Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Moda dünyasında kreatif koltuk değişimlerinin damga vurduğu bu sezonda, yeni adreslerindeki ilk koleksiyonlarını sunan tasarımcılara ve yarattıkları yeni vizyonlara yakından bakıyoruz.
2026 İlkbahar/Yaz sezonu, moda dünyasında yalnızca yeni koleksiyonların değil, aynı zamanda yeni yaratıcı dönemlerin de başlangıcına sahne oldu. Chanel’den Dior’a, Balenciaga’dan Bottega Veneta’ya kadar birçok büyük modaevi yeni kreatif direktörleriyle kendi kimliklerini yeniden tanımlarken, modanın yönünü değiştirecek taze bir vizyon ortaya koydu. Bu değişim dalgasında, her bir tasarımcının markasının mirasını nasıl yorumladığını ve kendi yaratıcı dilini bu köklü 'evler'in kodlarıyla nasıl harmanladığını mercek altına alıyoruz.
Fotoğraf: Vogue Runway
Matthieu Blazy, moda dünyasının en çok beklenen anlarından birine imza atarak Chanel’deki ilk koleksiyonunu Paris’in simgesel Grand Palais’sinde sundu. Virginie Viard’ın ayrılışının ardından, Karl Lagerfeld sonrası dönemde Chanel’in geleceğini kimin şekillendireceği merak konusuydu; bu nedenle Blazy’nin gelişi büyük bir beklentiyle karşılandı. Bottega Veneta’daki zanaatkarlık odaklı modern yaklaşımıyla tanınan Blazy, Chanel’de de aynı inceliği koruyarak markanın mirasını çağdaş bir enerjiyle yeniden yorumladı. Defile, güneş sistemi temalı teatral sahne tasarımıyla Karl Lagerfeld’in efsanevi gösterilerini hatırlattı; ancak koleksiyonun ruhu tamamen yeniydi. Açılışta yer alan maskülen pantolon takımları ve Charvet işbirliğiyle hazırlanan gömlekler, Blazy’nin Gabrielle Chanel’in kişisel hikayesinden yola çıkarak yarattığı “borrowed from the boyfriend” anlayışını yansıtıyordu. Chanel’in ikonik maskülen-feminen dengesi bu kez daha keskin, daha genç ve enerjik bir yorumla sunuldu.
Blazy’nin koleksiyonu, markanın kodlarına saygı gösterirken onları incelikle dönüştürmeyi başardı. Tüvit dokuları beklenmedik bir hafiflik ve akışkanlıkla yeniden ele alırken, kamelya motifini soyut, sivri ve dinamik formlarla modernize etti. Koleksiyon boyunca ustalıkla işlenmiş detaylar, özellikle kapanışta yer alan hacimli gece eteğinde zanaatın doruk noktasına ulaştı. Renk paleti ve materyal kullanımıyla klasik Chanel zarafetini koruyan Blazy, markaya yeni bir çağ başlatan taze bir soluk getirdi. Koleksiyon Chanel’in geleceğine dair güçlü bir vaat gibiydi: Köklerine sadık, ama modern kadının özgüvenine ve hareketine alan açan bir Chanel.
Fotoğraf: Vogue Runway
Jonathan Anderson, Dior’daki ilk kadın koleksiyonuyla modanın en köklü evlerinden birine girmeye cesaret eden tasarımcı olarak yeni bir dönemin kapısını araladı. Defile, sadece giysilerle açılmadı; Britanyalı belgeselci Adam Curtis’in yönettiği kısa film de buna eşlik etti: Dev bir ters piramit üzerine yansıtılan bu film, Christian Dior’dan Galliano’ya kadar evi şekillendiren tüm isimlerin görüntülerini Hitchcock filmlerinden sahnelerle birleştirerek, geçmişin ağırlığını ve bu mirası koruma niyetini görünür kıldı. Anderson, “Dior’un tarihini silmek yerine bir kutuya kaldırmak ve gerektiğinde anıları ve formları yeniden ortaya çıkarabilmek” fikriyle hareket ettiğini vurguladı. Bu anlayış, koleksiyonun tamamına nüfuz etti: Beyaz krinolin elbiseler, uçuşan danteller ve Donegal tüvitten yapılmış minyatür ceketler Dior’un klasik siluetlerine gençlik ve ironi kattı. Gabrielle Chanel’in erkek kıyafetlerinden esinlendiği dönemlere benzer biçimde, Anderson da kadınsı ve masküleni bir arada kullanarak feminenliğe dair yeni bir dili yarattı.
Koleksiyon, Dior’un zengin tarihini Anderson’ın mimari ve deneysel estetiğiyle harmanlayan bir yeniden yazım niteliğindeydi. Dior’un 1940’lardan gelen “prenses fantezisi” bu kez çocuksu balon eteklerde, chantilly dantellerde ve hacimli peplumlarda çağdaş bir ironiyle yeniden doğdu. Ham denim ile ipeğin, örgü ile satenin yan yana kullanıldığı kombinasyonlar markanın zarafet kodlarını bozarken, aynı zamanda ona taze bir dinamizm kazandırdı. Anderson’ın giyinmekle giyinmemek arasındaki gerilimi araştıran vizyonu, klasik couture’ü gündelik giyilebilirlikle buluşturdu; pelerinler, miniler ve yapılandırılmış siluetler arasında hem tarihsel göndermeler hem de genç, özgür bir ruh dolaşıyordu. Nina Christen'in işbirliğinde hazırlanan kalp detaylı topuklu ayakkabılar ve dev çiçekli mule’lar, koleksiyonun romantik ruhunu tamamladı. Dior’un yeni dönemine dair net bir son değil, ama cesur bir başlangıç olarak okunan bu ilk koleksiyon, geçmişle gelecek arasında kurulan büyüleyici bir dengeydi.
Fotoğraf: Vogue Runway
Louise Trotter, Bottega Veneta’daki ilk koleksiyonuyla modada zanaatkarlığın zarif sessizliğini yeniden tanımladı. Markanın 1966’da Veneto bölgesinde doğan zarif ruhunu koruyarak, kendi içsel yolculuğunu bu geleneğin içine ustaca yerleştirdi. Trotter, Milano’nun “sert, gri” mimarisinden yola çıkarak keşfettiği içsel güzelliği koleksiyonun merkezine yerleştirdi; bu da hem kendisinin hem de markanın içten dışa dönüşüm hikayesini sembolize etti. Veneto bölgesindeki zanaatkarlarla vakit geçirip arşivleri inceleyen tasarımcı, Bottega’nın 1960’ların sonundaki 'logosuz' özgüven anlayışını günümüze taşıdı. Kadınlara özgü zarafet, artık sessiz bir güç olarak karşımıza çıktı: İç içe geçmiş deri örgülerle dokunmuş paltolar, tüylerle hafifletilmiş mavi tonlu intrecciato ceketler ve zarifçe hareket eden deri etekler bu felsefenin vücut bulmuş hâliydi.
En dikkat çekici yeniliklerden biri ise geri dönüştürülmüş fiberglastan yapılmış kazak ve eteklerdi; bu materyal, Trotter’ın teknik ustalığını ve sürdürülebilirlik vizyonunu öne çıkarıyordu. Parachute ipek elbiseler vücuda dokunmadan süzülürken, Lauren Hutton’un American Gigolo filminde taşıdığı ikonik Bottega clutch’ının yeniden yorumlanışı geçmişle bugün arasında nostaljik bir bağ kurdu. Trotter’ın ilk koleksiyonu, gösterişten uzak bir özgüven, dokunuşta saklı bir lüks ve kadınlığın sessiz gücüne duyulan zarif bir saygı niteliğindeydi.
Fotoğraf: Vogue Runway
Pierpaolo Piccioli, Balenciaga’daki ilk koleksiyonuyla modaya hem duygusal hem de estetik açıdan güçlü bir dönüş yaptı. Valentino’daki romantik zarafet anlayışını bu kez Balenciaga’nın mimari katılığıyla harmanlayan tasarımcı, ilhamını evin kurucusu Cristóbal Balenciaga’nın 1957 tarihli Sack Dress'inden aldı. O dönemde kadın bedenini korselerden kurtaran bu radikal sade form, Piccioli için çağdaş bir özgürlük sembolüne dönüştü. Koleksiyonda yeşil ceketlerden magenta trapez elbiselere, spiralli kırmızı drapelerden heykelsi siyah gece elbiselerine kadar uzanan güçlü siluetler yer aldı. Tasarımcı “beden, kumaş ve hava” arasındaki ilişkiyi merkeze alırken, Balenciaga’nın özündeki minimalist-maksimalist dengeyi yeniden canlandırdı; geçmişin zarafetini bugünün dinamizmiyle buluşturdu.
Geçmişe duyduğu saygıyı yalnızca Cristóbal’a değil, markanın modern dönemini şekillendiren Nicolas Ghesquière ve Demna’ya da gönderme yaparak gösteren Piccioli, couture inceliğini çağdaş bir dille yorumladı. Ghesquière’e selam niteliğindeki binici şapkalar, Demna’nın hacimle oynamayı seven estetiğini hatırlatan ancak daha rafine biçimde tasarlanmış parçalarla birleşti. Oversize hoodie’lerin yerini couture kesimli chino’lar, kuyruklu gömlekler ve deri balon ceketler aldı. Koleksiyonun teknik yeniliği ise, Balenciaga’nın 1958’de icat ettiği gazar kumaşının modern yorumu neo gazar'dı — ipek ve yün karışımı bu yeni dokuma, Piccioli’nin imzası olan akışkan zarafeti ve yapı disiplinini bir araya getirdi.
Fotoğraf: Vogue Runway
Jack McCollough ve Lazaro Hernandez, Loewe’deki ilk koleksiyonlarıyla hem markanın tarihine hem de kendi New York kökenli estetiklerine güçlü bir saygı duruşunda bulundular. Jonathan Anderson’dan devraldıkları mirasın ağırlığını hisseden ikili, İspanyol kimliği, zanaatkarlık ve kendi twisted sportswear anlayışlarını bir araya getirerek modern Loewe kadınını yeniden tanımlamaya girişti. Koleksiyonun çıkış noktası, Ellsworth Kelly’nin “Yellow Panel with Red Curve” adlı eseriydi; hem renk paletine hem de koleksiyonun enerjisine yön veren bu eser, İspanya bayrağının sarı-kırmızı tonlarını çağrıştırıyordu. McCollough ve Hernandez, markanın deri işçiliğindeki ustalığını yeni bir deneysel boyuta taşıdı: El yapımı pileli ve sprey boyalı deri gömlekler, tel detaylarıyla şekillendirilmiş deri tişörtler, deri elbiseler, ustalıkla yüksek zanaat filtresinden geçirilmiş spor giyim kodlarını yansıtıyordu.
Koleksiyon, Loewe’nin köklü İspanyol mirasını New York’un çağdaş enerjisiyle buluştururken, zanaatın sınırlarını ileriye taşıyan materyal deneylerine de sahne oldu. Üç boyutlu baskı tekniğiyle oluşturulan havlu dokulu elbiseler, ipek GORE-TEX’ten üretilmiş rüzgarlıklar ve parlak, ısıyla şekillendirilmiş deri ceketler koleksiyonun teknik cesaretini vurguladı. Renkli ve sportif bir dinamizm içinde, asimetrik etekler, kusursuz kesimli blazerler ve kırışık efektli trikolar “kusursuzluk arayışı”nın sembolüydü. Defile mekanında sergilenen Kelly tablosunun enerjisini yansıtan bu koleksiyon, Loewe’nin köklerine saygılı, ama yenilikçi bir sayfa açtı.
Fotoğraf: Vogue Runway
Demna, Gucci’deki yeni dönemini La Famiglia adlı koleksiyonla başlatarak modanın en çok beklenen yeniden doğuşlarından birine imza attı. Gucci’ye geçişi büyük bir merakla beklenen tasarımcı, markanın köklü tarihini kendi alaycı, keskin ve sosyokültürel duyarlılığı yüksek estetiğiyle harmanladı. Koleksiyon, Los Angeles’lı sanat fotoğrafçısı Catherine Opie’nin objektifinden, 37 karakter portresinden oluşan bir “Gucci ailesi albümü” şeklinde sunuldu. Miss Aperitivo’dan La Contessa’ya uzanan bu figürler, hem geçmişe hem de bugüne gönderme yapan ironik bir panorama oluşturdu. Aynı zamanda Demna, her kombini karakter isimleriyle kişiselleştirerek, kıyafetleri birer persona hâline getirdi ve böylece tüketiciyle duygusal bir bağ kurmayı amaçladı.
Demna, markanın tarihsel temellerine saygı duruşunda bulunarak Guccio Gucci’nin 1921’de Floransa’da kurduğu 'Bagaj İmparatorluğu'na kadar geri döndü; ilk görselde yer alan yeni Gucci bavulu, bu mirasın sembolü olarak karşımıza çıktı. “Gucciness” kavramını yeniden tanımlayan tasarımcı, markanın zarafet kodlarını pop kültürle, kimlik oyunlarıyla ve absürdle harmanlayarak alışılmış lüks anlayışını tersyüz etti.
“La Famiglia” koleksiyonu, Gucci’nin mirasından kopmadan yeni bir anlatı dili kurdu. Tom Ford dönemini hatırlatan gömlek dekolteleri, Alessandro Michele’in romantik dokularına gönderme yapan fiyonk detayları ve 1960’ların siluetlerinden çağdaş oversize formlara geçiş, markanın farklı dönemlerini tek potada eritiyor. At nalı tokalı topuklu ayakkabılar, GG monogramlı paltolar, dev boy deri bomber ceketler ve bambu saplı çantalar Gucci’nin kimliğini korurken, Demna’nın “bozup yeniden kuran” tarzıyla da güncellik kazanıyor. Koleksiyonun ön gösterimi Spike Jonze ve Halina Reijn’in yönettiği kısa film The Tiger ile desteklenirken, mizah ve moda mitolojisi iç içe geçiyor.
Fotoğraf: Vogue Runway
Donatella Versace’nin ayrılışından sonra göreve gelen ve markanın 47 yıllık tarihinde Versace soyadını taşımayan ilk kreatif direktör olan Vitale, çıkış koleksiyonunu Milano’nun ikonik sanat mekanı Pinacoteca Ambrosiana’da sundu. Leonardo da Vinci ve Caravaggio tablolarının arasında, kendi yatağından getirdiği buruşuk çarşaflar ve saç kurutma makineleriyle döşenmiş bir sahne kurdu; bu, onun deyimiyle kusurlu ama güzel bir evin hikayesiydi. Koleksiyon, Gianni Versace’nin 1980’lerdeki enerjisinden ve Madonna benzeri özgüvenli kadın figürlerinden beslenirken, ihtişamı dağılmış, neredeyse provokatif bir doğallıkla o figürleri yeniden kurguluyordu. Vitale, “anrıların Olimpos’tan inip insanlar arasında dolaşması” fikrinden ilham alarak, Versace’yi kırmızı halıdan çıkarıp gündelik hayatın içine taşıdı.
Koleksiyon, markanın arşivine saygılı ama aynı zamanda onu yeniden tanımlayan bir içtenlikle kurgulandı. Vitale, Caravaggio’ya olan tutkusunu ve Pier Paolo Pasolini’nin Teorema filminden aldığı ilhamı sahneye taşıyarak, burjuva düzenini sarsan bir özgürleşme anlatısı kurdu. Gianni’nin cesur renk kombinasyonlarını modern bir tonda yeniden ele aldı: Mor ile kızıl, mavi ile yeşil; parlak baskılarla harmanlanmış keten takımlar, ev giysisine yakın bir rahatlıkla birleşti. Eksik iliklenmiş kemerler, yarım kalmış fermuarlar, dökülen kenarlar… Hepsi Versace’nin klasik seksapelini “dağınık zarafet”le güncelliyordu.
Fotoğraf: Vogue Runway
Bu koleksiyon Lantink’in kendi radikal kimliğinin bir ilanıydı adeta. Duran Lantink’in Jean Paul Gaultier için hazırladığı ilk koleksiyon, her ne kadar cesur ve iddialı bir çıkış olarak sunulsa da birçok moda çevresi tarafından markanın özündeki Gaultier ruhuna yeterince sadık kalmamakla eleştirildi. Lantink, ilham kaynaklarını Gaultier’nin 1987–1994 yılları arasında üretilen Junior Gaultier döneminden ilham aldığını söylese de, ortaya çıkan sonuç Gaultier’nin alaycı zekasından, teatral zarafetinden ve toplumsal normları zekice ters yüz eden o ikonik mizahından uzak bulundu. Koleksiyonun merkezine yerleştirilen çıplaklık, deformasyon ve şok etkisi yaratma arzusu, bir zamanlar Gaultier’nin alt metinlerle oynayan ironik tavrını değil, daha yüzeysel bir provokasyonu çağrıştırdı.
Koleksiyondaki parçalar, Gaultier’nin “herkes için moda” anlayışını yansıtmaktan ziyade, daha dar bir sanat performansına dönüştü. Pek çok eleştirmen, Lantink’in “radikal olmalıyız” mottosuna rağmen, Gaultier’nin devrimci ruhunu kavrayamadığını; onun kural yıkıcılığının altında yatan insani sıcaklık, mizah ve kapsayıcılığı ıskaladığını belirtti.
Fotoğraf: Vogue Runway
Simone Bellotti’nin Jil Sander için hazırladığı ilk koleksiyon, minimalizmin özüne sadık kaldı. İlham kaynakları arasında Lucio Fontana’nın Spatialism akımı, Pedro Almodóvar’ın The Room Next Door filmindeki renk blokları, ve Richard Prince’in Hoods serisi yer aldı. Bellotti, Jil Sander’in DNA’sındaki 'yapı ve zarif dinginlik dengesi'ni yeniden yorumladı. Ultra ince deri paltolar, gizli yırtmaçlarla hareket kazanan pantolonlar, omuzdan bele daralan saks mavisi elbiseler ve göğüs kısmında braletleri ortaya çıkaran kesimler koleksiyonun dikkat çeken detaylarıydı. Her şey ölçülü görünüyordu. “Bedeni göstermek, deriyi göstermek demek değildir” diyen Bellotti, formun açıklığıyla anlamın kapalılığı arasında ustaca bir oyun kurdu. Sonuçta bu koleksiyon, Jil Sander’in klasik disiplinini korurken modern kadınsılığın ve entelektüel cüretin yeni bir ifadesi hâline geldi.