Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Ofiste paydos etsek bile uyanık olduğumuz her an, uğraşlarımızdan kazanç sağlamaya programlıyız. Artık zor olan, hiçbir şey yapmamayı başarabilmek.
Fotoğraf: MAX CARDELLI / TRUNK ARCHIVE
Belki eve tıkılmanın yan etkisini yaşıyoruz, belki de gerçeklikle baş etmek zorlaştıkça sırtımızı komplo teorilerine dayıyoruz. Ancak, son zamanlarda içinden çıkamadığımız üretkenlik takıntısının “kapitalizmin bir oyunu” olduğunu düşünmemek elde değil. Sanki dünya saatte 180 km hızla giderken bir anda el frenini çekmiş gibi, ilk defa evlerimize, pijamalarımıza, mutfaklarımıza, dinlenmeye, kısacası her şeyin duraklamasına alışmaya çalıştık bu dönemde. Yorucu günün sonunda anahtarı çevirince “evim güzel evim” dediğimiz yerler zaman geçtikçe bize boğucu gelmeye başladı. Günlerimiz artık eskisi kadar yorucu değil, çünkü üretebileceğimiz şeyler dört duvarın arasında sınırlandı.
Yaşadığımız boşlukta süzülme hissi bir anda, evrensel bir krizle beraber ortaya çıkmadı. İpuçlarını takip ettiğimizde günlük yaşamın ne zamandan beri bir koşu bandına benzediğini açıkça görüyoruz. Shia Labeouf’un “Yap artık şunu, yap gitsin” dediği motivasyon videosu gün yüzüne çıktığında, Labeouf’un aklını tamamen yitirdiğini düşünmüştük. Ne büyük ironi ki, günlük hayatımız sürekli kendimizi ve birbirimizi bir şeyler yapmaya motive etmekle geçiyor. Mail kutumuzu yenilemediğimiz yirmi dakikalık kahve molasında bile zihnimizi “dinlendirmek” için YouTube’un dehlizlerine daldığımızda, “Benimle ajandamı süsleyin!” ya da “Her sabah beşte uyanarak nasıl milyoner oldum?” videolarıyla baş başa kalıyoruz. Fakat artık tanımadığımız insanların ekranın arkasından “Peki sen ne yapıyorsun?” diye bizi azarlamasına tahammülümüz kalmadı. Gerçekten, sürekli bir şey yapmak zorunda mıyız?
İtalyan teorisyen Franco “Bifo” Berardi, işçi haklarının post-endüstriyel toplumlarda en az endüstriyel toplumlarda olduğu kadar önemli olduğunu iddia eden bir otonomist. Berardi, iş gücünün bilgiye dayalı çalışma sistemine geçmesiyle birlikte, emeğimizi fiziksel yorgunlukla ölçmenin ve en az bir asırdır kullandığımız günlük çalışma saatlerinin beyhude kaldığını iddia ediyor. İnsanlık tarihinde fiziksel emeğe dayalı çalışma formuna öyle alışkınız ki, zihinsel ve duygusal yorgunluğumuzu tanımakta sıkıntı çekiyoruz; uyanık olduğumuz her saati, geri dönüşünü alabileceğimiz ya da somut fayda sağlayabileceğimiz aktivitelerle süslemek istiyoruz. “Kendine zaman ayırmak” derken bile tüm vaktimizi görünmez bir fikre, bir amaca kiraladığımızı; oradan borç aldığımızı ima ediyoruz aslında. Günün sonunda çalışkanlığımız için ne kadar iyi hissetmemiz gerektiğini, o işe harcadığımız zamanla ölçüyoruz.
Fotoğraf: MAX CARDELLI / TRUNK ARCHIVE
Okul yıllarından hatırlayanlar olacaktır; fizik problemlerinde üretkenliği bulma yöntemi yapılan işin değerini, bu işe harcanan zamana bölmektir. Bugün, bireysel verimliliğimizi ölçerken fizik dersinden öğrendiğimiz bu antika denklemde takılı kalmış gibiyiz. Stanford Üniversitesi’nde yapılan Marshmallow Deneyi, üç ila beş yaş arasındaki otuz iki çocuğun önüne bir marshmallow koyuyor ve eğer on beş dakika beklerlerse ikinci marshmallow’u da alabileceklerini söylüyor. Bu geciktirilmiş haz deneyi, bir ödül için ne kadar beklersek ondan o kadar keyif alacağımızın bir kanıtı. Günlük hayattan örnek vermek gerekirse bu ödül sadece uzun mesainin ardından koltukta yayıldığımız birkaç saat, eve söylediğimiz güzel bir pizzadan ibaret değil. Her gün gördüğümüz iş arkadaşlarımız, spor partnerlerimiz, bizimle aynı saatte işe giden komşularımızla kurduğumuz sohbet, aslında ürettiğimiz değerin somut bir karşılığı, geri dönüşü. Üretim davranışlarımızın ansızın aklımızı karıştırmasının sebebi, karantinada bu geri dönüşü kendimizden beklemek zorunda olmamız. Ekşi mayalı ekmek yapmak, atkı örmek, yağlıboyaları çekmecelerden çıkarmak ve bunların hepsini kimseye söylemeden yapmak, kendimizden beklediğimiz onayı tatmin etmemiş olmalı ki, sosyal medya geçtiğimiz altı ayda domestik olimpiyatlara dönüştü. İşte böylece, boş zamanlarda yaptığımız her şeyi son sürat bir üretim haline getirmeye başladık. Eğer kendi granolanızı yaptığınızda buna tanık olan kimse yoksa, hakikaten kendi granolanızı yapmışmısınızdır?
Bunlardan bahsetmek, bunları okumak oldukça yorucu. Ama asıl karanlık olan, bu sistemin içinde yaşıyor olmamız. Üretkenlik, bir işe verdiğimiz zaman ve aldığımız sonuç olmaktan çıktı, hayatımızın her alanını işgal etmeye başladı. Bizim için ödülümüze giden bir patika olması gereken üretkenlik, hayatımızın o kadar büyük bir kısmını kaplıyor ki artık üretken olmak bir reflekse dönüştü. Yaptığımız her işe kendimizi yüzde 100 verdiğimizde bile suçluluk hissedebiliyoruz, çünkü kendimizi yüzde 120 vermeye çok alışkınız. Daha uzun saatler çalışınca daha çok çalışmış olmuyoruz oysa, ne demişler: “Çok çalışma, akıllıca çalış”. Gardıroplarımızda, evlerimizde, çevremizde minimalizmi kılavuz olarak kullanırken aynı prensipleri zamanımıza uygulamakta zorlanıyoruz. Özcülük üzerine çalışan yazar Greg McKeown, “Az olsun, öz olsun” deyişini felsefesi haline getirmiş biri. Ona göre hedeflerini, çalışmasının “özünü” tanımlayabilen insanlar üretmeye ayırdığı vakti her saniyesiyle kullandığı için daha çok verim alıyorlar. McKeown’un şüphesiz en ufuk açıcı ve aynı zamanda günlük hayata uygulaması en güç olan iddiası şu: “Yapmadıklarınız, en az yaptıklarınız kadar önemli.”