda iç dünyamızda hissettiklerimizi geri çağırmak çok güç; bizi bir çift yapan gündelik alışkanlıklarımızı da... Sen düğmesine basmadan çalışmaya başlayan çamaşır makinesinin sesini... Pazar günlerinin ortak sessizliğinde yitip giden saatleri... Mahallenin şarap dükkanına, üzerinize mevsime göre hep ince veya kalın kaçan bir mont geçirip birlikte ya da nöbetleşe gidip gelişleri...
Ayrılık sırasında, her biri tekdüzeliğe varmış bu işlerin hepsini, ayrı ayrı, bir hafta, bir ay veya dört ay içinde nasıl da baş tacı edeceğinizi kestiremiyorsunuz. Şimdi tek kişilik yatağınıza uzanıp yattığınızda düşündükleriniz, Nisan ayının yağmurlu bir gecesindeki ilk tanışmanız ya da Carlyle’da içilen içkilerden sonra (ikimiz de birbirimizi etkilemek üzere önce sek viski ısmarlamış, sonra da iki amatör olarak dibini bile getirememiştik) ağzınızdan ilk kez dökülen “seni seviyorum” olmuyor. Teknikolor renkli anıların sinematografik karelerinde takılı kalmıyor insanın aklı. Tam tersine, size defaatle yalnız olmadığınızı kanıtlayan o garip ayrıntılarda düğümleniyor. Sonuç olarak ortaklaşa şöyle bir karara vardık: Evimizde bundan böyle o oturacak (bana asansöründe fenalık basar, o ise delicesine severdi bu evi), ben de taksiyle on dakikalık mesafedeki anne babamın evine geri dönecektim.
Eskiden tek başına olmayı seven biriydim. Yalnızlığın büyük bir lüks olduğunu, yalnızken gerçekle hayalin iç içe geçtiğini düşünürdüm. Bu nedenle, yalnız kalma fırsatının nadir yaşandığı yaz kamplarından oldum olası nefret ettim. Fakat on dört yaşındayken, kendime epeyce hayranlık duyduğum o dönemde, maalesef ben de kampta koca bir ay geçirmek zorunda kaldım. Ve her mantıklı yetişkinden beklenecek şeyi yaptım: Taklidini gerçeğinden ayırt edemeyeceğiniz denli ustalıkla oynadığım belirtileriyle, bulaşıcı bir boğaz enfeksiyonu hastalığı uydurdum. Baş ağrıları... Yutkunma zorluğu... Ürpermeler... Kaya gibi sağlam plandı. Nasıl olsa, boğaz kültürü sonucu ulaşana dek beni daha fazla sorgulayamazlardı, bu da bana en temizinden iki gün kazandıracaktı. Böylece, revirin kuytu bir köşesindeki portatif yatakta karantinaya alındım. Hemşirenin masasının başından kalkmadığı benim ise yalandan ateşli hasta rolleri kestiğim birkaç saatin sonunda, hemşire öğle yemeği molası vereceğini söyledi ve sinekliği arkasından çarpıp çıktı. İşte o an, haftalardır ilk kez yalnız kaldığımın ayırdına vardım. Gün ışığı parlaktı, içinde toz tanecikleri uçuşuyordu. Aralanmış pencereden esen rüzgarı iliklerime kadar duyumsuyordum, yüzüme takınmış olduğum o acı içinde kıvranan ifade nihayet gevşedi. Adeta bir mutluluk sarhoşluğuyla öylece kımıltısız yattım.
Lisedeyken odamın duvarları (birbirlerinden siyah-beyaz kadar farklı olsa da kimliğimin yapılandırılmasında etkisi büyük iki önemli kişi olan) Sylvia Plath ve Jimmy Fallon resimlerinden geçilmeyen, bana ait bir vahaydı. Elimde rujla, o duvarlara koca ağızlı, kemikleri sayılan kızlar, kökü uzadıkça uzayan ağaçlar çizerdim; kim bilir belki de tehlike sinyalleri veren ruh sağlığımın işaret fişekleri olduğunu hiç ama hiç düşünmeden... Kırık dökük dizüstü bilgisayarımda, tadını çıkardığım yalnızlığım üzerine şiirler döktürür, dışarı çıktığımda ise o nalbur senin bu zücaciyeci benim, bir alay ucuzcu dükkanını bir başıma turlar, elişi projelerim için ıvır zıvır toplardım. Özgürlüğüm o sıralar, her Allahın günü kendimle bir başıma olmaktan köpüklü bir küvetin içinde banyo yapmak kadar keyif duyma fırsatı sunan taptaze, bakir bir şeydi.
Sonra üniversite yılları ve beraberinde ilk ciddi ilişkim çıkageldi. Sinema bölümünde okuyan, kırmızı bisikletli, kumral sakallı, çalışkan ve yakışıklı bir çocuktu. Ona saygı duyuyordum, çok geçmeden odasının demirbaş lambasıymışım gibi yamandım ona. O, bir keşiş disiplinindeki uyku düzeninden taviz vermezken, ben çoğu gece onu uykusunda seyrederek sabahı ediyordum: Yanı başımdaydı. Benimdi. Üniversitenin dışındaki o küçük öğrenci evine taşındığında, haftanın bazı gecelerini “iç dünyasına odaklanabilmek” üzere kendisine ayırarak geçirmek istediğini söyledi. Kendi başıma geçireceğim zamana özlemle kucak açacağıma, odamda bir başıma oturup mideme kramplar sokan, doyumsuz bir özleme boğulduğumu anımsıyorum. Ayrı geçirdiğimiz bu vaktin yanlışlığına kendimi öylesine inandırmıştım ki, bir gece gözyaşları içinde kapısına dayanmıştım. Elime nazikçe bir kupa çay tutuşturup akıl verdikten sonra –takdir edilesi sınırlarının ihlal edilmemesi adına– beni eve postalamıştı. O övündüğüm özgürlüğüm, yerini, ah-vahlarımın yalnızca ardı arkası kesilmeyen bir sevgilide avunabildiği bir hale bırakmıştı; o arkadaş ister barlarda kabadayı kesilsin ya da sanat filmlerinde avaz avaz konuşsun, ister ideal vücut ölçüsünün yanından geçmeyen göğüs-kalça oranımı gözüme soksun, fark etmezdi. Her şey kabulümdü.
Kimileri bir başına olmaktan hoşlanır hoşlanmasına da, yalnızlığı hiç kimse sevmez. Yalnızlığın insanoğlunda uyandırdığı korku dolu nefret ve ona uyum sağlama biçimlerimiz, bizi toplumun dışına iten rutinlerin içine hapseder. Teknolojinin sanal ortamda karşılıklı iletişim kurduğumuz aldatmacası yaratarak, bizi nasıl insandan yalıtılmış döngülere ittiği hakkında çok yazıldı çizildi; yine de telefon mesajları, Facebook dürtmeleri ve Twitter beğenileri üzerine bir sosyal hayat kurulamayacağının bir kez daha altını çizmekte fayda var. İnsan, hiç olmadığı kadar yalnızlaştı ve işin kötüsü, yalnızlıkla baş etme yetisini de giderek kaybediyor.
Geçenlerde, bütün bir günü bir kız arkadaşımla birlikte geçirdim, akşamına yapacağı yemek programı üstüne neredeyse saplantılı bir şekilde kafa patlatıyordu. “Bu akşam tek başıma yemek yemeyi düşünüyorum” dedi, sanki çiftçi bir ailenin masum fertlerini tek tek katledeceğini ilan ediyormuşçasına. İşin artısını (“oranın hamburgerini acayip seviyorum”), eksisini (“ya dışarıdan garip görünürse? barda mı otursam acaba?”) tartmaya bir dünya saat harcadığını söylersem abartmış sayılmam. “Kafayı mı yedin!” diye heveslendirmeye çalıştım onu. “Birisi kafanı şişirmeden yemeğinin tadına huzur içinde varmaktan daha büyük bir lüks olabilir mi?”
Oysa geriye doğru sarıp belleğimde buna benzer bir kareyi kovalamaya çalıştığımda –kafenin birinin önündeki masaya tiril tiril yazlık elbisemle kurulup gazeteye göz gezdirdiğim– tek bir anının izine rastlamadım. Gözümün önünden, bir yancının teşviki olmaksızın dışarı çıkma cesaretini kendinde bulma alışkanlığını kaybetmiş, altı senelik fırtınalı bir ilişkinin içinde kendini eritmiş bir kadının görüntüleri aktı gitti.
İlişkim tavsayıp tutkular sönmeye başlayınca kendime ait bir evin, Virginia Woolf’un bütün kadın yazarlara öğütlediği o efsaneleşmiş “kendine ait oda”nın hayallerini çok kurmuşluğum oldu. Kafamda taşınmak istediğim dairenin oturma planını çıkarır, içine eşyalarımı bile yerleştirirdim. Ama yanında nefes alıp veren başka bir canın varlığının rahatında böyle hayaller kurmak kolaydır; eczanedeki kadının kimliğini doğrulamak için evrak üstüne evrak isterken takındığı yapmacıklı nezaketin sinir bozuculuğundan yakınabilmek için birini arayabilme seçeneğinin orada var olduğunu bildiğinde kolaydır böyle hayaller kurmak... Şimdi o emniyet örtüsü üzerimden çekip alındı, katlanıp bir depoya postalandı ve ben dımdızlak bir vaziyette anne babamın yanına taşındım. Misafir odasındaki yatağın üzerine uzanmış, tanıdığım kim var kim yoksa, hepsine “Nbr?” diye mesaj atıyorum.
Uzun banyolar alarak işe başladım. Deriniz bir Shar Pei cinsi köpekle yarışır derece buruşana kadar, kaynar su içilebilir sıcaklığa erişene kadar, titreyen çıplak bedeniniz etrafında burgaçlarla akıp giden suyun çekilmesiyle karnınızın üzerindeki benlerin varlığını yeniden hatırlayana kadar uzayıp giden banyolar... Bu seansların doğru başlangıç olduğu sonucuna vardım, çünkü tek başına banyo yapmak kabul görür, doğal bir şeydir. Benimkinden renkli bir sosyal hayatı olan anne babamın dışarı çıktığı gecelerde, mutfakta tereyağlı bisküvileri çift avuç tıkınırken bir şiir kitabını baştan sona, sondan başa tekrar tekrar okudum.
Sonra, evden çok uzak olmayan bir restorana gidip cam kenarındaki masayı istedim, tek bir bardak çayın yanına kuverden sayılan bir sepet ekmekten başka bir şey ısmarlamamış olsam da, bunun cesurca atılmış bir ilk adım olduğunu düşündüm.
Nihayet, ayrılığın üzerinden geçen dördüncü ayın sonunda, kendimi hafta sonunu geçirmek üzere gittiğim bir sayfiyede buluverdim. Arkadaşlarımın yanından ayrılıp kendimi dışarıya atarak, gün batımının loş pembeliğinde yola koyuldum. Evet, görünüşte basitti belki, ama içimden bu anı ömrüm boyunca unutmayacağımı geçirdim. Bu süreçte, bir kez olsun, acı hissini uyuşturan uykuya sığınmadım. Ailemden oturma odasında, başa sarıp izlediğim dizilerde bana eşlik etmelerini istemedim. Dünyayla –ağaçla, gökyüzüyle, hatta komşunun ayakkabı hırsızı Rico adındaki uyuz köpeğiyle– tek başıma, bir başıma, kendisiyle olmaya tahammül edebilen birinin gücüyle, yüzleşmeyi seçtim.
Bizimkilerin yanından taşındım. Yeni dairem, şirketin geçici olarak tuttuğu temiz bir evdi. Çok geçmeden taşımacılar, bir zamanlar cıvıl cıvıl uğuldayan hayat dolu yuvamızı paylaştığım adam tarafından işlevsellikten uzak olsa da –iki parça kıyafet arasına sarılmış tabak, bir kupanın altında ezilmiş geniş kenarlı bir şapka– sevgiyle, küçük küçük hazırlanmış yetmişe yakın koliyi eve yığdılar. Ellerimi, kendi zihnimle mücadelenin durulmaz maratonundan yorgun düşmüş dizlerimin üstüne koyup etrafıma bakındım. Kendime hâlâ tam olarak neyi kaybetmiş olduğumu tanımlamakla meşguldüm. Ve her şeye rağmen, geçici bir mekanda yalnız başıma durmuş etrafımı seyrederken, revirin penceresinden süzülen o parlak gün ışığını tüm sıcaklığıyla hâlâ yüzümde duyabiliyordum. Sessizliğin, nasıl istersem öyle kullanabileceğim bana ait bir sessizliğin dinginliğini, önümde alabildiğine uzanan bakir zamanın zenginliğini hâlâ hissedebiliyordum.
Didaktik olmam istense, kadınların kendilerini oluşturmaları için gerekli olan zamanın, tam da bu saf yalnızlığın ateşinde yattığını; ataerkil toplumun, kendini sevmenin günahını ebedi yalnızlığın kefaretiyle ödeyeceğimiz korkusunu içimize salarak, bizi bu ayrıcalıktan mahrum bıraktığını söylerdim.
Şairane olmam istense, kendimi, Wendy’nin yardımına koşup sökülmüş gölgesini sırtına dikmesiyle gölgesine yeniden kavuşan bir Peter Pan gibi hissettiğimi söylerdim. Yoluma devam etmek için önümde ne çok iş olduğunu, duygusal ihtiyaçlarımı kendi kendime karşılamanın ikinci bir iş kadar emek gerektirdiğini açıkça görebiliyordum. Bu yeni diye adlandırabileceğim bana ait zaman, sessizliği dayanılır hatta güzel kılan, sınırlarımı bana hayal kurma alanı bırakacak şekilde yeniden ayarlama fırsatı sunan bir zamandı. Yapmaktan hoşlandığım şeyleri, beni mutlu eden eylemleri, ruhumu besleyen uğraşları bir bir kağıda –evet basbayağı bir defter yaprağına– döktüm. (Altın kural: İşe dair herhangi bir görev, gündelik işler ya da mastürbasyon listeye dahil edilmeyecek. Boncuk süsleme gibi gereksiz görünen ama ruhu besleyen uğraşların listesi olmalı.)
Bu süre zarfında dostlarım beni yoklamak üzere sık sık telefon ettiler; “Nasılsın?” diye sordukları an boğazıma takılan düğümden artık korkmadan telefonlara cevap verecek kadar gücümü geri kazanmaya başlamıştım. Yeniden olmak istediğim gibi, o müthiş özgüvenli ve özgürlüğüne düşkün kadının ağzına yaraşır derecede aklı başında, olgun birtakım cevaplar, onlara yutturmak üzere elimin altında hazırdı. “İyiyim, idare ediyorum.” Ama dürüst olacak olsaydım, ayaklarım bir başka eve giderken kalbim hâlâ o evde atıyor derdim.