Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Mimar ve yazar Ertuğ Uçar ile son kitabı “İstanbulin” hakkında konuştuk.
Ertuğ Uçar, kurucu ortaklarından olduğu Teğet Mimarlık ile İstanbul'daki önemli projelere imza atıyor. İş Bankası Resim Heykel Müzesi, Frankhan, Yapı Kredi Kültür Sanat, İstanbul Deniz Müzesi gibi yapılarla Uçar'ın mimari vizyonunu anlamak mümkün. Lisans ve yüksek lisans eğitimlerini ODTÜ’de tamamlayan Uçar'ın Mimari Mekanın Sözel Temsili başlıklı yüksek lisans tezi de bugün onu bu röportajın öznesi yapan iki uğraşını birleştiriyordu: mimarlık ve edebiyat.
İstanbulin aslında Osmanlı Dönemi'nde Tanzimat'tan Meşrutiyet'e değin kullanılan yakası kapalı bir redingot türü, yani bir tür resmî erkek ceketi. Uçar bu kelimeyi İstanbul eskizlerini ve öykülerini bir araya getirdiği kitabında “İstanbul'a özgü” anlamına gelen bir sıfat olarak kullanıyor. Kitaptaki eskizlerin kimileri daha ilk bakışta tanıdık geliyor; o yerle ilgili kişisel anılarınızı hatırlayarak adeta hafızanızı tazeliyorsunuz. Kimi eskizler ise başta tanıdık gelmese de neresi olduğuna dair tahminler yürütüyorsunuz, öyküsünü okuduktan sonra araştırıyor, konumuna bakıyorsunuz ve bir şekilde yolunuzu oraya düşürmek için bir zaman yaratmanın peşine düşüyorsunuz. Dolayısıyla kitap bu yönüyle sizi kentte yürümeye de teşvik ediyor ve aslında önermesini daha kitabın başında veriyor: Bu kitap bir “şehirde takılma sanatı kitabı.”
Mimar ve yazar Ertuğ Uçar ile son kitabı İstanbulin hakkında ve İstanbul'a dair konuşuyoruz.
Ertuğ Uçar
Tutku diyemem hiçbirine. Mimarlık okumak istiyordum. Doğru seçim yapmışım. Şimdi de seviyorum yaptığım işi. Yazmaya ise deniz fenerlerine olan merakımın peşinde başladım. Okuyup araştırıyor fenerleri geziyordum; kendimi yazarken buldum. Yazmasaydım duramazdım gibi bir durumum yoktu. Ama şimdi yazmayı da çok seviyorum. Yazmadan duramam.
Bu kitap da kendiliğinden ortaya çıktı. Fırsat buldukça İstanbul sokaklarının, Boğaz köylerinin, mezarlıkların, vapurların eskizlerini karalıyordum. Biriktiler. Onlardan bir eskiz kitabı yapmak yerine bir İstanbul kitabı yapmaya karar verdim. İstanbulin tabirini eskiden beri sever ara sıra kullanırdım. İsim, kitap fikrinden önce vardı.
Evet, eskizler hep vardı ama bazılarının yanlarına, arka sayfalarına aldığım notlarla beraber. Minik öyküler, o günkü hava durumu, o sokakta başıma gelen bir şey. Sonradan hatırlayayım diye aldığım kısacık notlar. Eskizleri öykülerle eşleştirdim. Açıkta kalanlar için o yerlere tekrar gittim. Bazı öyküleri sonradan yazdım, kimi eskizler de öykülerin üzerine geldi. Öyküler eskizlere, anılar kurguya karıştı artık. Sıralamalarını hatırlama imkanım yok.
Evet, gündelik hayatımda dolaştığım, gündelik rotalarıma yakın olan, arada gittiğim yerleri yazdım. AVM’ler yok. Etiler veya Caddebostan yok. İstanbul’un Boğaz'a uzak ilçeleri yok. Kitapta da İstanbul dediğim yeri Boğaz ve Haliç çevresi, denizin hissedildiği menziller olarak tarif ettim. Denizi görüyorsanız, vapur sesi duyuyor veya gökyüzünde bir martı fark ediyorsanız İstanbul’dasınız demektir.
Hep çizerdim ben. Eskiden gördüğümün aynısını çizerdim. Mimarlık eğitimiyle beraber gördüğümün arkasındakileri, bir manzaranın bana hissettirdiklerini çizgiye katmayı öğrendim. Eskize yorum eklemeyi, baktığım yerde gördüğümü vurgulayacak şekilde manzarayı bozmayı değiştirmeyi öğrendim. Şehri gezerken gözümüz etrafta, şeylerin üzerinde dolanıyor. Bir eskiz çizmek için durduğunuzda haritalar, fizik yasaları, şehrin oluşma şekli gibi bir sürü şey devreye giriyor. Kıvrılan sokağın ucunu, görmesem de biliyorum; yokuş yukarı çıkan bir insanın zorlanışını, çizdiğim evin üçüncü katının sonradan eklendiğini, elektrik direğinin devrilmek üzere olduğunu, kaldırımı, dibinde yuvarlanan çöpleri fark etmeye başlıyorum. Çizdiğimi de hafif hafif eğip bükmeye başlıyorum o zaman. Yokuşu dikleştirip, sokağın ucundaki denizi gösteriyorum, bir pencere eksiltip, bir kapıyı açıyorum.
Eğer İstanbul’da yürümek istiyorsanız, yürürsünüz. Zorlukları yok mu? Var. Bence kamusal alanın azalmasından çok, mevcut kamusal alanın iyi düzenlenmemiş olması sorun. Meydanlar, caddeler, kaldırımlar, yürüyenler lehine planlanmıyor ülkemizde. Araç öncelikliyiz. Dünyanın tüm önemli metropollerinde merkezlere araç kısıtlaması getirilmişken İstanbul’da Galata Kulesi’nin dibine özel otomobilinizle istediğiniz zaman gidebilirsiniz, hatta dörtlüleri yakıp durursunuz.
Şehirde yürümeyi zorlaştıran bir başka etken de topografya. Yokuşlar, inişler, vadiler. Ama gelgelelim İstanbul’u eşsiz yapan, devamlı manzara üreten bir şehir yapan da bu.
Öte yandan hiçbir şey hedeflemeden, bir şey satın almadan, bir yeri ziyaret etmeyi planlamadan yolda olan flanör için İstanbul’un bir zorlayıcı yanı da uyaranların çokluğu olabilir. Tabelalar, sizi çekiştirenler, bir şey almaya çağıranlar, zihni rahat bırakmayabilir. Ama buna da şehrin bir özgünlüğü diye bakabilirseniz eğer, buradan da çok malzeme çıkar.
Sadece tarihi çevrede değil, bir şehir parçasının içinde yapı tasarlamanın ilk adımı bağlamı iyi anlamak. Semt nasıl gelişmiş, daha önce orada hangi yapılar varmış, komşu yapıların özellikleri ne, bu parselin üzerinde bulunduğu sokağa, caddeye, mahalleye, şehre etkisi var mı? Bunları anlamadan, bu konularda bilgi toplayıp araştırma yapmadan bir projeye çalışmak mümkün değil. Eğer tarihi çevredeyse proje, bu bölgenin yapı envanteri, geçmişi, yapılmış iyi ve kötü örnekler, yapılarda kullanılan malzemeler, teknikler, dokular ve renkler. Bu konuları evirip çevirirken proje de yavaşça olgunlaşır arka planda.
Bu çok büyük bir soru. Kitaptaki İstanbul sınırları için cevap vereyim. Şehir zemini en önemli sorun. Tarihi merkeze araç girişi kısıtlanmalı, sonra da yaya öncelikli bir masterplanla cadde, sokak ve meydanlar düzenlenmeli. Devlet son 30 yılda merkezdeki çok önemli büyük kamusal alanları sattı. Kalanların envanterini düzgün oluşturup hızla düzenlemeli, kullanıma sokmalı. Yaya öncelikli bir şehir yaratmak için, toplu ulaşımın dışında kalan kör noktaları tespit edip füniküler, deniz ulaşımı gibi transferin sayısını artırmalı.
Sermet Muhtar Alus’un Eski Konaklar Bize Neler Anlatıyor? kitabı 30’lu yıllarda Akşam Postası’na yazdığı köşe yazılarından oluşuyor. Konaklardan ziyade içindeki yaşamı, dedikodularıyla ve şahane bir dille anlatıyor.
İstanbul: Hatıralar ve Şehir. Bu kitapta Orhan Pamuk İstanbul’u bir ölü doğa olarak değil, canlı kıpır kıpır bir organizma olarak kendi anılarını da karıştırarak anlatıyor. Eğer kurgu isterlerse benim favorim Sait Faik Abasıyanık. Tüm öykülerini öneririm.
Genellemelerden uzak durmak gerekir ama risk alarak erkekler şehri anlatmaya daha meyilli, meraklı diyebilirim. Bunun içinde dediğiniz mesele de saklı tabii. Erkekler daha çok sokakta; avarelik, flanörlük daha erkek işi gibi. Kadın yazarlar şehri anlatıyorsa bu bir fon gibi.
İstanbul’dan devam etmek istiyorum. Ama tekrara da düşmeden. Kitabın içinden vapurlar, yokuşlar veya kediler gibi konuları alıp biraz daha detaya inmek istiyorum. Ama henüz netleşmiş bir şey yok. Eskizleri bir sergiye taşımak hoş olurdu. Şimdilik bu konuda da netleşmiş bir plan yok.