Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Kreatif vizyonları ve cesur kalemleriyle modayı estetik, kültürel ve politik olarak yeniden yaratan ikonik editörlerin cesur hikayelerini anlatıyoruz.
Moda endüstrisi ile moda gazeteciliği arasında simbiyotik bir ilişkiden söz edebiliriz. Mazisi 18. yüzyıla kadar uzanan bu ilişki, insanların giyinmenin gücünü fark edip kendilerine yeni bir kimlik yaratma arzusu gütmesine kadar dayanır. 1785 yılında ilk moda dergisi olan Le Cabinet des Modes’un nâmı dilden dile öyle bir yayıldı ki İngiltere, İtalya ve Almanya’da benzer versiyonlar peş peşe yayımlandı. Paris’in moda ve dergicilik alanındaki hâkimiyeti Amerika kıtasına kadar ulaştı; 1867 yılında ilk sayısı yayımlanan Harper’s Bazaar’da Paris’teki kadar güçlü moda bilgilerinin sunulduğu iddia edildi. 1892 yılında Vogue yayın hayatına başladı ve moda dergiciliği efsanesi bütün dünyaya yayılmış oldu. Yıllar geçtikçe moda endüstrisi ve moda gazeteciliği birbirini destekleyerek ekonomik, politik, kültürel ve estetik olarak büyük bir güç haline geldi. Artık dijital medyadan izlediğimiz moda haftaları ve defileler dergilerden takip ediliyor, bir tasarımcı, moda editörlerinin kalemi sebebiyle ya batıyor ya da bir anda hayal edemeyeceği şöhrete kavuşabiliyordu. Sonuç olarak moda dergileri bir nevi hayat rehberi görevi görüyor ve haliyle moda gazeteciliği de editörler vasıtasıyla ikonlarını yaratıyordu. Moda PR’ının mucidi Eleanor Lambert, ilklerin editörü Carmel Snow, Bettina Ballard, Diana Vreeland, Anna Wintour, Carine Roitfeld, Suzy Menkes, Franca Sozzani gibi birçok ikonik editör gerek yaptıklarıyla gerek vizyonlarıyla moda dünyasını dönüştürdüler ve dönüştürmeye devam ediyorlar.
Carmel Snow ve Elsa Schiaparelli. Fotoğraf: Getty Images
“Geleceğin henüz tohum halinde olduğu zamanlarda modayı tanıtmak bizim görevimizdir. Tasarımcılar yaratır, ancak onların eserleri dergiler olmadan asla tanınmaz ya da kabul edilmezdi.” Carmel Snow, 1947 yılında TIME’da yayımlanan bir makalede moda editörlüğünü bu şekilde tanımlıyordu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından altın çağını yaşayan haute couture modasını kritik edebilen, sayısı bir elin parmağını geçmeyecek otoritelerden biriydi. Savaş sonrası yıpranan ve motivasyonunu kaybeden tasarımcıları teşvik edici tavrı Snow’u dönemin moda gazetecileri arasında farklı bir yere koyuyordu. Bunun en net örneği Christian Dior’un 1947 yılındaki koleksiyonu için markanın neredeyse ikoniklemiş ifadesi haline gelmiş The New Look tanımını kullanmasıydı. Bu tanım fenomenleşerek Dior’un markalaşma ve popülerleşme sürecine katkıda bulundu; diğer tasarımcılar da yenilikçi görünmenin yollarını arayarak vizyonlarını genişletti. Moda gazeteciliğini dönüştürüp sistemleştiren editörlerden biri olan Snow, Vogue’da başladığı kariyerini Harper’s Bazaar dergisinde genel yayın yönetmeni olarak devam ettirdi. Meslek hayatının bir bölümünü yüksek modayı yeniden cazibe merkezi yapmaya adayan Carmel Snow, sık sık Paris’e seyahat ederek yazılar kaleme aldı ve özellikle Cristóbal Balenciaga ve Hubert de Givenchy’nin sektörde tanınmasını sağladı. İleri görüşlülüğü, cesur vizyonuyla moda çekimlerine hareket kattı, sanat ve tasarım açısından dergilere yeni bir perspektif kazandırdı. Andy Warhol, Cecil Beaton, Alexey Brodovitch, Lauren Bacall ve Truman Capote gibi isimleri Harper’s Bazaar’a katarak dergiyi canlandırdı. Ve moda gazeteciliğinin bir başka duayen ismini yüksek modaya altın harflerle yazdırdı: Bugün moda imparatoriçesi olarak da kabul edilen Diana Vreeland.
Diana Vreeland. Fotoğraf: Getty Images
Diana Vreeland, Harper’s Bazaar’da başladığı kariyerini Vogue’un ikonlaşmış editörlerinden biri olarak tamamladı. Özellikle 60’lı yıllarda geleneksel stil anlayışıyla yenilik arasında köşe kapmaca oynayan moda trendlerinin dergilere nasıl yansıtılacağına karar vermiş değildi. Bir yandan klasik moda artık sıkıcı bulunarak gençlere hitap etmiyor, diğer yandan tamamen yeniliğe yönelmek de riskli bulunuyordu. Vreeland, yenilikçi gözüyle genç ve cesur atılımlarda bulunarak Vogue’a, dolayısıyla da moda basınına aranan heyecanı katmayı başardı. Kusursuz çalışma disiplini, nokta atışı moda analizleri ve ucu bucağı olmayan hayal gücü sayesinde moda basınında efsanevi statüsüne ulaştı. Stilistlik bir meslek olarak icra edilmeden önce bu rolü üstlenen Vreeland moda çekimlerini tematik olarak kurgulayarak onlara hikayeler ekledi. Kusursuz bir moda çekimi için hiçbir zahmetten kaçınmadı, ekiplerinin dünyanın dört bir yanına yolladı ve 60’ların cesur gençlerinin en büyük destekçisi oldu. Ocak 1965’te youth-quake terimini icat ederek dönemi ve gençlerini sosyolojik olarak yorumlamıştı. Mick Jagger, Penelope Tree, Lauren Hutton gibi isimlere arka çıktı; genç fotoğrafçı ve modelleri destekleyerek onların işlerine derginin kapağında yer verdi. Renksiz, ruhsuz, sıkıcı her konu ve temadan uzak duran Vreeland, renklerle her zaman sıkı bir ilişki içinde oldu. Moda editörü Polly Mellen, Vreeland’ın renklere duyduğu tutkuyu şu sözlerle tanımlıyor: “Yirmi sayfayı pembeye adamaktan korkmazdı ve bunu yaptığında reklamcılar bu rengi kapar, reklam sayfalarını pembe ruj ve ojeler doldururdu. Bir anda her köşe başında pembe görmeye başlardınız. Onun etkisi derginin editoryal sayfalarının çok ötesine geçti.” Vreeland’ın miras bıraktığı eşsiz vizyonu The Eye Has to Travel belgeseliyle taçlandırıldı. Kısacası Vreeland, Mösyö Givenchy’nin de dediği gibi, moda yapmıyor, moda yaratıyordu.
Anna Piaggi. Fotoğraf: Getty Images
Yüksek moda ve moda gazeteciliğinin kalbi Paris, Londra ve New York’ta atıyor gibi görünse de Milano, provokatif ve eklektik yönüyle emsallerinden ayrılmaya başlıyordu. Yüksek modada eklektizmin kraliçesi olan Anna Piaggi ise İtalyan modasını dünyaya anlatmasıyla öne çıkan editörlerden. Vanity dergisindeki avangard kariyerinin ardından Vogue İtalya’da moda yazarlığı yapan Piaggi, kendine has stiliyle birçok editöre ilham oldu. Özellikle modayı ve trendleri çeşitli disiplinlerle bağdaştırdığı kolajlardan oluşan çift sayfalık yazıları dergicilik için yeni, görülmemiş ve sanatsal yönüyle de kreatifti. Sonrasında bu yazılar Anna Piaggi's Fashion Algebra isimli kitapta derlendi. Alışılmamış bağdaştırmalar, farklı dillerden kelimeleri karıştırarak yarattığı kendine has yazı dili, fütüristik ve metaforik simgeler ve en önemlisi abartı sanatını doğru ve kusursuz yapabilmesi onu çağdaşlarının arasında başka bir yere taşıyordu. Moda yazımına mizah ve alegoriyi ekleyen Piaggi, bazı kesimlerce oldukça ciddi ve kasvetli görünen moda dilini biraz olsun gevşetti ve alan yarattı. Karl Lagerfeld’in ilham perisi olan Piaggi kendine has stiliyle dönemin ayrık otlarından biriydi. Mavi saçları, bembeyaz pudralı yüzü, cömertçe kullandığı şapka ve aksesuarları, renkli kürkleri ve desenli kıyafetleri onun vazgeçilmez unsurlarıydı. Tüm bu curcunayı başarılı bir şekilde tarzına yansıtması onun aynı zamanda ne kadar iyi bir stilist olduğunun göstergesiydi.
Anna Wintour ve Grace Coddington. Fotoğraf: Getty Images
Vogue’un Eylül 2007 sayısının yaratım sürecine odaklanan The September Issue belgeselinin açılış sahnesinde ofisin telaşı ve koşuşturmacası görünür. Tüm bunlar olurken arka fonda Ladytron’un Destroy Everything You Touch şarkısı çalar ve moda gazeteciliğinin dönüştürücü gücüne atıfta bulunulur. Esasında moda dergileri sürekli yıkım ve yaratım halindedir. Her ay yeni olanı, güncel olanı dönüştürerek anlatmayı amaçlar ve eski olanı bir daha kolay kolay mevzubahis etmez. Sirkülasyonun asla son bulmadığı moda dünyasında güncel kalarak yeni hikayeler yaratmak, ilgi çekmek ve değişime uyum sağlamak editörlerin misyonlarından biridir. Editörlerin de tüm bunlara karşı güçlü ve dik durması gerekir. Tıpkı modanın demir leydisi Anna Wintour’a diş geçirebilen Grace Coddington gibi. Model, stil ikonu ve editör Grace Coddington, modellik kariyeri sürerken 1967’de Vogue Britanya ile çalışmaya başladı. Görselliği yansıtış biçimi ve estetik dehası sayesinde ünlenerek dergiye kreatif direktör olarak atandı ve bu göreve 2016 yılına kadar devam etti. En büyük gücü, sinematografik hikayeler kurguladığı, ticari kaygılardan ziyade sanatı önceliklendirdiği moda çekimleriydi. Özellikle Annie Leibovitz, Steven Klein, Mert Alaş, Steven Meisel ile yaptığı çekimler çarpıcı, sanatsal ve derinlikliydi. Şifon elbisesiyle bulutlar üstünde zıplayan bir model, dalmaçyalı köpeklerle araba seyahati yapan Naomi Campbell, kabarık tafta balo elbiseleriyle harikalar diyarına uzanan kadınlar çekimlerinin öznesi olabiliyordu. Coddington’ın zarif, romantik ve duyusal estetik anlayışı onu moda dünyasının ikonik editörleri arasında konumlandırıyor.
Franca Sozzani. Fotoğraf: Getty Images
Son olarak Vogue İtalya’da yaklaşık 30 yıl genel yayın yönetmenliği yapan ve dokunulmayana dokunarak kimsenin konuşmaya cesaret edemeyeceği konuları gündeme taşıyan moda dehası Franca Sozzani’yi anmak gerekir. Siyaset, doğal afetler, çevre duyarlılığı, kadına şiddet, ırkçılık gibi modadan uzak olduğu düşünülen konuları derinlemesine irdeleyerek Vogue İtalya’da tema olarak işledi. BP’nin petrol sızıntısını petrole bulanarak karaya vurmuş model üzerinden protesto etti, plastik cerrahiyi moda ve sanat kesişiminde eleştirerek kapağa taşıdı, ağır eleştiriler alan aile içi şiddet konusuna yine bir moda çekimiyle atıfta bulundu. Bunların hiçbiri Franca Sozzani’yi durdurmadı ve modayı bir iletişim dili olarak kullanmaya devam etti. Moda dünyasında yarattığı en büyük şok ise Temmuz 2008’de piyasaya çıkan, tamamen siyah modellerden oluşan ırkçılık temalı Black Issue oldu. İlk defa bir edisyon defalarca basıldı, stokları tükendi ve moda gazeteciliğinde deyim yerindeyse kültleşti. Geçmişi ardında bırakan, yeniliğe her daim açık görüşleri sayesinde İtalyan modasını ve dergiciliği dönüştürmeyi başardı. Bugün Franca Sozzani aramızda olmasa da fikirleri ve vizyonu modayı etkilemeye devam ediyor. Kaos ve yaratıcılık -aynı isimli belgeseli izlemenizi tavsiye ederiz- Sozzani’nin editoryal anlayışı ile derin bir anlam kazanıyor.