Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Kolaj: Meriç Canatan
İstanbul gecelerine, eğlence ve kültür hayatından yana “Nasılsın?” diye sorsanız, “N’olsun, memleket gibiyim.” diye yanıt verirdi herhalde. Ekonomik açıdan biraz sıkıntıda, zamanın ruhuna ayak uydurmuş bir şekilde, nispeten durmuş oturmuş vaziyette, fakat her şeye rağmen iştahlı ve ağzının tadına da fena hâlde düşkün...
Minimüzikhol Kurucu Ortağı ve Pozitif’de yönetici olan (Live Entertainment Manager) Mehmet Ağaoğulları, durumun fotoğrafını içeriden bir gözle, geniş çerçevede şöyle çekiyor: “İstanbul sanırım 2010-2012 arası göreceli bir kültürel altın çağ yaşadı. O yıllarda hem biz İstanbullular hem yurtdışından gelen konuklar için İstanbul büyülü bir yer gibi görünüyordu. Ancak ekonomik ve politik krizlerin çıktığı ortamda doğal ki, kültür ve eğlence sektörleri ilk havlu atan oluyor. Bugün kur farkları, yurtdışından sanatçı getirmeyi zorlaştırıyor; kaldı ki geçen on yılda, gençlerin ‘dışarı çıkma’ kültürü de değişti. Bu iki dinamik, sektörü çok zor duruma sokuyor; kendi öz kaynağı ile dönemeyen mekan-organizatörler, yaratıcı ya da farklı bir şey yapmaya yönelemiyor; ‘popüler’, ‘satacağı garanti’ şeylere yönelmeyi tercih ediyor. Baksanıza, hepimiz 90’lar Türkçe partisi yapar olduk. Bunun kısa vadede pek düzeleceğini düşünmüyorum. Ancak birkaç bayraktarın mücadelesi sayesinde yine de güzel konserler dinleyebiliyoruz.”
Ağaoğulları’na göre şimdi görünen tablo geçen senelerle aynı: Ana akım dışı gençler ve alım gücü ortanın üstü gençler, hapsoldukları Kadıköy, Moda, Cihangir, Bomonti ve benzeri ceplerde eğleniyor, gücü olmayanlar düşük kalite festivallerde eğlenmeye çalışıyor, gücü olansa yurtdışına kaçıyor. “Sanırım şaşırtıcı tek şey, Beyoğlu’nun tüm baskıya ve sıkıntılara rağmen yine eğlenmeye devam etmesi ve hâlâ farklılıkların bir arada yaşanabildiği yegane yer olarak İstanbul’a yön vermesi.”
Son on beş yıldır İstanbul eğlence hayatının en önemli markalarından Lucca’nın sahibi Cem Mirap, her konuda olduğu gibi gece hayatında da ‘değişmeyen tek şey değişim’ kaidesinin geçerli olduğuna kani: “İstanbul da gece hayatının yaşandığı her şehir gibi değişiklik gösteren bir yapıya sahip. Her dönemin yeni nightlife favorileri, trendleri olmakla beraber, on beş senelik gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, gece çıkan, eğlenen kitle de her beş-on senede bir -bazı insanlar değişmemekle birlikte- değişiyor. Nitelik veya nicelik ya da düşüş anlamında söylemiyorum kesinlikle. Zaman içinde bazı insanlar daha az gece çıkmaya başlıyor, gece hayatını seven yeni insanlar ortaya çıkıyor ve tabii ki yeni jenerasyonlar geliyor. Her dönem sadece bir önceki dönemden kalma bazı yerlerin nostaljisini kursa ve son yıllarda ekonomi, enflasyon gibi sorunlar nedeniyle gece hayatında maalesef biraz küçülme yaşasak da İstanbul’da yenilikler her zaman mevcut. Son dönemde insanlar büyük kulüp anlayışından daha cosy, daha casual ve daha butik yerlere kaydı diyebiliriz. Eğlence ve yemek saatleri birleşti, dolayısıyla restoran-bar-kulüp hibridi yerler çok daha popüler oldu. Lucca’nın on beş senedir bu hareketli gündüz ve gece hayatının değişmez kalplerinden biri olması, bu değişiklikleri ve dönem ruhunu yansıtması, dinamizmi hissettirirken aynı anda klasikleşmesi bizi çok mutlu ediyor.”
Eğlence kültürü üzerine Hürriyet Kelebek’te köşe yazan gazeteci Onur Baştürk, İstanbul’un gece hayatında son on yılda en dikkat çeken şeyin, ‘iyi yemek’ merakının artıp eğlence seviyesinin görece düşmesi olduğunu anlatıyor: “Şöyle ki, eskiden işletmecilerin peşinden koşulurdu; şimdiyse yeni nesil şeflerin peşinden koşuluyor. Hangi şef nerede, hangi açılımda bir menü yapmış, onun derdindeyiz artık. Bir de şefler kendi restoranlarını açıyor. Bu trendle beraber, çoğunluğunu beyaz yakalıların oluşturduğu geniş bir topluluk, her hafta yeni bir şef ya da şef restoranını ‘gurme’ edasıyla keşfe çıkar oldu.”
Peki eğlence seviyesi neden düştü? “Bir kere herkes kendi mahallesine çekildi” diyor Baştürk. “İster trafik deyin ister başka sebepler ama kendi mahallendeki barda, kafede ya da meyhanede takılmaya başlayınca, o toplu büyük eğlence ayinleri de tarihe karıştı, çok arada bir oluyor artık. Eğlence anlayışı ikiye bölündü; o da var: Bir grup, DJ tanrılarının peşinde kulüpler ya da gösteri mekanları arasında sürükleniyor. Diğer grup ise adı ‘modern meyhane’ olan, Türkçe pop seviyesi yüksek, gecenin sonunda darbukayla göbek atmaya doğru evrilen mekanlarda demlenmeyi tercih ediyor. Bu grubun bir tercihi de canlı müzik. Nerede bir canlı müzik performans solisti var biliyorlar. “Gizli’de Güntaç çıkıyormuş” lafını bin kez duydum mesela. Gerçekten oralarda solist mi dinleniyor, yoksa solist aslında gecenin flört hadiselerine, tatlı, taşkın eğlencesine fon müziği mi oluyor, tartışılır. Durum bu... Bence İstanbul gece hayatının en büyük derdi, hep aynı tarz mekanların açılması. Kopyacılık zihniyeti her alanda olduğu gibi bu alanda da hakim.”
La Boucherie, La Boom, Chicki Boom gibi markaları yaratan, 21 yaşından beri patron sıfatıyla İstanbul eğlence hayatına yön veren isimlerden Umut Evirgen’se “İstanbul gece hayatı eskisi gibi değil ya...” cümlesinin “şahane bir klişe” olduğunu söylüyor kinayeli bir tondan: “Babasının mekanlarında, gazinolarda, kabarelerde büyümüş bir çocuğun gözünden baktığım zaman, evet artık bir masa tuvalete kalkarken, yan masa kibarlıktan ayağa kalkmıyor. Fakat evet, artık İstanbul gecelerinde eskisi kadar şık görünmeye çalışmıyoruz. Bunu İstanbul gece hayatının dönüşümü olarak mı görmek lazım yoksa dünyanın değişimi mi, bilemedim. Enerji votkalar artık yerini şahane kokteyllere bıraktı. Barmenler olay yerini mutfağa çevirdiler. Ben gece hayatında mekan sahibi olduğumda yaşım 21’di. Pizzacıdan açılan o meşhur buzdolabı kapısını koyduğumda (Muharrirenin notu: Emirgan’daki bir pizzacıdan açılan gizli kapıyla girilen, açılır açılmaz şehrin en bilinen sırrına dönüşen late-night kulübü Gizli Kalsın’ın nasıl bir cazibe merkezine dönüştüğü malum...) insanları artık locada oturtmamak, kovada şişe şovu yaptırmamak gibi bir derdim vardı. Şişe açmanın, pahalı arabayla gelmenin dezavantaj olduğu bir dünya yaratmaya çalıştım. İstanbul gecelerinde herkesin eğlenme tarzını karşılayacak imkanlar var. Ben mahallemi tutmaya, az kişiyle çok samimi ortamlar kurmaya çalıştım. Artık sanat olmadan gelişmek imkansız; bence yeme içme dünyasının en güzel flörtü sanat... Ben La Boucherie ile tiyatro ve gece hayatını birleştirmeye çalışıyorum. Bunu kabare ile karıştırmamak lazım. Gece hayatında daha çok yemekli gece tiyatroları olacağına inanıyorum. Hepimizin örnek aldığı, Lucca ile başlayan sanat sergilerini ben de La Boom ile devam ettiriyorum. Chicki Boom, en son açtığım kokteyl mekanım, şahane bir sanatçının resimleriyle süslü ve mekan komple bir hikayenin üzerine kurulu. İstanbul geceleri sanki artık çok daha çeşitli ve renkli. Avrupa’da gecenin bir yarısı elim kolum bağlı, kız arkadaşımla birer içki içecek mekan bulmakta zorlandığımı çok kez hatırlarım. Oysa İstanbul severse seni, çok kapın var...”
Markus Prime Ribs Society ve Markus Tavern’in kurucu ortaklarından Emirhan Paralı, İstanbul’un tıpkı diğer metropol örneklerinde olduğu gibi asla uyumayan, oldukça hareketli ve bir o kadar da yorucu bir şehir olduğunu söylüyor: “Aynı gecede birden fazla yerde bulunabilmek için yoğun bir emek ve vakit harcamak gerekiyor. Bu nedenle şehirde son yıllarda yemek ve eğlenceyi bir arada sunan konseptlerde artış söz konusu. Bizi diğer metropollerden farklı kılan, yemeği ve eğlenceyi bir arada yaşama arzusu; bunu İstanbul’da, Osmanlı’dan günümüze kadar devamlılığını korumuş meyhane kültüründe görmek mümkün. Bizler de Markus Tavern bünyesinde bu ihtiyacı gözeterek, kültürümüzün mihenk taşlarından meyhanelerin üstlendiği görevi daha farklı şekilde ele aldık diyebiliriz. Tam da bu noktada, alternatifleri bir arada sunan Beyoğlu’na yöneldik. Kimliğimizden sıyrılmadan, aksine üzerine yeni gelişen kültür ve alışkanlıklarımızı da ilave ederek, başka bir ihtimal sunmayı hedef edindiğimiz Markus Tavern için Çukurcuma’yı mesken edindik. Her ne kadar son yıllarda, üzerindeki ilgiyi çeşitli nedenlerden dolayı kaybetse de, Beyoğlu her zaman İstanbul’un geçmişi, geleceği ve kalbi olmaya devam edecek. Her iki işletmemizde de çabamızın olumlu geri dönüşlerini her geçen gün artarak alıyor olmak, bizi bu tatlı ama zorlu yolda ilerlemeye iten en büyük güç.”
Ülkenin en popüler DJ’lerinden Murat Tokuz’a sorarsanız, İstanbul’un gece hayatı, diğer metropollerle karşılaştırılınca majör farklılıklar gösteriyor. “Mistik şehrimiz, çok eskiye dayanan tarihi ve buna zıt şekilde hızlı modernleşen bir kent olması nedeniyle benzersiz” diyor Tokuz. “Gece hayatına ciddi yatırımlar yapılması da değerini her geçen gün artırıyor. Ülkemizde yaşanan birçok negatif olaya rağmen eğlenmeyi seven ve nasıl eğleneceğini bilen bir kitleye sahibiz. İstanbul dünya trendlerine hızlıca uyum sağlayan ve adapte olabilen bir şehir. Yurtdışındaki birçok konsept burada hızlıca yer bulabiliyor. Müzik, mekan konsepti, yemek ve atmosfer, trendlerle hızlıca evrilip değişebiliyor. Şehir adına olumlu bir özellik bu.”
Kolaj: Meriç Canatan
Sumahan’ı, kardeşi Süreyya Arıoba ile kuran Cengiz Atasoy, İstanbul gece hayatının geçmişine nostaljiyle yaklaşacak kadar hakim değil. ABD’de doğmuş, üniversiteyi orada bitirmiş, yedi yıl kurumsalda, Goldman Sachs’de finans üzerine çalışmış bir beyaz yakalı olarak 2012’de İstanbul’a dönüşünü tanımlarken “uzaydan inmiş Türk” teşbihini kullanıyor: “Ben geldiğimde biraz daha commercial yerler vardı; daha ticari bir yaklaşımla işletilen, Reina gibi örneğin.... Reina, çok ikonik olmakla birlikte son derece turistik, İstanbul’a gelen herkese gitmesi söylenen ve dinlenip gidilen yerdi. On sekiz yaşındaki çocuklar da oradaydı, 50-60 yaşındaki anne-babalar da, paralı askerler de... Çok vardı öyle yerler; hâlâ da var. Hani ‘Eğlenmeye gidiyoruz ama biraz da birilerine görünelim’ diye düşünülen yerler... Ortam ne olursa olsun, insanlar kendilerini kastığı zaman eğlenmek mümkün olmuyor. Ben vibe denen şeye inanıyorum. İnsanların gündelik hayatlarındaki kaygılarından, kurgularından, kasıntılarından kurtulup kendi hâllerinde bir şeyler yaşayabilecekleri o titreşimli ortamlara inanıyorum... İstanbul’a ilk geldiğimde, bunun karşılığını tam istediğim şekilde bulamadım. Özellikle elektronik müzik çalan bir Minimüzikhol vardı, bir de Indigo... Karaköy’deki Sumahan, bizim aile binamız. En çok da kendimiz eğlenebilelim diye burada davetler verir, partiler yapardık.”
Wake Up Call’dan Evrim Tüfekçioğlu ile tanışması, Suma Beach’i açmalarına ve kendini organik bir şekilde eğlence sektörünün içinde bulmasına vesile olmuş. Başta herkesin, ‘kimse oralara gitmez’ deyip kendilerine çılgın gözüyle baktığını hatırlıyor: “İlk sezonumuz bin küsür kişiydi; üçüncü, dördüncü sezonumuzda beş bin kişilik açılış yaptık. Popüler olan her mekan hatta her insan, bir süre sonra etrafında ‘Eskisi gibi değil’ diyen bir sürü yaratır. Talep ve popülarite arttığı zaman, kalitede birtakım değişimler kaçınılmaz oluyor. Su basması gibi kazalar geçirdikten ve etrafta açılan benzer kulüplerden dolayı gürültünün eleştirilmesiyle geçen sene kapattık.”
Cengiz Atasoy, Asit Orhan namıyla maruf, efsane Gemiler şarkısının yazarı Orhan Atasoy’un oğlu ki, kendi de müzik yazan ve icra eden biri. Müzik genlerinde var. Bu yıl nihayet alkol ruhsatı alabilmelerinin de tanıdığı imkanla, Karaköy’deki Sumahan’ı, müzik ağırlıklı bir kültür ve eğlence kompleksine dönüştürmeyi hedefliyor: “Mart ayındaki açılışı, en iyi bildiğimiz şey olduğu için elektronik müzikle yaptık ama zamanla hip hop da olsun, canlı caz performansları da yer alsın istiyoruz; İlhan Erşahin’le Nublu geceleri düzenlemeyi konuşuyoruz. Elektronik müzik, mekanda çok iyi akustik gerektiriyor. Biz işin teknik altyapısına çok önem veriyoruz. Kimi sağlam DJ’ler, istedikleri sesi veremedikleri yerlere gitmiyorlar bile. Bana ‘Sumahan olarak İstanbul adına ne istersin?’ diye sorsanız, 2050 yılından dönüp baktıklarında ‘2020’de İstanbul’dan ne kadar güzel, yoğun, değerli bir müzik akımı çıktı’ denilmesi, derim... Bütün binanın sahibi olduğumuz için burada müzik stüdyomuz var, dans stüdyomuz var, şehre bir değer katsın istiyoruz.”
İşin ekonomisinin çok çok zor olduğunu ve gittikçe zorlaştığını anlatıyor Atasoy. Çünkü yaptıkları iş, bir yerde ithalata giriyor. “Gelen DJ’ler, Dolar ya da Euro üzerinden ücret talep ediyor. Alkol deseniz, öyle bir vergi yüklendi ki artık... Çok talep var ama yakıt yok. İnsanlar içki içemeyeceğim diye çıkmıyor bile bazen. Kız arkadaşınla çıkıp bir yere git, dört kokteyl iç, en az 400-500 Lira harcıyorsun bir gecede. Bir kesim ne isterse yapıyor, bir kesim hayal bile edemiyor, bir de arada eskiden yapabilip artık yapamayan bir kesim var... İş bu hâle geldi ekonomik olarak. Ama düşününce, bir partide görmek isteyeceğiniz insanlar kim? Sırf parası olanlar mı, o kadar imkanı olmasa da muhabbet edebilip, kültürü ilerletebilecek insanlar mı?”
Hemen herkes biraz yorgun, biraz dertli, çokça umutlu...
İstanbul, bu! Ha bugün ha yarın “Nasılsın?” sorusuna “Şapşahane” diye yanıt da verir...