Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Geçmişten bu yana türlerin vahşi doğada nasıl sağ kalabildiği bir tartışma konusudur. Daha güçlü olan mı, daha akıllı olan mı türünü kurtarır? Evrim teorisyeni Darwin’e sorulacak olursa, cevap her ikisi de değildir. Ona göre gezegenin ilk gününden bugüne varlığını sürdürmek için esas gereken, uyum sağlayabilme yeteneğidir. Bu bağlamda perspektifimizi insanlığa yönlendirdiğimizde değişen koşullara uyum sağlama yeteneğimizi görmezden gelmek güçtür: Binlerce yıl önce yaşanan Buzul Çağı’ndan insanlık tarihine kara lekesini vurmuş dünya savaşlarına türümüz öyle ya da böyle zamana uyumlanarak kurtuldu. Bunun yakın bir örneği olarak pandemi sürecini anımsayabiliriz. 2020 ve sonrası dönemde kitlesel anlamda büyük değişiklikler benimsedik ve değiştik, ancak nihayetinde varlığımızı koruyarak yeni bir döneme adım attık. Nitekim pandemi veya savaş gibi kilometretaşlarının ötesinde, bir olaydan ziyade bir olguya uyumlanışımız belki de bu çağın en kritik dinamiklerinden: Son birkaç yıldır hepimizin cep telefonlarında online sepetleri mevcut. Şimdilerde akşam yemeklerimiz bir tuş uzaklıkta, bir kesim içinse ofis artık mutfak masası üzerinde yer alan bir dizüstü bilgisayarla eş anlamlı. Kabul etmek gerek ki değişiyoruz ve bu değişim, dijitalleşme çağına tam uyum gösterişimizin bir ürünü. Akıllı telefonların hayatımıza girişi henüz yarım asrı dahi devirmemişken bizim için yeni bir iPhone güncellemesi artık heyecan verici olmuyor, hayatın akışına uygun biçimde teknoloji ile bütünleşiyoruz. Bu bütünleşme, tüm alanlarda olduğu gibi elbette ikili iletişimlerimizi de tesiri altına alıyor ve şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Aşk, bu dijital çağ içinde ne yöne eviriliyor?
Artık baby boomer olarak da anılan X kuşağına partnerleriyle tanışma öyküsünü soracak olursak, muhtemelen şu cevapları alırız: Üniversite kampüsünde, bir partide, kafede, akşam yemeğinde ve belki de sokakta… Milenyum kuşağı ve özellikle Z kuşağı içinse tüm bu seçeneklerin yerini envaiçeşit çöpçatanlık uygulaması almış durumda. 1995 yılında match.com ile başlayan çevrimiçi randevulaşma, 2012 yılında Tinder’ın piyasaya sürülmesiyle cep telefonlarına sığarak popülariteye giden adımlarını güçlendirdi. Bundan 10 yıl önce gerçek hayatta randevulaşmayı başaramayanlar için tasarlandığı düşünülen bu uygulamalar birer sosyal tabuyken günümüz konjonktürünün bize sunduğu, bunların artık şaşırtıcı bir şekilde yeni ilişki normu haline gelmesi oluyor. Business of Apps istatistiklerine bakıldığında çevrimiçi randevu uygulamalarının kullanıcı sayısının bu 10 yıl içerisinde neredeyse ikiye katlanarak 350 milyonu bulduğunu görüyoruz. Yine aynı dönem içerisinde pazarın devi Tinder’ın gelirinin 47 milyon dolardan neredeyse 2 milyar dolara çıkışı da bir diğer bulgu. Yükselen taleple beraber çeşitlenen uygulamalar dünyasında feminist bir yaklaşım benimseyerek kurulan Bumble ise 2018 yılında 26 milyon kullanıcıya sahip olduğunu ve 20.000’den fazla evliliğe aracılık ettiğini açıklamıştı. Yani görünen o ki, çevrimiçi randevu uygulamalarının gücünü tartışmaya lüzum yok. Veriler, teknoloji ışığında yaşanan gerçek bir sosyal değişimi işaret ediyor.
Neredeyse 180 derecelik bu değişimin kaynağını anlamak için çok katmanlı bir analiz benimsemek şart. Zira insanlığın geçmişini adaptasyon yeteneği ile özetlemek kolay, ancak modern yaşamın en önemli odaklarından biri olarak bireyselliğin karmaşası da burada etkin bir role sahip. Uzmanların konu hakkındaki fikirleri araştırıldığında başı çeken, toplumların zamana kendini eşlemesi oluyor. Bahsedildiği üzere dijital dünyanın hayatlarımızdaki yoğun varlığı, insan ilişkilerinde de teknolojik çözümlerin belirmesine yol açıyor. Nihayetinde ev telefonlarından cep telefonlarına geçiş de bir günde olmamıştı. Bundandır ki randevu uygulamalarının tabudan norma dönüşümü de son 10 yıl olarak kabul edebileceğimiz bir süreçte sessizce gerçekleşti. Zamana uyumun ardındansa 2020’den bu yana neredeyse her alanda etkisini hissettiğimiz pandemi süreci beliriyor. Evlere kapanan ve iletişime özlem duyan insanlığın, kendini tam da “gerçek hayatta randevulaşmayı başaramayan” kişiler olarak bulmasıyla beraber 2020’den itibaren dijital uygulamaları birer seçenek olarak görmeye başladığı öne sürülüyor. Öğünlere eşlikçi olarak TikTok izlemeyi de bir norm haline getirmiş olan Z kuşağının bu aktivitesinin ardında da aynı iletişim özleminin yer aldığı, teorinin argümanları arasında. Yine de bu noktada post-pandemi utangaçlığına değinmekte fayda var. Uzun süreli yalnızlığın ardından sosyal girişkenlikte sorun yaşayan bireyler, artık klasik bir X kuşağı aşk hikayesinde yer alan şekilde yüz yüzeyken flörtleşmeye cesaret gösteremiyor. Bu noktada Vogue India’ya konuşan çöpçatanlık uygulaması Feeld’in etkinlik yöneticisi Cathy Keen şöyle diyor: “Tinder’ın mucitleri, uygulamayı oluştururken bir üniversite kampüsü tasavvur ediyorlardı: İçerisinde sürekli gördüğün ancak selam vermeye çekindiğin birinin daima bulunduğu bir kampüs. Ardından eğer sağa kaydırırsan, o kişiyle aranızdaki bariyerin kalkacağını sana düşündüren bir fikir yarattılar. Nihayetinde bu, utangaçlığı ortadan kaldırdı ve her şeyi değiştirdi.” Ortadan kalkan bu bariyerin insanları bir anlamda aşkta tembelleştirdiğini de düşünen Keen, kişilerin artık birini beğenmesi durumunda ona yaklaşmaktansa “Uygulamada görür ve eşleşirim” psikolojisine geçiş yaptıklarını, çünkü bunun utangaçlar için daha konforlu olduğunu da eklemişti.
Zamana ayak uydurduğumuz, insanlığın değişiminden pay çıkardığımız ve nihayetinde utangaçlık ile tembellik arasında bir köprü inşa ettiğimiz bu yeni aşk düzleminde bir diğer etkenden daha bahsetmek mümkün ki bu belki de en ihtilaflı olanı. Bu yılın 14 Şubat’ında, bünyesinde Tinder ve Hinge gibi uygulamalar bulunan Match Group’a açılan bir dava bu etkene parmak basıyor: Bağımlılık. Teknoloji devine yöneltilen iddialar, Match Group’un çöpçatanlık uygulamalarını birer oyun gibi tasarlayarak kişileri duygusal anlamda istismar ettiğini öne sürmüştü. Kullanıcılara onları beğenenleri göstermek, daha fazla beğeni hakkı vermek gibi özellikler aracılığıyla bir öde-oyna sistemi geliştiren uygulamaların özellikle “Belki de sıradaki sağa kaydıracağın kişi, hayatının aşkıdır” fikrini empoze ettiği de bu iddialar arasındaydı. Modern çağın yalnızlığıyla bir kişi daha kaydırarak umudunu baki tutan kullanıcıların, böylelikle bir anlamda zaman algısını da yitirerek kendilerini bu girdabın içinde bulması, yeni nesil ilişkilerin belki de en pür özetiydi. Zira gerçekleşen bir eşleşme, kimi uzmanlara göre bir ödül psikolojisine zemin hazırlıyordu; bu metot da kullanıcıların beyinlerinde dopamin salgılanmasını sağlıyordu. Birçok bağımlılığın ardında dopaminin bir faktör olduğu gerçeği, karşılaşılan bu döngünün zamane ilişkilerini ve bireyselliğini kökten bir değişime sürüklediğini gösterir nitelikteydi.
Kimilerinin pandemi sürecini renklendirmek, kimilerininse modern yalnızlığa bir çare arayışıyla kullanmaya başladığı bu uygulamalar görünen o ki farklı farklı ihtimallere kapı aralıyordu. Financial Times’a göre 2019’dan bu yana ABD’de dünyaevine giren çiftlerin dörtte üçü internet üzerinden tanışmış olabilirdi, ancak yine de bu yeni aşk pratiği ya önemli bir yasal düzenleme gerektiriyordu ya da henüz aşkın bu haline yeterince adapte olamamıştık. Nihayetinde dijitalleşme ne kadar ilerlerse ilerlesin hem milenyum hem de Z kuşağının çocukluğundan bu yana tanıklık ettiği medyumlar onlara aşkın zamansız ve doludizgin olacağını öğretmişti. Aslında Hollywood filmlerinde pek göremediğimiz randevu uygulamaları, iki neslin de ideallerine bir anlamda ters düşüyordu. Bir çağın değişimine tanıklık eden yeni neslin ideal-gerçeklik arası yaşadığı bu tökezlemeyi istatistiklerden okumak mümkün olacaktır. Business of Apps’e dönüldüğünde 2024 yılında çevrimiçi randevulaşma uygulamalarının indirilme sayısında bir düşüş gözleniyor. Özellikle karantina sırasında 18 yaşına ulaşan Z kuşağının post-pandemi süreciyle dijitaldense yüz yüze bağlantılar aradığını söylemek hatalı olmaz. Yani, ilişkilerde anti-dijitalleşmeye yönelik bir akımın da revaçta olduğu düşünülmekte.
Bahsedilen faktörlerin etkisiyle dijitalleşmeyi reddeden aşklar pek de sürpriz niteliğinde değil. Carolina Bandinelli ve Alessandro Gandini tarafından çöpçatanlık uygulamaları üzerine kaleme alınan bir bilimsel makale, önemli bir noktanın altını çiziyor: Partner seçiminin eski nesle kıyasla artık sosyoekonomik şartlar tarafından belirlenmediği ve bunun, tamamen kişinin özgür iradesine bırakıldığı belirtiliyor. Durumun özgürleştirici niteliği bir yana, bireylerin artık “en iyi partneri bulmak” göreviyle baş başa kaldığı belirtilerek aşkın ergonomik bir kimliğe büründüğü vurgulanıyor. Verim odaklı bu yeni nesil aşklar içinse bugüne dek çevrimiçi randevu uygulamaları birebirdi. Kullanıcıların bir anlamda kendilerini topluma tanıttıkları bu uygulamalar, ilişkileri kültürün adfettiği duygusallıktan uzaklaştırarak rasyonel bir olguya dönüştürürken yine Bandinelli ve Gandini’nin sözleriyle eski neslin kimyası, artık algoritma haline dönüşüyordu. Erken Z ve geç milenyum kuşaklarının buluştuğu orta noktanın, zamane şartlarına yönelik isyankar bir tutum olduğu varsayılırsa günümüz dünyasındaki ergonomik tutuma başkaldıran bu topluluğun aşkta da bu yaklaşımı reddetmesi mantıklı bir portre sunuyor. Pratikte yenilikçi, hayallerinde geleneksel olan bu ara nesil, günlerini sağa ve sola profil kaydırarak geçirdikleri halde Paris’te bir restoranda hayatlarının aşkıyla tanışmayı bekliyor. Uzun lafın kısası, zamane genç yetişkinlerinin hayallerindeki aşk, modern dünyanın onlara sunduklarıyla bir türlü uyuşmuyor. Böylelikle bireylerin âşık olma biçimleri değişiyor: Bahsedildiği üzere “tembellik” yaygınlaşırken kişilerin gerçek hayatta birbirlerine selam vermeleri dahi birer tabuya dönüşüyor. Bazen alışılagelen ödül psikolojisi kişiyi sadakatten uzaklaştırıyor; bazense uygulamaların mutluluk ve özgüvenle olan hassas bağı, kişilere yetersizlik ile öfori arasında gidip gelen duygusal bir roller-coaster deneyimi yaşatıyor. Kimileri dijital çağın ilişkilerinin artık bundan ibaret olduğunu kabul ederek aşkı uygulamalarda ararken kimileriyse bunu reddederek o kişinin er ya da geç onları bulacağına inanıyor. Hinge’e göre Z kuşağı, tüm zamanların en romantik kuşağı olarak anılıyor, ancak yeni nesilde önemli bir kısım da sadece kısa süreli ilişkileri tercih ediyor. Bu kısmın içerisinde yer alan bir grubun, zamane ilişkilerinin hayalleriyle olan uyuşmazlığına yönelik bir tepkiyle motive olduğu da düşünülenler arasında. Nihayetinde insan doğasının belki de mantığa yitirmediği son parçası olan aşk, bu özelliğini yitirmeye yaklaşıyor.
Tüm felsefesini modern yaşamı reddetmek üzerine kurgulayan Alman filozof Heidegger, modernliğin gerçekliği kavrama konusunda bir düşüşe sebep olacağından çokça bahsetmişti. Modern hayatın pozitivizmine karşı doğanın aşırı duygusal dünyasına dönmeyi umut eden, teknolojiyle değişen dünyada insanlığın önceliklerine bir yer bulamayan düşünür bu anlamda günümüz ilişkilerinin değişimini de öngörmüş olabilirdi. İnsanlığın isteği yeniden mektuplaşmak, bir sinema kuyruğunda tanışmak ya da sürekli iletişimdense partnerlerini özlemek haline geldiyse yüksek teknolojiyi özümsemekte bir problem yaşadığımızı kabul edebiliriz. Bu noktada Heidegger gibi eski Yunan düşünürlerine dönmek ya da şehirlerdense ormanlarda yaşamak gibi bir mecburiyet yok, nitekim her şeyi biraz geri almak faydalı olabilir. Âşık olma biçimimizin, tanışma kanallarımızın, randevu hikayelerimizin hatta ayrılıklarımızın dahi teknoloji aracılığıyla gerçekleştiği bugünlerde gidişat aynı yönde devam ettiği müddetçe aşkın, mantık altında yeni bir kimlik kazanması imkansız bir ihtimal gibi görünmüyor. İşte bu noktada, esas soru çok daha kapsayıcı bir hale bürünüyor: Konu teknolojik gelişmeler olduğunda bir “dur” noktasına ihtiyaç duyuyor olabilir miyiz? Önümüzde bekleyen gelecek, bu soruyu yakında cevaplayacak gibi görünüyor.