Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Birkaç günlüğüne de olsa, plazalarda boğulan ruhlarımızın hayatını kurtarmak, yalnız olmadığımızı hissedip huzur bulmak, bir lokma sanattan alıp üç lokma müzikten tatmak için, iyi ki müzik festivalleri var.
Güneş gözlüklerinizi alın, en rahat sandaletlerinizi giyip şapkanızı takın. Öyle çok özenli olmayın. Fazla düşünmeyin. Çünkü maksat güzel görünmek değil. El alem ne der diye düşünmek oyunu bozar. Burada iyi müzik dinleyip; pek de iyi olmayan içkiler içeceksiniz. Muhtemelen bira. En iyisinde bile bir türlü layığıyla hallolamayan tuvalet problemine aldırmayacaksınız. Gündüz güneşlenmeye yarayan havlunuz, gece hırka niyetine kullanılacak. Telefonunuz çok iyi çekmeyecek. Muhtemelen şarjınız da bitecek. Ama umurunuzda olmayacak. Olmamalı. Çünkü bir müzik festivalindesiniz ve size lazım olan ruh tam da bu.
Bu hafta sonu yaşayıp bitirdiğimiz Rock’n Coke 2013, söz konusu ruhlarımızı dürtüp canlandırdı. Line-up hiç de fena değildi, malum, Arctic Monkeys, Prodigy, Jamiroquai, Editors, Hurts, Ellie Goulding gibi şahane isimleri ve Duman, Can Bonomo, Aylin Aslım gibi duruşlarına hayran olduğumuz yerli harikaları iki gün içinde seyrettik. Tamam, bu yılın seçkisi çok tatmin ediciydi ama böyle olmasa da olurdu, çünkü yine gidecektik Rock’n Coke’a. Geçerli nedenlerimiz var.
Tüm yaşam planını müzik festivalleri ve konserler üzerinden yapan, sadece bunun için yaşayan tutkunlar kadar; sıkı müzik takipçisi olsa da temel önceliği bu olmayan, gündüzleri plazalardaki ofislere sıkışıp kalan bohem ruhunu festivallerde yaptığı ilkyardımla hayatta tutan (festival alanı bir nevi yaşam destek ünitesi gibi yani) senin gibi benim gibi nice insan da var. Ve bu çoğunluğun derdi sadece müzik değil. Deneyimlemek istediğimiz bir şeyler var. Bir yaşam. Ayrı bir galaksiye dahil olmak istiyoruz, birkaç günlüğüne bile olsa. Eğer varabilirsek, orada özgürlük var, biliyoruz. Dış mekandayız bir kere. Şehirden uzağız. Kendimize benzeyen insanlar görüp; ‘İstanbul böyle bir yer miydi, bu kadar güzel insan nerelere saklanmış?’ deyip; yaşadığımız kenti yeniden sevmeye çalışmanın, homojen bir kalabalığın içinde yalnız olmadığımızı idrak etmenin yollarını arıyoruz. ‘Biz daha ölmedik’ diyoruz içimizden. Geleneksel hayatın akışı olarak bize dayatılan ve muhtemelen uygulamasına geçtiğimiz evlilik-sigortalı bir iş- garantili bir kariyer gibi blokajlara dil çıkarıyoruz. Hatta küfrediyoruz. Buna hakkımız var çünkü. En azından festival alanında, birkaç günlüğüne de olsa var. Sonra hayat yine kendini dayatacak ne de olsa. Trafik, kurumsal hayat, sıkıcı evlilikler, mecburiyetler, faturalar, sabah 9-akşam 5 düzeni, topuklu ayakkabılar, zoraki gülümsemeler falan.
Mesele şu ki, festivallerin olayı sadece müzik değil. 1969’da, birkaç vizyoner insan, New York eyaletinde küçük bir kasaba olan Bethel’daki bir çiftlikte üç günlüğüne böyle bir festival düzenlemeyi deneyip adını ‘Woodstock Music & Art Fair’ koyduklarında; ne 400 bin kişinin buraya akın etmesini bekliyorlardı, ne de bunun dünyayı saracak bir fenomen haline gelmesini. Ama Woodstock bir efsane oldu, ardından yüzlercesi doğdu. Müziğin yanında duran sanat kelimesine dikkat lütfen çünkü sanat, yani pratik karşılığıyla yaratıcı workshop’lar, dükkanlar ve sergiler, festivallerin DNA’sındadır ilk günden beri.
Bunun yanında bal-börek faktörü olarak festivalin yapıldığı alanın sunduğu güzellikler de ekleniyor bazen. Mesela mutlu ülke İspanya’nın güneşli kentleri Barcelona ile Valencia’nın ortasında bir yerde, deniz kenarında yapılan Benicàssim, aynen şunu diyor: “Gündüzleri bu şahane denizde yüzün, içki için, kumsalda uyuyun, sevişin, arada gidip müzik dinleyin, sonra bir daha yüzün, yine sevişin, sarhoş olun, ayılmak için mecburen yine yüzün.” Festivaller layığıyla yapıldıklarında, yeni ve özgür bir yaşam ihtimali sunuyor, arayanlara. Ve benzer ruhlar aynı yerde buluşup birbirine iyi geliyor. Herkes bir diğerini tedavi ediyor. Aşkla ve açlıkla. Aslolan bu değilse başka ne olacak ki hayatta?
Bu sene kaçtı ama 2014 yazında neden olmasın:
İspanya: Barcelona’da Sónar Electronic Music Festival, genel festival takviminden farklı olarak Mayıs sonunda yapılan Primavera Sound ve Barcelona- Valencia arasındaki Benicàssim kentinde, adı üstünde, Benicàssim festivali.
Amerika: Kaliforniya’da yapılan ünlü Coachella, Miami’deki kült elektronik müzik festivali Ultra, Teksas’ta Austin kentinin türlü mekanlarına yayılan, alışılagelmiş festival formatından biraz daha farklı duran South by Southwest.
Danimarka: Avrupa’nın en büyük müzik festivallerinden biri olan Roskilde için, aynı adlı şehre bekleniyorsunuz.
İngiltere: Efsane kontenjanından: İngiltere’nin Somerset bölgesinde ya—düzenlenen Glastonbury. Konunun sadece müzik olmadığını ismi çok net ifade ediyor zaten: Glastonbury Festival of Performing Arts. Tüm performans sanatlarını kutluyor.
İskoçya: T in the Park. Festival fanatiklerinin canı ciğeri, unutulmazı, özeli, güzeli.
Belçika: 1976’dan beri Rock Werchter ve Boom kentinde yapılan fantastik festival Tomorrowland.
Macaristan: Budapeşte’nin orta yerindeki adalardan birinde, Ağustos başında gerçekleştirilen, 21 yaşındaki festival Sziget (Island of Freedom), yani Özgürlük Adası’nda yapılan, tam da anlatmak istediğimiz ruhun temsili.
Avustralya: Uzun uzun yolları aşıp da varılan, ütopik ülke Avustralya’nın mutlu kumsallarında yapılan en neşeli festival olarak… Splendour in the Grass.