Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
İçinde olduğumuz ilişkinin biçimi ne olursa olsun, iki iyi arkadaş olmanın bir ilişkideki en önemli şeylerden biri olduğunu anlayabilecek kadar şanslı mıyız? Aşk da buna dâhil. Herkes Portofino’yu aşkla bağdaştırdı, biz orada (belki de) aşktan da üstün bir şey bulduk: sonsuz bir arkadaşlık.
Julia Roberts’ın başrolünde olduğu Ye, Dua Et, Sev filmini hatırlayın. Roberts’ın canlandırdığı seyahat yazarı Elizabeth Gilbert (arkadaşlarının onu çağırdığı şekliyle Liz) İtalya’nın bir meydanında tek başına oturmuş bir yandan etrafını seyrederken bir yandan da elle açılmış makarnasını yiyordur.
Liz öyle bir ruh hâlindedir ki hem oradadır hem de değildir. Kendisini oradaki her bir duyuya kaptırmıştır. Bir yandan da oraya gelmeden önce oraya dair kurduğu hayale. O şimdi, gerçekle hayal arasında bir yerde, arka planda Vespa’ların ve de İtalyanca diyalogların sesi duyulmaktadır. Filmi izlemediyseniz de bu söylediklerimle az çok aklınızda bir şeyler canlanmıştır. Şimdi farz edin ki Elizabeth Gilbert benim. Henüz bir seyahat yazarı olup olamadığım konusu bir kenara, şu an bu yazıyı yazdığım Portofino sabahında içinde olduğum hissiyat, Liz’in dışarıya hissettirdiğinden farksız. Gerçekle hayal arasında, buradaki her şeyi duyarken duyularım aracılığıyla başka bir bilinç seviyesindeyim. Kendimi bu hisse ve Portofino’da olmanın büyüsüne öylesine kaptırdım ki biraz önce bana beş dakika boyunca İtalyanca konuşan hanımefendiyi “parlo un po Italiano” (“sadece birazcık İtalyanca konuşuyorum”) diyerek bile uyarmadım. Üzerinde olduğum toprağın kültürünü sonuna kadar sindirmek istiyorum. Sanki böylece oranın daha fazla parçası hâline geleceğim. Dolayısıyla alıntılarda pek de öyle olmayan bilgiler olursa şimdiden affola. “Dolce far niente” deyip geçeceğiz. Bu terim genelde “Hiçbir şey yapmamanın keyfi” olarak çevriliyor ama unutulmaması gereken bir şey var, bu kavram çerçevesinde kişi bir aksiyonda olmasa da anda ve ânın ona getirdiği her şeyi sonuna kadar içine çekiyor. Ânın kendisine ve onun getirdiklerine büyük heyecan duyuyor. Yani dolaylı bir aksiyon söz konusu. Ve işte ben tam da bu ruh hâlinde, birkaç ay sonra iki yıllığına renovasyona girecek efsanevi Hotel Splendido’nun terasından aşağıya bakıyorum.
Tam karşımdaki yemyeşil yamacın ortasında Dolce & Gabbana’nın, sağ tarafımda ise gazeteci Franca Sozzani’nin evi duruyor. Melisa ve diğer bütün çiçeklerin kokusu aşağıdan yukarıya doğru buharlaşırken denizin kokusu mutfakta pişen focaccia’ların kokusuna ekleniyor. Duş aldıktan sonra etrafımı saran, buraya özel üretilmiş Acqua di Parma’nın narenciye notalı ürünleri arada bir kendini hissettirirken, gagası turuncu ve vücudu simsiyah kuşlar türlü sesler çıkararak güneşin doğuşuna eşlik ediyor.
Buradan Instagram hesabıma koyduğum hikayeyle birlikte ânında cep telefonuma iki kişiden aynı cevap düşüyor: “Bucket List”. Burası çoğu kişinin “Ölmeden Önce Mutlaka Görülmesi Gereken Yerler” listesinde, bazıları (örneğin Madonna) burayı özel günleri için vazgeçilmez bir durak yapıyor. Bazıları ise (örneğin Bill Gates) uzun tatillerini burada geçiriyor. Yanlış anlaşılmasın, mesele belli bir üne sahip olmak değil ama kabul edelim, şöhret kavramı günümüzdeki gibi belli bir oranda değişmeden önce üne her zaman derin bir bilgi birikimi, deneyimler silsilesi, görgü ve adabımuaşeret eşlik ederdi. Düşünün ki bu birikim o kişilerin geldiği bu yerle birleşiyor, yeni bir sinerji yaratılıyor. Konumuzdan sapmayalım ama şöhret kavramının dönüşümü konusuyla ilgileniyorsanız Chris Rojek, Şöhret isimli kitabında bu kavramı çok güzel irdeliyor. Konumuza dönersek… Portofino, Liza Minnelli ve Frank Sinatra’nın da çokça performans sergilediği yer. Leo Chiosso’nun meşhur “Aşkımı Portofino’da buldum” dizeli şarkısındaki gibi burada aşkı bulanlar da var, aşkı yüzünden kraliyet ailesindeki görevini geride bırakmak zorunda kalanlar da... Hotel Splendido’nun genel müdürü Ermes de Megni’nin bana doğru tuttuğu anı defterinde parmaklarım Prens Edward’ın krallığından aşkı için vazgeçmeden biraz önce yazdığı cümlelere dokunuyor.
Dürüst olmam gerekirse buraya gelmeden önce ben de bu konuda biraz taraflıydım, çoktan bu hikayeyi aşkla nasıl bağdaştıracağımı düşünüyordum. Bu balıkçı kasabasında zaman geçirdikten sonra belki de aşktan daha önemli bir şey buldum: arkadaşlık. Burası gelip giden turistleri saymadığımızda 300 kişinin altında nüfusa sahip küçük bir kasaba (Fazlasıyla gelişmiş ve lüks olsa da). Şimdilerde dünyanın birçok yerinde satılan Portofino Gin’in kurucularından Alessandra şöyle diyor: “Belki de buradaki 33 yaşındaki tek kişi benim, aslına bakarsan burada çok az kişi yaşıyoruz”. Burada her şey butik. Dünyada ilk defa İtalya’da üretilen cin de buna dâhil. Her ne kadar ilk olarak ilaç şeklinde kullanılmak için üretilmeye başlansa da...
Bu topraklarda bulunan cin, Portofino’daki bu markayla geleneğini sürdürüyor. Yılda sadece 3000 şişe üreten marka, Beckham ailesinin de favorisi. İçinde Portofino’nun yamaçlarından 21 farklı bitki barındıran Portofino Gin’in üretimi tamamen doğaya bağlı, hiçbir ilaç bitkilere verilmiyor ve her şey organik. Dolayısıyla doğanın bize verdikleri üzerinden şekillenen bir üretim biçimi mevcut. İtalya’nın bu bölgesinde doğayla farklı bir ilişki kurulmuş. Doğaya fazlasıyla kulak veriliyor ve ona saygı en yüksek seviyede. Minestrone çorbasının da Cenova bölgesinde bulunmasına şaşırmamak lazım. Çorba bir sürdürülebilirlik dersi zira bu çorbanın malzemeleri bozulmaya yüz tutmuş sebzelerden oluşuyor. Minestrone’nin çıkış noktası elde kalan malzemelerin ileri dönüşümü.
Portofino’da kaldığım kısa zamanın bir kısmını da buranın incisi olarak gösterilen La Portofinese eko çiftliğinde geçiriyorum. Burası sürdürülebilirlik konusunu çalışan bir merkez. Organik şarap üretiminden doğal ve sürdürülebilir enerjiye farklı bir yaşam biçimini sorgulayan bir vaha. Franca Sozzani de buranın kurucusu olan Mino Viacava’yı çok desteklemiş. Ona şöyle demiş: “Geleceğe bakmak önemli ama geçmişi unutmamalı insan, geçmişin hikayesini anlat Mino, bugünün gereksinimleriyle geleneği birleştir”. İkisi iyi arkadaşlarmış. Mino bana Portofino’nun yamaçlarındaki çiftliği gezdirirken yüzünde bir gülümsemeyle sürekli orada yetiştirdiklerini tattırıyor, kendi payını da bana ikram ediyor. Ona Portofino’ya dair bir kelime sorduğumda ise “amigü” diyor. Arkadaş. Mino’nun tanımında bu kendinden önce karşındakini düşünen kişi anlamına geliyor.
Artık eğer yemekten konuşmaya başlıyorsak Portofino’ya giderseniz mutlaka yemeniz gereken üç şeyi hemen burada söyleyelim: ilki DaV Mare adlı restoranda pesto soslu trofie, ki bu makarna benim hayatımda çığır açtı zira ben pestoyu hep ağır bulurdum. Buradaki pesto, Pra bölgesinde yetişen fesleğenlerden yapılıyor ve Pra’nın bir fesleğenin yetişmesi için dünyadaki en uygun iklim olduğunu söyleyenler çok. Burada lezzetin ötesinde ferahlatıcı bir pesto deneyiminin ne demek olduğunu anlayacaksınız. Denemeniz gereken ikinci tat Splendido Mare’nin mutfağında hazırlanan Worcester soslu tereyağı. Ve de son olarak Splendido’da zeytinyağıyla yarı ıslak halde gelen focaccia. Bu focaccia’lar artık favori zeytinyağı markam olan 190 Famiglia Mela ile yapılıyor. Yemeklerden konuşup şef Corrado Corti’nin menüye yazdığı cümlesini es geçmeyelim: “Benim en önemli malzemem hafızadır”. Yanlış anlaşılmasın tadılması gerekenler listesi bundan çok uzun. Detaylı liste için bana ulaşabilirsiniz ancak olur da etrafın büyüsüne kapılıp yemek yemeye fırsat bulamazsanız en azından bunları mutlaka deneyin isterim. Portofino’ya benim gibi Milano’dan kiraladığınız bir arabayla gidiyorsanız yolda Christian Dior işbirliğiyle yeniden açılan Bagni Fiore’de denize girin ve Langosteria Paraggi’de paccheri makarna yiyin.
Bir yerde okumuştum; Portofino’ya giden insanlara sorulan sorulardan ilki “Splendido’da mı kalacaksın?” oluyormuş. Ben her şeyi deneyimlemek istediğimden bir gece Splendido’da, bir gece ise Splendido Mare’de kalıyorum. Splendido bu yazının tamamı kadar önemli ismin kaldığı ve kalmaya devam ettiği ikonik bir yer. Her yeri ve her objesi hikaye ve tarih dolu. Seramik markası Ernan Albisola tarafından otel için özel olarak üretilen vazo ve tabaklar her masanın üzerinde otele yeni bir hikaye eklerken, Walt Disney’in önünde fotoğraf çektirmeyi sevdiği U şeklindeki büyük varaklı ahşap kapılar burayı ikonik yapıyor. Otelin bulunduğu yamaçtan aşağıya, şehir merkezine inip meydana ve Portofino’nun teknelerine bakan Splendido Mare’deki odama girdiğimde masanın üzerinde bir kitap var: Luigi Ghirri’den L’amico İnfinito. Burası mimari işleriyle dünya gündeminde olan Festen mimarlık stüdyosu tarafından yaratılmış. Odalar Loro Piana’nın özel ürünleriyle donatılmış ve giyinme dolabınızı açtığınızda özel Technogym çantanız sizi bekliyor. Tam iki kat aşağımda duran otel müdürü Michela Nicosia’nın ofisi yok, kapıdan girdiğinizde masası ve gülen yüzüyle sizi karşılıyor.
Portofino’da geçirdiğim iki günün ardından oradan ayrıldığım sabah neredeyse herkese ismiyle veda ettim. Daha kötüsü o sabah kendimi oranın en eski balıkçı teknesinin sahibiyle yarım yamalak İtalyancamla dedikodu yapar halde buldum. İsim vermeyeyim ama bu kişinin buradaki bir esnaf hakkında söylediği bir cümle önemli ve buranın ruhunu anlatıyor: “Kadın Cartier satarmış gibi focaccia satıyor!”. Anlayacağınız bu küçük kasabada üç günden fazla kalmamam herkes için iyi oldu. Benim merakım ve heyecanlı bir şekilde edindiğim bilgileri başkalarıyla paylaşma hevesimle ortalık bir anda fazlasıyla karışabilirdi. Ama bununla birlikte arkadaşlık da biraz bununla alakalı değil midir; arkadaşlar arasında biraz dedikodu her zaman kabul edilebilir? Arkadaşlık paylaşmayı gerektirir; bazen de yanlış bir şeyler yaptığında konuşup özür dilemeyi. Ne olursa olsun beraber o ilişkiye emek vermeyi seçmektir. Buraya yaptığım seyahat hayatımı değiştirdi. Bu benim için böyledir eminim ve burası herkeste başka bir etki bırakacaktır ama ben burayı Liz’in olduğu o yerde, gerçekle hayal arasında deneyimledim. O kadar güzel şeyler gördüm, tattım, duydum ki öylesine heyecanlanınca hayattan korktum. Her şeyin bana göre bu kadar mükemmel olması bir şaşkınlık yarattı. Bir yandan da zaman geçtikçe bütün bu yaşadıklarımın ve deneyimlediklerimin sonunda bir gün artık bir tanımı olacağına dair inancım azaldı. Bu karmaşık duyular silsilesini tanımlayacak kelimelerin hepsini bir arada anlatabilecek bir düzen yoktu ya da ben henüz bulamadım. Orada geçirdiğim iki gün boyunca hayatın anlamı, neden burada olduğum konuları her zamankinden karmaşık geldi bana. Bütün bunların ortasında, orada edindiğim arkadaşlarla yaptığım sohbetler bütün bu söylediklerimi bir bakıma önemsiz kıldı. Çünkü her şey gelip geçse de arkadaşlık kalıyordu ve arkadaşlarla konuşmak hayata hem anlam katıyor, hem de geri kalan her şeyi önemsizleştiriyordu. Gerçeği söyleyen bir arkadaş her şeyden daha değerli ve gerçek bir arkadaşı arkasından kovalamak gerekmiyor. Aslında Portofino en başından beri bana arkadaşlığa dair bütün sinyalleri vermiş, odamda Ghirri’nin kitabı, Mino’nun bana söylediği “amico” kelimesi ve Milano’ya indiğimde bir bakkaldan aldığım Amica marka çerez. Ben burayı aşkla alakalı sandım ama Portofino ve Portofino’daki herkes bir arkadaşlıkmış her şeyden önce. Sonsuz bir arkadaşlık. Amico İnfinito. Böylece hep benimle kalacak. Fotoğrafçı Peter Lindberg’e katılıyorum, burada aşkı bulmaktansa, “burada kalbimi bıraktım”. Eminim buradaki arkadaşlarım ona iyi bakacaklar.