Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
İkon, hatta imaj kelimeleri moda literatürüne girmeden çoook önce Zeki Müren vardı. Müren, Türk sanat tarihinin en nev-i şahsına münhasır şahsiyetlerinden biri olarak, üzerine giydiği her şeye bir isim ve o isimle birlikte bir anlam yüklerdi. Giymeye ömrünün yetmediği son sahne kostümlerinden birinin adını Millenyum koymuştu. Millenyumdan tam dört yıl önce, Son Gece’sinde...
Muzaffer Çaha’nın Gümüşsuyu’ndaki moda salonunda hayal meyal bir Opium kokusu var. Çaha, Zeki Müren’in ömrünün son 18 yılında sahnede ve programlarda giydiği kıyafetlerin tümünü yaratan modacısı ve dostu; Müren’in TRT İzmir Stüdyoları’nda son nefesini verdiği akşam giymesi için tasarlamış olduğu kıyafetlerin üzerinde, gerçekleştireceğimiz fotoğraf çekimi için son düzeltmeleri yapıyor. “Koklayınız” diyor turkuvaz rengi, nazar boncuklarıyla işli, ipek bluzu işaret edip. 24 Eylül 1996’da, TRT’den son ödülünü alırken ‘ayakta ölen’ Zeki Müren’in Nazar Boncuğu isimli gömleği, 13 yıl sonra, hakikaten hâlâ ten ve Yves Saint Laurent’in Opium’u kokuyor.
Zeki Müren’in her birine, dikim provası sırasında doğaçlama ve illa ki romantik bir isim taktığı kıyafetlerinin bir kısmı bugün de şanıyla yaşıyor: Nefti Geceler, Aşkın Dolandı Boynuma, Kuğuların Sohbeti, Sevda Akvaryumu... Çaha’nın önünde dizili olan kıyafetler arasında, Müren’in o son gece giymesi planlanan kıyafetlerin ikisinin müstesna durumları var.
Zeki Müren’in son nefesini verirken üzerinde olan, kolları yılan derisi, gövdesi ipek deriden ve Swarovski taşlarla işli ceket, ismini kendisinin koymadığı, koymaya fırsat bulamadığı yegâne sahte kostümü...
Çaha, Son Gece ismini taşıyan ceketin adını belirlemenin neden kendisine düştüğünü ‘esefle’ anlatıyor: “İsimleri çok doğaçlama koyardık. Üzerine giyer ve ‘Bunun ismi bu olsun’ derdi. Ben hiç isim koymadım; bir tek Son Gece kıyafetinin ismini maalesef... Gazeteciler, ajanslar ısrarla sorunca...”
Yine o son gece için hazırlanan, gümüş parıltılı, yakasının kesimindeki ilginç simetri Z ve M harflerini çağrıştıran ceketin adını ise Zeki Müren önceden koymuş: Millenyum...
“96 yılında giyeceği bir kıyafete bu ismi verecek kadar heyecanlanıyor muydu millenyum hakkında gerçekten?” diye soruyorum afallayarak; “Yani, ta dört yıl sonrası?..” Neden bu kadar şaşırıyorsam? Zeki Müren’in sahnede ‘inkılap’ olarak nitelenen, çağının önünde koşan kıyafetleri, yaklaşımları, çıkışları, olağanın çok ötesinde öngörü sahibi bir insan olduğuna dair hiçbir şüpheye mahal bırakmıyor ne de olsa.
Zeki Müren, vefatının senesinde, Aynalar adlı belgesel serisi için Can Dündar ve ekibine verdiği röportajda, çocukken, ileride neler yapacağını kendisinin bile tahayyül edemediğini söylüyordu oysa. Bursa’da, gözlükleri kırılmasın diye top oynaması yasak, zaten top meraklısı da olmayan bir çocukken, onu en çok heyecanlandıran şeyin, zaman zaman şehri ziyaret eden çadır tiyatrosu olduğunu anlatıyordu: “Tophane’de ilk sıralarda otururdum. Cennetteyim gibi geliyordu. O dört hanımın sürdüğü biraz ağırca parfümler ve makyaj kokusu... Makyaj yapmaya bayılıyordum. Annem evde yokken onun makyaj malzemeleriyle yüzüme bir şeyler çiziyordum ve kendimi artist oldum zannediyordum. Top oyunlarını sevmiyordum. Kucağımda bir bebeğim vardı; eşikte oturur onu sallardım. Tarzancılık oynarsak, mahallenin bizden büyük ağabeylerinden biri Tarzan olurdu, ben Jane. Bahçemizdeki iki çeşmenin üstünde dizili olan sardunya çiçeklerini aralar, orayı sahne gibi düşünür, komşu çocuklarını çağırır; ‘Gelin, Tophanecilik oynayalım’ derdim. Sünnet entarimi, inanınız 45-50 gün hiç çıkarmadım. Çünkü günün birinde sahnede mini şort giyeceğimi düşünemezdim ki o zaman...”
Zeki Müren’in çok düşünmesi gerekmedi gerçi. Erken kalkıp yol alanlardandı tabiri caizse... Ortaokulu bitirdiğinde ailesini ikna etmiş ve liseyi okumak için İstanbul’a gelmiş, Bebek’teki Boğaziçi Lisesi’ne kaydolmuştu. Ve daha lise diplomasını almadan, Türkiye çapında tanınan bir radyo sanatçısı olmayı başarmıştı.
Liseden mezun olduğunda, plakçıların ve gazinocuların ısrarlı tekliflerine rağmen, ailesinin de telkiniyle üniversite eğitimine eğildi. Ve ileride meslek hayatına katkısı inkâr edilemez bir başka sanat dalında kendini yetiştirmek üzere, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girerek Yüksek Süsleme Bölümü Sabih Gözen Atölyesi’nde dekoratif sanatlar eğitimi aldı. Bir yandan da solfej ve usul dersleriyle musiki eğitimini sürdürüyor, repertuarını genişletiyordu. Kariyeri boyunca da her tür ayrıntının üzerine bizzat, mükemmeliyetçi bir tavırla eğilmecesine, müziği ve görsel estetiği hep bir bütün olarak ele aldı.
Akademik eğitimi boyunca reddettiği gazino teklifleri o zamana dek duyulmamış meblağlara gelip dayanınca, mezun olduktan sonra, 1955 yılında, Küçük Çiftlik Gazinosu’nun sahibi Mahmut Alnar’a “Peki” dedi. O dönemde radyo sanatçıları siyah smokin giyiyorlardı. Dinleyicilerinin artık izleyici konumunda da olduğunu hesaba katan Müren, repertuarn yanı sıra, sahnede görsel açıdan nasıl bir fark yaratacağını düşünmeye koyuldu. O zamana dek sanatçıları siyah fraklar içinde izlemeye alışmış olan izleyicinin karşısına üç farklı frakla çıkmaya karar verdi: Beyaz, siyah ve o zamana dek sahnede tahayyülü zor bir renk; bordo... Konserin bir farkı da Müren’in, başta bu teklife alınan ve muhalefet eden Selahattin Pınar’ı da ikna etmek suretiyle, arkasında çalan saz heyetinin tek tip bir ahenk içinde sahneye çıkmasını; ekibin mavi ceket, siyah pantolon giyip gri papyon takmasını sağlaması oldu.
Ve gerisi, okul müfredatlarında okutulmayan türden bir ‘inkılap tarihi...’ Zaman içinde altın rengi tel çerçeveli gözlüklerin atılıp, yerini rimellerin aldığı, hızlı akan bir tarih... Müren’in, sahne kıyafetlerinin eskizlerini, modellerini kendisinin çizip kumaşlarını da kendisinin seçtiği; dikimleriniyse Yalçın Say, Yasin ve Niyazi Kardeşler, İzzet Ünver gibi zamanın ünlü terzilerine yaptırdığı, kimi zaman da İTKİB ve GS talebeleriyle birlikte çalıştığı, ‘A la Zeki Müren’ kostümler dönemi... Parlak lake kumaştan mini şortlar, bağcıkları dizlere kadar uzanan platform tabanlı lame çizmeler, tüysüz bacaklarını saran ten rengi naylon çoraplar, mini ‘gladyatör’ etekleri, sırtta pırıltılı ve şifon pelerinler, yüzde ağır makyaj ve takma kirpikler...
Cumhurbaşkanı’na da mavi mini etekli giysisiyle çıktı
Müren’in ‘değişim’ niyetinde ne denli ciddi olduğunu, Ergun Hiçyılmaz’ın vaktiyle yazdığı bir yazıda, Maksim’in sahibi Fahrettin Aslan’ın ağzından aktardığı bir anektoddan çıkarmak da mümkün: “Taşlık Maksim’deyiz; o meşhur mavi mini etekli kostümünü giydiği sezon... O gece Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay gelecekti. ‘Cumhurbaşkanı burada, şu mini eteği giyme’ dedim. ‘Tamam’ dedi. Sahneye çıktığında bir de baktım, aynı mavi mini etek. Program bitip Cumhurbaşkanımızı uğurladıktan sonra; ‘Yahu ben sana giyme dememiş miydim?’ dedim. Ve cevabımı aldım: ‘Ne yapayım Fahri Abi, Cumhurbaşkanı geliyor diye elbise mi değiştireceğim? Ben sanatçıyım.’”
Zeki Müren, o şaşaalı gazinolar döneminin sona ermekte olduğu sıralarda, ömrünün geri kalanında hep birlikte çalışacağı, üstelik, modellerin çiziminden yana da inisiyatif tanıyacağı Muzaffer Çaha ile tanışır. 76 yılının Ocak ayında bir akşam, Casablanca Gazinosu’nda vuku bulan bir galada müşteridir. Çaha’nın, galada sahne alan Erol Büyükburç ve Nuri Sesigüzel’e yapmış olduğu kıyafetleri çok beğenir ve Sesigüzel’den kendisini bu genç tasarımcıyla tanıştırmasını ister. Çaha, kulisten çağırılır; Müren ondan mutlaka Maksim’e gelip kendisini ziyaret etmesini ister. Fakat Çaha, bugün pişmanlıkla andığı uzun bir süre boyunca bu davete icabet edecek cesareti kendinde bulamaz. İkili ancak üç yıl sonra, yine Müren’in girişimiyle bir araya gelebilir. Müren’le ikinci buluşmaları bir bayram programı için olur. Çaha, bu kez Levent’teki eve kolunun altında ‘moda mecmuaları’ ile gider. Zeki Müren dergilere yüz vermez; “Siz mecmualarla çalışmıyorsunuz, kendi zevkiniz var” diyerek bir yandan sitemlerini sunup bir yandan Çaha’yı onore eder. Bunun üzerine dergiler bir daha inmemek üzere rafa kalkar.
Gazetelerde altın yakalı smokinin haberleri
Bir sonraki sefer ise, Müren’in kendisine ‘açık çek’ verdiği buluşma olarak Çaha’nın hayatında önemli yer eder: “Zeki Bey, ‘Yılbaşına hazırlıklı ol’ dedi. Önceleri ben çizmiyordum saygıdan ötürü... O hep sıra dışı kıyafetler, parıltılı ve can alıcı renkler tercih ediyor diye bildiğim için kendimi duruma adapte etmeye, onu tanımaya gayret ediyordum. Ben o zamanlar çoğunlukla iş adamlarına çalışıyorum; birdenbire Zeki Müren sahnesi bambaşka bir şey. İpek krepdöşin bir kumaş buldum. Gömlek yapılan bir Japon ipeği ki; ‘Ben bununla takım yapacağım’ dedim. Kapalı Çarşı’daki kuyumcu arkadaşlarımdan 7 ayarlık altın plaket aldım, yaprak haline getirdim. Sobacı makasıyla, altın plakaya, ceketin yakasının formunu verdim. Simsiyah bir ipek smokin içine, altın yakalı bir plaka yaptım. O kıyafet Altın Yakalı Smokin diye gazetelerde uzun süre konu oldu; beni de Zeki Müren’in modacısı haline getirdi.” Zeki Müren sonuçtan çok memnun kalır ve ’79 yılında Çaha’ya; “Beni artık yorma, çizimlerini sen yap, ne kullanacaksan da kullan. Ben ne dikersen taşıyacağım, merak etme” der. 1980, Zeki Müren için çok kötü bir sene olur. Geçirdiği kalp krizi nedeniyle doktorları eski temposunda yaşamasını, sahneye çıkmasını yasaklar. Ömrünün geri kalanında sağlık sorunları bir daha da yakasını bırakmaz zaten. Bundan böyle Zeki Müren, daha sakin bir tempo tutturacak, sahne özlemini ancak televizyon programları, özel konserler ve ödül törenleriyle giderebilecektir. Üstelik, 80, sadece Müren için değil, Türkiye için de ağır bir kaos dönemidir. İlerleyen zamanda kendisi gibi ‘marjinal’ olarak addedilen kimi sanatçılara sahne yasağının da getirildiği, çok sert bir döneme girilmiştir. Müren o yıl ilk kez Bodrum’a gider ve gittiği gibi de yerleşmecesine kalır. Hayatının son dört yılında, Bodrum’daki evinde tamamen çekildiği inzivaya dek, kışlarını İstanbul’da, yazlarını ise muhakkak Bodrum’da geçirir. Artık sadece ‘Sanat Güneşi’ değil, aynı zamanda ‘Bodrum Paşası’dır.
Bu lakap, Muzaffer Çaha’nın hatırında yer alan ilk ve tek ‘meslek kazası’na da sebep olur: “Ona Bodrum Paşası diye lakap taktılar biliyorsunuz. Ben de; ‘Paşa ile ilgili bir kıyafet yapalım mı, ne dersiniz Paşam?’ diye önerdim... Apoletli mapoletli, Osmanlı paşa sırmalarının, o günkü paşalara göre realize edilmiş şekliyle bir şey düşünüyorum. ‘Çok iyi olur’ dedi. Ne garip tecellidir ki o kıyafet, o kadar özen göstererek hazırlamış olduğumuz o program, maalesef ‘Kaset yandı’ denilerek emisyona sokulmadı TRT tarafından.”
80’li yıllar boyunca ve 90’ların ilk yarısında, Zeki Müren, katıldığı her programa modacısı Muzaffer Çaha, fotoğrafçısı Erol Atar, makyözü Oya Tolga ve plakçısı Selami Şahin ile birlikte gider. O zamanlar toplum henüz mefhumla müşerref olmamıştır ama Müren’in ‘entourage’ı vardır. Çaha ile Müren arasındaki işbirliği telepatik kıvamdadır. Zeki Müren Bodrum’dan arayıp Kale’deki konserinde giymek için o an önünde duran saç tarağının lilasından bir mont arzuladığını söylediğinde, Çaha materyali göz önünde bulundurup rengin armonisini kestirir. Her renkte 77 nüans vardır; o tam olarak Müren’in istediği tonu tutturur. Müren bahçesinde açan mimozaları anlatır; Çaha, o konuşmadan bir ceket modeli çıkarır... Müren çekim öncesi telefon açıp seslendireceği şarkıların nakaratlarını mırıldanır, programda giyilecek kıyafetlerin tasarımı güftelerle belirlenir...
“Peki hiç yurtdışından takip ettiği, esinlendiği sanatçılar var mıydı?” diye sormaya niyetlenince, Çaha, daha önce dillendirdiğinde kendi ağzının da yanmasına sebep olan bu ‘esinlenme’ önerisini ‘Zeki Müren’ce yorumluyor: “Zeki Bey, sıranın tamamen dışında bir insandı. ‘Bunlar şöyle bir şey yapmışlar, bir bakalım’ dediğini bir gün bile görmedim. Liberace’nin kıyafetlerinden zaman zaman bahsederdi ama o kadar. Bir kere öyle bir şey önereyim, dedim; beni hemen düzeltti. ‘Bir daha başka birinin görüşünü bana katiyen nakletme’ dedi.”
Ölümünden kısa bir süre önce Müren, TRT İzmir stüdyolarında, ödül de alacağı bir çekime katılmayı kabul eder. Çaha, Müren ile birlikte çalıştığı o son günü ağlamaklı hatırlıyor: “Her gün 36 tane hap alıyordu o zaman... Zeki Bey’de gut vardı, şeker vardı, damar sertliği vardı, koroner yetersizliği vardı; vardı, vardı... O gün ‘Hapları almayacağım, çok terliyorum’ dedi. O çekimden üç ay önce bir TRT belgeseli hazırlanmıştı. Oradaki röportajda sormuşlar; ‘Bugün bir filmde rol alsanız ne oynamayı isterdiniz?’ diye; ‘Bir sanatçının sahnede ölümünü canlandırmak isterim’ demiş.”
O son gecede ellerindeki çilleri örtsün diye ponpon pudra
Zeki Müren, ilaçlarını ısrarla almadığı 24 Eylül 1996 gününün akşamı, TRT İzmir stüdyolarının makyaj odasında, nefes almakta zorlandığı halde aynanın önüne oturup, başına peruğunu taktırmış, taratmış, yüzüne makyajını yaptırmış, üzerindeki çiller örtülsün diye ellerine ponpon pudra sürdürmüş... Stüdyoya gitmiş, ödülünü almış. Yaşadığı heyecandan dolayı kalp krizi geçirmeye başladığını fark etmesine ve tir tir titremesine rağmen bir yandan basına gülümsemeyi ihmal etmeyip, yanındakilere fısıldayarak kendisini derhal stüdyodan çıkartmalarını söylemiş. Makyaj odasına girer girmez de kendini yere atmış ve gözlerini tavanda bir noktaya sabitlemiş; üzerinde ismini kendisinin koymadığı yegâne kostümü Son Gece; gardıropta hiç giyemese de adını dört yıl önceden aldığı ilhamla koyduğu Millenyum... Zeki Müren’in sahnesine hâkim bir sanatçı olmadığını söylemek ne mümkün...