Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Onlar yaşamayı ve tasarlamayı bir bütün olarak ele alıyor. Ellerinden çıkan her tasarıma bir ruh, giyene geçecek bir duygu katıyorlar. Bu yüzden endüstrinin kazanması zor saygısını ziyadesiyle hak ediyorlar.Jil Sander’in kreatif direktörleri Lucie ve Luke Meier’le, tasarıma bakış açıları üzerine konuştuk.
İsviçreli Lucie ve Kanadalı Luke Meier Floransa’daki Polimoda’da moda üzerine aldıkları eğitim sırasında tanıştı, duygusal ilişkileri de bu esnada başladı. Mezun olduktan sonra Luke Supreme, Lucie ise Paris’te aldığı ikinci moda eğitiminin ardından Louis Vuitton, Dior ve Balenciaga gibi markalarla çalıştı. İlk bakışta tamamen zıt kulvarda yer alıyor gibi görünen bu markalarda kazandıkları tecrübenin göze çarpacak biçimde benzer olduğunu; zira kendileri için önemli olanın, ortaya çıkan tasarımın stilinin ötesinde, içinde yaşadığımız zamanın ruhuna ne denli adapte olduğunu ve detaylarının ne kadar incelikle düşünülmüş olduğunu söylüyor Meier çifti. Onlara göre insanların tepki verdiği parçalar yapmak ve bunları derin bir çabayla yapmak işin özü.
On yılı aşkın süredir evli olan Lucie ve Luke, farklı markaların çatısı altında geçen senelerin ardından 2017’de Jil Sander’ın kreatif direktörlük koltuğunu Rodolfo Paglialunga’dan devraldılar. Alman modaevi, kurucusu Jil Sander’ın 2001’deki ayrılığından sonra inişli çıkışlı, kısacası sürdürülebilir ve uzun soluklu bir dinamik yakalayamadığı bir döneme girmişti. Sander, 2003’te ve 2012’de tekrar markaya dönmüş, her bir geri dönüşüyse yalnızca birkaç yıl sürmüştü. 2017’de Lucie ve Luke Meier’in kreatif direktörlüğü üstlendiği âna kadar modaevi farklı gruplara satılıyor, farklı ekiplerle ikonikleşmiş üslubunu yakalamaya çalışıyordu. Meier çifti bu yüksek potansiyeli eline aldı, tıpkı kili elleriyle şekillendiren seramik sanatçıları gibi yoğurdu ve özüne, kuruluşuna sadık DNA’sından vazgeçmeden, yegâne, modern, özgün, yeni Jil Sander’ı yarattı. Birlikte atıldıkları iş tecrübesinin onlar için oldukça doğal geliştiğini söylüyor Luke Meier: “Birlikte çalışmak o kadar kolay ki, bundan inanılmaz keyif alıyoruz. Birbirimizin kreatif sürecine eleştirel yaklaşırken dürüst ve şeffaf oluyoruz”. Lucie Meier’e göreyse hem çift hem de iş arkadaşı olmanın hiçbir dezavantajı yok, sadece avantajları var: “Açık ve daima yaratıcılığa yön veren diyaloglar bizim için paha biçilmez. Her şeyde birlikte çalışıyoruz.” diyor.
Fotoğraf: Peter Lindbergh
Modaevinin Meier’lerle güncellenen kendine has bir duruşu var. Hem popüler hem de ağırbaşlı. Minimal ama özgün. Yaratıcı ve bir o kadar da yalın. Onların imzasını taşıyan tasarımlar seslerini hiç yükseltmeden tüm ilgiyi üzerine çekmeyi başarıyor. “Biz, insanlarla ortaya çıkardığımız objelerin arasındaki ilişkiyi düşünerek tasarlıyoruz. İnsanlar bir şekilde yaptıklarımıza cevap veriyor, hayatlarına dâhil etmek istiyor” diyor çift ekliyor: “Biz de hem uzun ömürlü hem de modern ve güncel hissettiren tasarımlara imza atmak istiyoruz. İnsanlar ne düşündüğümüzü çok iyi anlıyor ve bunu takdir ediyor olmalı.” Bu söyledikleri düşüncelerime tercüman oluyor, zira Jil Sander kişisel olarak gardırobumda yer almasını istediğim, sahip olmak istediğim bir marka. Üzerimde Jil Sander imzalı bir gömlekle dolaşmak kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. Bu da markanın yüksek moda sahnesinde kazandığı takdir ve “saygı”dan kaynaklanıyor. Modanın hızlıca tüketilen ve üzerine düşünülmemiş koleksiyonlarını sıkça servis ettiği bu dönemde, bu endüstride kazanması en zor şeyin “saygı” olduğundan bahsediyorum.
Meier çifti bu saygıyı ellerinden gelen en iyi parçaları yapmaya çalışarak, bireye ve ürünle insan arasındaki hisse saygı duyarak kazandıklarını düşünüyor. “Biz de gerçekten insanlar Jil Sander giymekten gurur duysun, kendilerini güçlü ve özgüvenli hissetsinler istiyoruz” diyorlar ve bunu ziyadesiyle başarıyorlar. Üstelik günümüzde pazarlamanın vazgeçilmez unsurlarından olan sosyal medya ve influencer işbirliklerini -deyim yerindeyse- sömürmeden... Böylesine güçlü bir stratejiden uzak durmalarına rağmen kazandıkları başarı ve bilinirliğin arkasında neyin yattığını soruyorum. “Gerçekten ama gerçekten çok istediğimiz şeyleri yapıyor olmanın verdiği samimi, dürüst yaklaşım… Bu, pazarlama stratejilerinden ya da insanları yaptığımızı beğenmeye ikna etme çabasından tamamen bağımsız” diyor Meier’ler ve iyi düşünülmüş, herhangi bir unsurundan feragat edilmemiş tasarımlar sunduklarını belirtiyorlar. Endüstrinin hızınıysa kusursuz biçimde avantajlarına çevirmeyi başarmışlar. Sürekli üretiyor olmaktan keyif alsalar, bu hızdan beslenmeyi başarsalar da her sezon sıfırdan, yeni bir sayfa açmayı şart koşan bir bakış açısıyla tasarlamıyorlar. “Koleksiyonlarımızı daimi bir evrim süreci gibi görüyoruz. Bu sezon, bir öncekinden kopuk olmamalı. Her biri bir öncekinin evrimleşmiş, değişmiş, gelişmiş versiyonu olmalı” diyor Lucie Meier. Bu da zamanı daha etkili, daha verimli kullanmalarını sağlıyor.
Yaratım süreçleri de iş ilişkileri gibi doğal ve akışta ilerliyor. Yola birbirleriyle sanat ve müzik gibi dış faktörlerden ilham alabilen sohbetler ederek ya da arkadaşlarından, farklı insanlardan topladıkları hislerle, ruh hâlleriyle, enerjilerle koyuluyorlar. Ardından üzerinde çalıştıkları detaylı bir anlatımı ekipleriyle paylaşıp diyaloğu başlattıklarını; görselliği, objeleri ve materyalleri konuştuktan sonraysa ilk formları ortaya çıkardıklarını anlatıyorlar. Geçtiğimiz Mart ayında Japon şirket Onward’dan İtalyan grup Only The Brave, yeni adıyla OTB’ye transfer olmalarının ise ne yaratım süreçlerini, ne çalışma şekillerini ne de ortaya çıkan parçaları değiştirmeyeceğinin altını çiziyor Luke Meier. John Galliano’lu Maison Margiela, Viktor & Rolf, Diesel ve Francesco Risso’lu Marni gibi avangard modaevlerini çatısı altında bulunduran OTB ve kurucusu Renzo Rosso’nun özgünlüğü ve radikal yaratıcılık anlayışını ne denli desteklediği sektörde herkes tarafından bilinen, yadsınmaz bir gerçek. Luke ve Lucie de Bay Rosso ile ilk günden beri dürüst ve açık bir ilişkileri olduğunu ve kendisinin, vizyonlarının çok büyük bir destekçisi olduğunu söylüyor.
Güncel modada dilimize pelesenk olan, çoğu zaman da yanlış kullanılan “minimal” ve “cool” kavramları Jil Sander’in sunduğu tasarımları tasvir etmek için en ideal betimlemelerinden kuşkusuz. Lucie’nin bu kavramlardan ne anladığını merak ediyorum. “Tasarımlarımızın bir ruha sahip ve saf olduğunu düşünüyoruz. Yarattığımız parçadan bir duygunun iletilmesini istiyoruz” diyor. Ona göre gerçek yalınlık, saflıktan ve duygusal iletkenlikten geçiyor. Bu anlayışları modaevinin 2021 Sonbahar/Kış koleksiyonunda da değişmiyor. “Her sezon olduğu gibi arkadaşlarımız, gerçek kişiler ve hatta kendimiz hakkında düşündük. Ne istediğimizi, nasıl bir perspektifin önemli olduğunu, nasıl bir his kovaladığımızı sorguladık. Özellikle Bauhaus kavramının ne olduğunu, şu an nasıl hâlâ esaslı bir ilham kaynağı olabildiğinin üzerine gittik” diyor Luke. Lucie ekliyor: “Bu akımda işler icra eden kadın sanatçıların bireyselliği ve güçlü karakterleri üzerine, giysilerin hem güzel olması gerektiği hem de giyenlerin günlük aktivitelerini kolaylaştırması gerektiği fikri üzerine de gittik. Zanaat, doku, baskılar da bizim için odaktaydı”. Bu koleksiyonun pandemi sürecinde hazırlanıp servis edildiğini de hatırlatalım. Çoğu markanın tasarım çizgisi ve stratejisini baştan aşağı değiştirmesine yol açan pandemi Lucie ve Luke Meier’in bugüne kadar savunduklarında ne kadar haklı olduklarını bir kere daha kanıtlamış. “‘Gerçekten önemli olan nedir?’ sorusu birçok insanın kendine sorduğu, bizim de yaptığımız işin merkezine oturan bir soruydu. Yola koyulduğumuz andan beri işe karşı geliştirdiğimiz bakış açımızın doğru olduğundan bir kere daha emin olduk. Tabii ki bazı parçaların işlevselliği daha da geliştirildi ancak bizim için bir ruha sahip parçaları yüksek kalitede üretmek bu işin ideal yolu” diyor Meier çifti. Zira onlar hızlı moda, gelip geçici akımlar ve dominant endüstri otoritelerinin buyurdukları modellere, formlara, yazısız dayatmalara yenik düşüp inandıklarından farklı yollara sapmayacak kadar özgüvenli ve idealistler. Ayrıca yaratıcılıklarının ve potansiyellerinin de bir o kadar farkındalar.
Yüksek modada hem kişisel olarak geldikleri hem de Jil Sander’ı taşıdıkları nokta parmakla gösterilir nitelikte. Bu denli başarıyı böylesi bir ağırbaşlılıkla omuzlamalarıysa takdire şayan. Senede birkaç röportaj ve fotoğraf veriyorlar, kameraları ve spot ışıklarını pek sevmiyorlar. Karikatürist Umut Sarıkaya’dan aklıma kazınan “İşimdeyim Gücümdeyim” tabiri Meier çiftinin yaşam ve çalışma stiliyle bire bir örtüşüyor. Geleceğe dönük vizyonları onları geçmişlerinden de koparmıyor. Büyüdükleri coğrafya Luke ve Lucie için hâlâ gerçek bir esin kaynağı teşkil ediyor. Lucie İsviçre’nin dağlarla çevrili Zermatt şehrinde doğmuş. Luke ise 17 yaşında “Pasifik kıyısında, dağların denize uzandığı bir şehir” olarak tasvir ettiği Kanada’nın metropolü Vancouver’da büyümüş. Geçmişlerinin doğal olarak işleri üzerinde ciddi bir etkisi olduğunun altını çiziyor Lucie: “Nereden geldiğini ve genç yaşta oralardaki hayatı tecrübe etmenin ne kadar kıymetli olduğunu unutmamak gerek. Doğduğumuz, büyüdüğümüz şehirler bize doğaya saygı duymayı ve tabiatın gücünü, güzelliğini hatırlatıyor”. Bu güzelliği ve geçmişlerini akıllarından çıkarmaksızın yarını hayal ediyorlar. Diyaloğun ve iletişimin gücünün değerini biliyorlar ve giydiklerimizin, hakkımızdaki düşünceleri değiştirmeye muktedir olacak kadar güçlü olduğunun da altını çiziyorlar. Yaşamayı ve tasarlamayı bir bütün olarak ele alıyorlar. İşte Jil Sander’ı gönlümüzde farklı bir yerde konumlandırmayı da böyle başarıyorlar.