Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Renkleri ve mimarisiyle içimizi açan tarihi apartmanların, butiklerin, atölyelerin ve insan seslerinin eksik olmadığı mekanların bulunduğu Galata’nın kalbinde, Serdar-ı Ekrem Caddesi’ndeyiz. Bu tarihi caddenin iki eski apartmanını kendine mesken edinmiş iki tasarımcı; Banu Kent ve Bahar Gözkün’ün atölyelerini ziyaret ediyoruz.
Renkleri ve mimarisiyle içimizi açan tarihi apartmanların, butiklerin, atölyelerin ve insan seslerinin eksik olmadığı mekanların bulunduğu Galata’nın kalbinde, Serdar-ı Ekrem Caddesi’ndeyiz. Bu tarihi caddenin iki eski apartmanını kendine mesken edinmiş iki tasarımcı; Banu Kent ve Bahar Gözkün’ün atölyelerini ziyaret ediyoruz.
Galata’da, İstanbul ve İtalya düşlerinin kesiştiği o eski sokağa; Serdar-ı Ekrem’e vardığımda sanki adım sesleri geliyor arkamdan usul usul. Muhsin Bey, uzun paltosu ve fötr şapkasıyla arzıendam ediyor. Vitraylı kapıyı yavaşça iterek Doğan Apartmanı’na giriyor. Üst kattaki dairesine çıkıp, pencere kenarına dizdiği sardunyalarına su verecek. Elbette ki arkada, pikaba koyduğu o çok sevdiği plağından şarkılar çalacak. Şanslıysak o melodiler, sokağa taşarak, Mavra Kafe’nin önünde oturanların kulağına kadar gelecek.
Az sonra Abidin Dino’yu görür gibi oluyorum, Kamondo ailesine ait apartmanın çatı katı terasında. Sanki daha dün buraları bırakıp gitmişler gibi. Galata civarındaki izleri halen canlı olan Kamondo’ların apartmanının bir yanında Kastro, diğer yanında Braunstein ailesine ait iki bina, caddeden geçen herkesin gönlünü bir şekilde çeliyor. Birkaç turist tam yolun ortasında durup, başlarını yukarılara kaldırarak yapıları dikkatle incelemeye koyuluyor. Kafelerin, tasarım butiklerinin, antika ve hediyelik eşya dükkanlarının sıralandığı Serdar-ı Ekrem Caddesi, iç içe geçmiş eski ve yeni görüntüleriyle karşılıyor beni. Arnavutkaldırımlı sokağında yürürken, İstanbul’un en yüksek rütbesinden selamlıyor güneşin vurduğu sarı duvarlarıyla.
Bina girişlerinde kimi eski alfabeyle yazılmış tarihlere, apartman isimlerine bakıp; bu kentin işaretlerini ve gizemini çözmenin en zevkli olduğu sokaktayım. Bugünkü amacım ise biraz farklı… Birbirini çok seven iki komşunun atölyelerini ziyaret edeceğim. İkisi de yıllardır artık benim için İstanbul’un tanıdık simalarından. Her şeyin böylesine hızla tüketildiği bir zamanda acelesiz tasarımlar yapan, inanarak ve emin adımlarla ilerleyen iki tasarımcıdan söz ediyorum. Der-Liebling takı markasının yaratıcısı Banu Kent ve Civan Bay Moda Evi’nin kurucularından Bahar Gözkün’den.
Galata’nın birbirinden güzel ahşap cumbalı evlerini ve Kırım Kilisesi’ni arkamda bırakıp, yokuşun köşesini döner dönmez çıkıyor karşıma Banu Kent’in kurduğu mücevher markası Der-Liebling. Dışarıdan bakınca küçücük gibi görünen ama içine girince ferah ve ışıl ışıl ortamıyla hemen sizi davet eden bir atölye-dükkan burası. Banu’nun sıcacık gülüşü karşılıyor beni. Banu, benim meraklı sorularıma cevap verirken dışarıyla bağımız sanki hiç kesilmiyor. Sokaktan geçen bir seyyar araba “eskiciii” diye bağırıyor. Biraz sonra caddeyi turlayanların gülüşme sesleri geliyor içeriye. Sigorta kayıtlarına baktığında çok eskiden bir bakkal dükkanı olduğunu gördüğü bu köşeyi kendi hayalleriyle tasarlamış Banu. Bu yüzden sadece takıların dizili olduğu raflar değil, antika eşyalar, duvara asılmış resimler ve sarkan bitkiler de tasarımcının dünyasına ait. Bu dünyanın çıkış noktası ise 2010 yılına ve Kapalıçarşı’ya kadar uzanıyor. “Aslında bir tesadüfle başladı her şey” diyor Banu. “O dönemde, çarşıda gezinirken, kendime bir kolye yaptırmak için kuvars taşlara bakıyordum. Birkaç kişiye şöyle bir kolyeyi kime yaptırabilirim diye soruştururken, beni Eren Usta’nın atölyesine yönlendirdiler. Kendisine kolye yaptırmak istediğimi söyleyince, önce bir güldü. ‘Taş mı takacaksın yani boynuna? İstersen gel otur sana yapılışını göstereyim’ dedi. Bir hafta sonra taşımı alıp kapısını çalmıştım. O günden sonra atölyesine sık sık uğramaya başladım. Bir süre sonra takılara cila, tesviye işlemi yaparken buldum kendimi. Ve bir daha da oradan kopamadım.”
Aslında, hep bir şekilde moda, tasarım ve üretim sürecinin içinde yer almış Banu. Çocukluğunda, annesi tekstil işi için kumaş seçerken, oyuncak bebeklerine de o kumaş parçalarından giysiler yaparmış. Amsterdam’da Moda bölümünden mezun olup, oradaki bir tekstil firmasının satın alma bölümünde çalışmış birkaç yıl. İstanbul’a döndükten sonra da annesinin yanında çalışarak, üretim alanını yakından deneyimlemiş. Annesiyle birlikte koşuşturdukları o dönemi büyük bir tebessümle hatırlıyor Banu: “Annem de hep elleriyle bir şeyler üretmeyi seven bir kadındır. Yerinde duramaz. Ben onun kadar sabırlı değilim fakat zanaatı hep sevdim. Der-Liebling’i kurarken de takı tasarımıyla yetinmek istemedim hiçbir zaman. Tasarımlarını yapmak dışında, mücevherin yapım sürecine de dâhil olmak hoşuma gitti. Atölyeme geçip ellerimin o parçalara değmesini istedim. Sadece, taş mıhlaması ve dekorasyonları Kapalıçarşı’daki ustalarıma bırakıyorum. Hepsi, yıllardır çalıştığım, bu işi kuşaktan kuşağa devam ettiren ustalar. Her birinin dünyası hayat okulu gibi. Daha fazla ürün yapıp daha fazla kişiye ulaşayım gibi bir dileğim yok. O yüzden daha yavaş, ‘beni, markayı bilen gelsin’ düşüncesinde ilerliyorum.”
Tasarımcı, online satış yapsa da randevu sistemini her zaman daha çok sevdiğini söylüyor. Ona göre, randevu almak ve bu dükkanı bulmak gayret gerektirdiğinden süreci de daha özel kılıyor. Mücevher alırken deneyip, ona dokunmak da öyle. “Fotoğrafta gördüğünle, eline aldığındaki hissiyat bambaşka olabilir. Bazen müşteriler çekiniyor eğer bir şey almazsam, eli boş çıkmak ayıp mı olur diye… İşte, bu düşünceyi kırmaya çalışıyorum” diye ekliyor. Kişiye özel yaptığı tasarımlar ise Banu’nun en keyif aldıklarından. “Öncelikle konuşarak başlıyoruz her şeye, nasıl bir takı fikri var o kişinin kafasında diye. Bazen frekanslar öyle tutuyor ki ortak bir noktada hemen buluşuyoruz. Eskizler hazırlıyor, çizimlerin üzerinde oynamalar yapıyorum. Ta ki ‘işte budur’ denilene kadar.”
Amsterdam’dan sonra İstanbul’a dönüp, bundan böyle yaşamak istediği kentin burası olduğunu söylediğinde, nedenini soruyorum. “Elbette söyleniyorum birçok şeye, evimden Kapalıçarşı’ya yürüyene dek. Ama bir şekilde de kopamıyorum. Doğup büyüdüğüm topraklar olmasının yanında, yıllardır Beyoğlu’nda yaşayan biri olarak besleniyorum bu kültürden. Kendimi ‘evimde’ hissediyorum. Tarihi yarımada benim için İstanbul demek. Bu sokak da öyle. Seneler önce Amsterdam’dan İstanbul’a döndüğümde Serdar-ı Ekrem rüya gibiydi. Bahar Korçan, Arzu Kaprol gibi isimlerin butikleri vardı. Şimdi, burada atölye ve dükkanımın olması ayrı bir mutluluk” diyor Banu. Bu esnada, kapıyı aralıyor bir hanımefendi. Tam da konuşmamızın üzerine; “Randevu almadan geldim fakat dükkanı açık görünce dayanamadım, düşündüğüm bir parçayı görüp, ona bir bakmak istedim” diyerek. Banu’yla vedalaşıp Serdar-ı Ekrem’e çıkıyorum yeniden.
Geçmiş yüzyılın en görkemli İstanbul’unun, dönemin zengin aileleri için yapılan binalarının birinin önünde; Braunstein Apartmanı’ndayım. Kapı açıldığı anda Bahar’ın yüksek enerjisiyle karşılaşacağıma eminim. Yüksek tavanlı daireye adım attığım anda sarıp sarmalanacağım kumaşlar, vintage eşyalar, duvarlardaki çizimler, eski tabelalar ve papyonlar, hiç değişmeyen Civan gustosunu anlatıyor bana. 2012 yılında Çukurcuma’da tanışıp hayran kaldığım; Civan Modaevi’nin yarattığı o İstanbul beyefendisi neyse, şimdi de aynı duruşuyla beliriyor karşımda. Klasiklerinin üzerine bir sürü yeni renk, bir sürü yeni detay eklenmiş hâliyle tabii.
Marka fikrini, o yıllarda Bahar’a büyük bir heyecanla anlatan ve marka kurucusu olan Kerem Küçükgürel’in de kulaklarını sıkça çınlatacağımız sohbetimize başlıyoruz. “Tekstil tasarımı bölümünden mezun olup Hollanda’da çalıştığım yıllarda, Kerem ile antika ve vintage dükkanlarını, bit pazarlarını gezerdik. O eşyalardan büyülenirken, bir yandan da erkekler için özenle dikilmiş giysilere hayran kalırdık. Kerem bana, Civan için hayallerinden ilk söz ettiğinde, aynı heyecanı hissettim. Ertesi sene İstanbul’a döndüm ve çok hızlı bir şekilde atölyemizi kurduk” diye anlatıyor Bahar. Tamamı el dikimi olan erkek giysilerinin, aksesuarların ve kişiye özel tasarımların bulunduğu markalarına da genelde duygusal yaklaşmış ikili. “Stratejiler de önemli fakat biz daha çok duygusal bağ ve dürtülerimizle hareket ediyoruz Kerem’le. Bazen bir kumaşı görüp âşık oluyoruz, sonra o kumaşla neler yapabiliriz diye düşünüyoruz. Hâlâ kullanmaya kıyamadığımız çok özel kumaşlar, düğmeler var mesela. Koleksiyonlar da o dönem bizi etkileyen şeylerden oluşuyor. Zaten tasarımcı olduğunda, sezgilerin daha güçlü oluyor; etrafında olan bitenden etkileniyorsun. Dünya trendlerini zaten görüyorsun görsel medyadan, filmlerden… Fakat o trendlere bire bir bağlı kalmak yerine, kendi hissettiklerimize odaklanarak koleksiyon temalarını belirliyoruz. Mesela, bir sene Wes Anderson’ın The Grand Budapest Hotel filminden öyle etkilenmiştik ki o sezonki koleksiyonumuzda renk cümbüşü vardı.”
Civan, biraz da özlem duyduğumuz bir İstanbul beyefendisi. Bunu, giysilerin zarif ve şık detaylarına bakınca anlayabiliyoruz. Bahar da bu durumu şöyle açıklıyor: “İstanbul Beyefendisi denildiğinde fötr şapkalar, yazlık keten safari ceket, duble paça pantolon, renkli çorap ve kunduralar geliyor gözlerimin önüne. Bir de Atatürk’ün giysileri. Zarif bir şekilde tasarlanmış, yakasında çiçeği, ipek mendilleri olan kombinler… Beyaz keten takımları, mayoları, sandaletleri… Civan’ın karakterini oluştururken elbette bu ayrıntılar baskın geldi. Tabii, zarafet sadece giyimle değil davranışla da bütün olan bir varoluş hâli.” Bu öze sadık kalarak markanın koleksiyonlarında yeni denemeler yapmaya da hevesli Bahar. Yeni çıkacak koleksiyon için ilk kez mayo şortlar hazırlamışlar. Bir yandan da kendini ve sınırları zorlamayı sevdiğini belirtiyor: “Bazen bir müşteri geliyor ve ona özel bir tasarım yapıyoruz. Ben eskizleri çizerken bile heyecanlanıyorum. Atölyemizin 2013’ten beri vazgeçilmezi Engin Usta da dikimini yapıyor. O esnada şunu görüyorum; yeni bir bakış açısı geliştiriyorsun kişiye özel çalışırken. Zaten, müşterilerin hepsinin ayrı bir gözü, vizyonu ve entelektüel yapısı var. O kadar geliştirici bir süreç ki, bambaşka bir gözle ve o insanın zevkiyle bakmaya başlıyorsun parçalara. Zaten tasarım dediğin şey de biraz öyle, karşındakini anlamaya çalışmak. Yaptığımız tasarımların, hazır giyimden farkı daha interaktif bir süreç olması. Bu şekilde olmasından çok memnunum.”
Laf dönüp dolaşıp Bahar’ı ve Civan markasını doğrudan etkileyen kent kültürüne geliyor. İstanbul’un farklı kimlik ve kültürlerle yoğrulmuş geçmişi, bu şehirde yaşamış zanaatkarların ince işçiliği, bir eşyaya yapılan bir kabartma, bir detay. Hepsi, Bahar’ın ilham kaynaklarından. “Tarihin izlerini sürmeyi ve şehrin çok kültürlü yapısını seviyorum. Bir Rum terzinin elinden çıkmış bir gömleği, bir Ermeni ustanın işlediği ahşap bir eşyayı bulmayı… Şu anda bulunduğumuz bu apartman bile başka dönemlerin anılarını saklıyor. Belgelerden öğrendiğimiz kadarıyla, evin sahibi eğlence hayatına düşkünmüş. Partiler yapılırmış burada. Biz de yaptığımız etkinliklerle anıyoruz kendisini.”
Civan’a yolu düşenler arasında bazı isimler var ki, Civan’ın en özel misafirleri arasında anılmış hep. “Christian Louboutin ziyareti bizim için unutulmazdı. Dışı siyah içi kırmızı bir papyon yapmıştık kendisine. John Galliano, Louis Vuitton ve Ralph Lauren tasarımcıları, Sam Sparro ve Blonde Redhead grubu üyeleri çaldı Civan’ın kapısını. Her biriyle güzel diyaloglarımız oldu” derken sanki yeniden yaşıyor o anları Bahar. Onunla sohbetimiz sırasında, ben de Galata’nın ortasında başka bir zaman parçasına karışıyorum. Sanki birazdan Braunstein sakinleri gelecek ve şu köşede duran papyonları deneyecek bir bir. Gün ışığı eriyip giderken, Serdar-ı Ekrem de başka bir ruha bürünüp, usulca kendi içine kapanıyor.