Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Paris’teki moda müzesi Palais Galliera, 1997 yılındaki “büyük patlama”yı inceliyor ve çağdaş moda dünyasını oluşturan bu olayın kozmolojisini gözler önüne seriyor.
21. yüzyıla karakterini veren çağdaş moda tasarım anlayışındaki tüm trendlerin ve siluetlerin başlangıcını 1990’lardaki çeşitliliğe, kreatif kişiliklere, yenilikçi sunumlara, deneysel birleştirmelere ve reformist üretim/tüketim biçimlerine bağlayan sergi 1997 Fashion Big Bang, adını Vogue Paris’ten ödünç alıyor. Ekonomik krizin vurduğu ve küresel dünyada kartların yeniden dağıtıldığı bir dönemde Paris, eski görkemini yakalayacak motto’yu 1997 İlkbahar/Yaz sezonunun çığır açan haute couture koleksiyonlarıyla bulmuş ve Vogue Paris bu döneme “big bang” adını vermişti. Zira, 1980’lerin ünlü tasarımcıları Jean Paul Gaultier ve Thierry Mugler’in kendine özgü stillerinin hakimiyeti sürerken, İngiliz genç tasarımcılar sahaya çıkıyor ve Givenchy, Christian Dior gibi dev modaevlerinin kreatif kimliğini ele geçiriyordu. Bu isimler sırasıyla, 2000’li yıllarda fırtınalar yaratan Alexander McQueen ve John Galliano’ydu. Diğer yandan bu yıllar, günümüz modasında farklılık yaratan ve ilgi çekici tasarımlara imza atan isimlerin de çıkışına sahne oluyordu. Hedi Slimane, Stella McCartney, Nicolas Ghesquiére ve Olivier Theyskens kendi isimleriyle yahut başat modaevlerinin çatısı altında liderlik kostümlerini giyiyordu. Aynı dönemde Paris’te, kendinden önce başka hiçbir girişime benzemeyen Colette, bir konsept butik formatıyla açılıyor ve alışveriş ile moda terminolojisine yepyeni bir mefhumun eklenmesine vesile oluyordu. Lüks ve rafine zevklerin mekanı olan bu üç katlı butik, 2017 yılının sonunda kapanmadan evvel, en başarılı kapsül parçaların ve niş tasarımların yanı sıra bir restorana, kitapçıya ve farklı kültürel öğeleri ziyaretçilerine ulaştıran bir anlayışa sahipti. Bu nedenle örneğin Karl Lagerfeld’in favori alışveriş mekanlarından biri olmuştu; keza, tasarımcı aksesuarlarını ve giysilerini Colette’den satın almaktan keyif duyduğunu anlatmaktan çekinmiyordu röportajlarında.
1997 Fashion Big Bang sergisi, geçtiğimiz 26 yılı biçimlendiren yırtılmanın yaşandığı yıla vurgu yaparken, bu büyük değişimi yaratan en önemli aktörlerin işlerini ortaya koyarak, önermesini sağlamlaştırıyor. İlginç şekilde 1997, yalnızca tasarımcıların yaratıcılık düzeylerinin üst seviyelere çıkışını vurgulamakla kalmıyor; aynı zamanda üretici - tüketici ilişki kodlarının baştan yazıldığı, modanın sanatla iç içe geçtiği, koleksiyon sunuşlarında sıra dışı yöntemlerin izlenmeye başlandığı, ünlülerle markaların dirsek temasını artırdığı simgesel bir yıl oluyor. Bu dönemde birbirinden ayrışan ve ifade biçimlerindeki olanakları sonuna kadar kullanan tasarımcıların ikonik üretimleri ise, moda takipçilerinin algı sınırlarını üst seviyeye taşıyor. Comme des Garçons’un Body Meets Dress, Dress Meets Body koleksiyonu bedenin formlarını yeniden kurgularken, Martin Margiela Stockman koleksiyonuyla moda tasarımına kavramsallık boyutunu ilave ediyor; Raf Simons ise Black Palms koleksiyonuyla erkek moda tasarımında yeni bir dilin kurulmasına önayak oluyor. Diğer yandan, aynı yıl Gianni Versace’nin ölümüyle sarsılan moda dünyasında, tasarımcının çalışmaları birer “klasik” olarak moda literatüründeki yerini alıyor. Moda tasarım perspektifinden bakılınca çoklu olaylara ve faktörlere gark olan 1997 yılı böylece, Palais Galliera’da 50 farklı siluet üzerinden inceleniyor ve yaratıcı çeşitliliğin tepe noktasına çıktığı saptaması yapılıyor. Dünyanın farklı yerlerindeki müzelerden, koleksiyonerlerden ve modaevlerinden toplanan parçalar, böylece günümüzdeki trendleri, bağlantıları ve üretimleri kavramamıza da yardımcı oluyor.
Serginin ilk bölümünde, Milano’da Tom Ford’un sanat direktörlüğünü üstlendiği Gucci’nin cinsel enerjisi ile Belçikalı tasarımcı Margiela’nın bedensel devinimlere yorum getiren tasarımları bir araya gelerek “ideal vücut” anlayışının sınırları sorgulanıyor. Diğer yandan toplumsal cinsiyet tartışmalarının yoğunlaştığı bu dönemde, Ann Demeulemeester gibi tasarımcıların androjen çizgileri ile Yohji Yamamoto’nun minimal kimliği diyaloğa giriyor. Comme des Garçons’un kurucusu Rei Kawakubo’nun, bedensel kıvrımlara karşıt oluşturduğu “uyumsuz” tasarımlarla eleştirmenleri ikiye bölen koleksiyonu da bu bölümde yer alıyor. 1998 yılında Kawakubo bu tasarımları için şu sözleri söylüyor: “Deneysel kıyafetleri görmek, herkes için, bir çeşit zihinsel özgürleşmeye yol açar.” Serginin ikinci bölümündeyse, 1996 yılına gelindiğinde sayıları sadece 15’i bulan modaevlerine değiniliyor. Zira, 1946’da 200’ü bulan modaevlerindeki bu gözle görülür düşüşe karşı alınan önlemler, özellikle bir “karşı saldırı” stratejisi gerektiriyor. Bu bağlamda da, cesur seçimler yapılıyor. Örneğin; Christian Dior’a Gianfranco Ferré’nin halefi olarak genç isim John Galliano getirilerek, sansasyonları seven medyanın dikkatini çekecek hamleler yapılıyor ve spotlar haute couture dünyasına yöneliyor. Yine sadece 27 yaşındayken Givenchy’nin başına geçen Alexander McQueen’e medya üzerinden kıyafet yerine kostüm tasarımı yaptığı eleştirisi geliyor ve tartışmalar moda dünyası etrafında büyüyor.
1997 yılı Silvia Venturini Fendi’nin tasarımı ilk it-bag’lerden biri olan baguette çantanın doğuşuna tanıklık ederken; bir yandan Colette, yerleşik lüks ile yeni çıkış yapan tasarımcıların enteresan parçalarını bir araya getiriyor ve şehirde pek de ilgi çekmeyen spor ayakkabı kavramını -tıpkı günümüzdeki gibi- popülerleştiriyor. Total anlamda yepyeni bir yaşam tarzı sunan Colette, “stil-tasarım-sanat-yemek” sloganıyla restoranla sanat galerisi ortamını yan yana getiriyor; kozmetikten spor giyime ve teknolojiye değin şehrin alışık olmadığı çeşitliliği zevk sahibi bir kürasyonla kişilere sunuyor. Serginin üçüncü bölümü ise, bu süreçte sanat müzelerinde gerçekleşen moda atağına değiniyor. Palais Galliera’daki 1996 tarihli Japanism and Fashion sergisinin ardından, 1997’de New York Metropolitan Müzesi’nde gerçekleşen The Glory of Byzantium sergisi, modanın mistik ve derinlikli yanlarını açığa çıkarıyor. “Süpermodel” kavramını pekiştiren tasarımcılardan biri olan Gianni Versace’nin yarattığı model - tasarım ilişkisi ve elbette ki markasının imzası olan zincir deseni ve figürü, o günlerden şimdiki zamana armağan unsurlar olarak öne çıkıyor. Bu süreçte sanatçılar ve modacıların işbirlikleri hızlanıyor; örneğin Björk, en meşhur albümlerinden Homogenic’in albüm kapağındaki eklektik görünümünü Alexander McQueen’e teslim ediyor. Serginin son bölümündeyse, gotik romantizm ve nostalji akımlarını yaratan Olivier Theyskens ile Stella McCartney’nin çağdaş tasarım anlayışındaki nüanslar, incelenen öğeler arasında. Özellikle, o dönem Chloé’nin başındaki McCartney’nin vegan oluşu ve markanın tüm koleksiyonlarından deri ve kürk ürünlerini çıkartması, tasarımcının günümüzdeki farkındalık seviyesinin oluşumuna nasıl katkı sağladığının da en büyük göstergesi.
Moda tarihindeki neden - sonuç ilişkilerine kayda değer bir bakış getiren 1997 Fashion Big Bang sergisi, Palais Galliera’da 16 Temmuz’a dek ziyaretçilerini bekliyor.