Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Sevil Dolmacı Gallery’de devam eden “European and American Art” sergisinin küratörü Robert Fleck ile günümüz sanatına dair
23 Mayıs'a kadar ziyaret edebileceğiniz European and American Art sergisi, Georg Baselitz, Katherine Bradford, Jiri Georg Dokoupil, Ebru Döşekçi, Katharina Fritsch, Katharina Grosse, Erwin Wurm ve Ekrem Yalçındağ'ın farklı teknik ve biçimlerdeki eserleriyle etkili bir seçki sunuyor. Serginin küratörü Robert Fleck, Avusturyalı bir sanat tarihçisi. Fleck, Düsseldorf’taki Kunstakademie’de “sanat ve kamusal alan” profesörü olarak görev yapıyor ve aynı zamanda Akademie-Galerie’nin direktörlüğünü yürütüyor.
İstanbul'a yabancı biri değil Robert Fleck. İlk kez 1976 yılında geldiği İstanbul'a yaklaşık 15 kez gelen küratör, 1999 yılında 2001 İstanbul Bienali için konsept önermesi amacıyla davet almış. Fleck'in bienal için düşündüğü fikri hayata geçirilmese de Türk sanatçıları ve buradaki sanat ortamını yakından takip etmeye devam etmiş. Halil Altındere, Füsun Onur, Gülsün Karamustafa işlerini yakından takip ettiği sanatçılar arasında.
Fleck ile günümüz sanat ortamından bienallere, artwashing kavramından gelecek projelerine kadar kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Eser: Katharina Fritsch, Fotoğraf: Dilan Saray
Serginin ana fikri, çeşitli kavramları bir araya getirmek ve aynı zamanda bu kavramlar arasında olası diyaloglara yer vermekti. Bir diğer önemli unsur ise karşılıklı güven duygusuydu; çünkü sergide yer alan sanatçıların neredeyse tamamıyla daha önce birçok kez birlikte çalışmıştık. Katharina Fritsch ve Katharina Grosse, Düsseldorf Sanat Akademisi’nde birlikte görev yaptığım sanatçılar; Erwin Wurm ise öğrencilik yıllarımızdan beri tanıdığım, aynı dönemde okuduğum bir isimdi. Hamburg’da Baselitz, Fritsch, Wurm ve Georg Dokoupil ile büyük müze sergileri yaptım; 2023’te ise Viyana’da Ekrem Yalçındağ ile bir sergi gerçekleştirdim. Böyle bir sergi için karşılıklı güven gerçekten çok önemli.
Georg Baselitz davetimi hemen, olumlu bir şekilde yanıtladı. Buradaki sanat dünyasına olan ilgisini ve desteğini göstermek, varlığını hissettirmek istedi. Sergide aslında üç ya da dört farklı kuşak yer alıyor ve her biri sanata farklı yaklaşımlar sergiliyor. Baselitz, eğitimine başladığında hâlâ hayatta olan Jackson Pollock’tan fazlasıyla etkilenmiş bir sanatçı. Katherine Bradford ise ABD’deki Soyut Dışavurumculuğa figüratif bir karşı duruş getiriyor. Katharina Grosse, neo kavramsal sanatın “resmin sonu” ilanından sonra resim yapmaya devam eden bir sanatçı. Katharina Fritsch, eğitim yıllarındaki minimal sanat ve kavramsal sanatı tersine çevirerek kendi yolunu çizdi; tıpkı Georg Dokoupil ve Erwin Wurm’un yaptığı gibi.
Eser: Ebru Döşekçi, Fotoğraf: Dilan Saray
Ekrem, Frankfurt’ta eğitim aldı ve bizi ortak arkadaşlarımız Peter Kogler ve Kai Middendorf tanıştırdı; ikisi de birlikte çalışmamız gerektiğini söylediler. Bu tanışıklık beş yıl öncesine dayanıyor. Ekrem aracılığıyla Sevil Dolmacı ve galeri direktörü Eda Aytekin ile tanıştım, onlar da beni Ebru Döşekçi ile tanıştırdı. Her iki sanatçının da kültürlerinin biçimsel gelenekleriyle, bu geleneklerin kalıplarından tamamen bağımsız bir şekilde çalışmaları beni çok etkiliyor. Bu durumu, 20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika’daki soyut sanatla karşılaştırmak mümkün; çünkü orada, Avrupa ya da Amerika’daki soyut sanattan farklı bir ruh hali ve fikirler vardı, bu da sanat dünyasını büyük ölçüde zenginleştirdi.
İstanbul Modern’de Kutluğ Ataman’ı yeniden görmek beni çok mutlu etti. 1998 yılında küratörlerinden biri olduğum Lüksemburg’daki Manifesta 2 bienalinde yer almıştı. Aynı şekilde, 1999–2000 yıllarında Fransa’nın Nantes kentindeki lisansüstü programda öğrencilerim olan Halil Altındere ve Serkan Özkaya’yı da görmek de etkileyiciydi. Bugün pek çok koleksiyonun çağdaş sanat bölümlerinde yer almaları, referans sanatçılar haline gelmeleri gerçekten etkileyici. Ve elbette, herkesin tanıdığı Füsun Onur, Gülsün Karamustafa...
Elbette 21. yüzyılın ilk yarısında postkolonyalizm, toplumsal cinsiyet ve ekoloji gibi konular baskın temalar arasında yer alıyor. 20. yüzyıldaki Modern Sanat'ta olduğu gibi ortak bir uluslararası üslup artık yok; ancak ekranlarımıza hâkim olan “kısa imgeler” günümüzde üretilen sanatta zaman kavramını da etkiliyor.
Konu hakkında gerçekten çok fazla bilgim yok, çünkü artık bu tür şeyler için fazla yaşlıyım diyebilirim. Ama bana sorarsanız bu durum biraz fotoğrafın icadına benziyor. İnsanlar, fotoğrafın otomatik görüntü üretme biçiminin resmin sonu olacağını düşünmüştü. Ama resim sadece büyük ölçüde değişti; ticari portre ressamları ortadan kayboldu ve fotoğraf kendi başına yeni bir sanatsal ifade aracı haline geldi.
1990’lı yıllarda dünyanın dört bir yanında ne kadar çok bienal ve sanat fuarının ortaya çıktığını görmek gerçekten etkileyiciydi. Bu tür etkinlikler hem izleyici, hem sanatçılar hem de galeriler için büyük önem taşıyor. Elbette Venedik, İstanbul, Berlin, Manifesta ve Whitney gibi etkinlikler yakından takip ediliyor. Artwashing meselesine gelince... Bu durum 1980’lerde çok daha belirgindi; o dönemlerde sanat fuarları, mafyanın uyuşturucu gelirlerini akladığı alanlar olarak da kullanılıyordu.
İstanbul Modern, Arter ve Sakıp Sabancı Müzesi, uluslararası alanda en yüksek düzeydeki kurumlar arasında yer alıyor. Dijital dünyayla birlikte müzelerin yok olacağına inanmıyorum. Hatta eserlerin rolü, ekranlara gün boyu bakmamızla daha da pekişiyor.
İstanbul’a ilk kez 1976 yılında geldim, 1979’da ise iki hafta boyunca yalnızdım. O zamandan beri, İstanbul’daki galeriler, müzeler ve elbette İstanbul Bienali ile bu etkileyici sanat dünyasının inşasına tanıklık ettim. 1999 yılında 2001 için bir konsept önermem amacıyla davet edilmiştim, ancak Japon meslektaşım Yuko Hasegawa yarışmayı kazandı. Benim fikrim hayata geçirilemeyecek kadar karmaşıktı; amacım, Asya ve Avrupa’daki tüm ülkelerden sanatçılar arasında İstanbul çevresinde işbirlikleri başlatmaktı. Toplamda İstanbul’a yaklaşık 15 kez geldim.
İyi bir meslektaşım, bu kitabın sanat tarihçilerine bir hakaret olduğunu söyledi, çünkü sanat tarihçileri böyle bir kitabı yazmak için 21. yüzyılın bitmesini beklerdi; ancak kitabı çok beğendi ve 1924 yılında Carl Einstein tarafından yayımlanan 20. Yüzyılda Sanat adlı eserle karşılaştırdı. Bu büyük bir onur. Ben, çağdaş sanatın yeni düşüncelerini, konularını ve formlarını tanımlamaya çalıştım; bu unsurların, geçen yüzyılın ikinci yarısındaki sanatla neredeyse hiçbir ortak noktası yok. Kitap 2021'den, ve tek eksik olduğu nokta aniden karşı karşıya kaldığımız, dünya çapında demokrasi krizini ele almamış olmam. Türkçe baskısı için bu bölümü eklememiz gerekecek.
Şu anda Fransız filozof Gilles Deleuze'ün 1981’de verdiği On Painting (Resim Üzerine) dersleri serisini okuyorum. Ben hiç sanat tarihi okumadım, sadece tarih ve felsefe okudum. Deleuze’un öğrencisi olduğum ilk yıl, bu dersler benim asıl eğitimim oldu. Dersin transkripti ancak şimdi yayımlandı ve ben de bir meslektaşımla birlikte, Kunstakademie Düsseldorf'taki son yılımda bu konuda bir seminer düzenliyorum. 45 yıl önce bir öğrenci olarak katıldığım bir dersten seminer vererek eğitim hayatımı sonlandırmak gerçekten çok keyifli.
Şu anda, 94 yaşındaki sanatçı Heinz Mack hakkında, Mack – en face. An artist's life adlı biyografik monografi üzerinde çalışıyorum. Bu kitap, Hirmer Yayınları tarafından Münih’te Almanca ve İngilizce olarak yayımlanacak. 2025-26 için ana kitap projem ise Art after Democracy (Demokrasi Sonrası Sanat). Bu, Avusturyalı editörümle Viyana'da üzerinde çalıştığım ve yüksek olasılıkla Fransız editörümle Paris’te çalışacağımız bir proje. Ayrıca, 1991 sonrasında, Irak’taki ilk Batı savaşı sonrasında Alman sanatçılar arasında bilinmeyen bir politik çevre üzerine bir sergi hazırlıyoruz. Bu çevre, Kunstakademie öğrencisi olan Thomas Struth ve Thomas Schütte gibi sanatçıların her pazartesi bir araya gelip, öğrenciler arasında protestolar ve politik bilgi organizasyonları yaptıkları bir grup. Bu, 1992’de Kassel’deki Documenta 9’un bir parçası olarak yer aldı. Bu durum, içinde bulunduğumuz güncel koşullar açısından oldukça ilginç.