Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
İtiraf ediyorum: Ben bir romantik komedi-koliğim. Romantik komedi ya da romantik filmleri izlemek için yılın özel bir gününü beklememize elbette gerek yok, maksat bir bahanemiz olsun!
Pandemi zamanı sık sık duyduğumuz bir konfor alanı yaratma, güvenli alanda kalma durumu vardı hatırlarsınız. Sonunu bildiğimiz şeyleri izlemek bize kendimizi iyi ve güvende hissettiriyormuş; çok dikkat sarf etmeden, belki bir yandan başka şeylerle ilgilenirken izlemeyi sürdürebildiğimiz şeyler… Bu yüzden de Friends, The Office, How I Met Your Mother gibi sitcom’lar bilhassa da, o dönem bir Rönesans yaşadılar adeta. Benim büyüklü küçüklü ekranlarımda bu dizi ve filmler zaten hep birbirini takiben döndüklerinden neymiş bu hayat boyu atlamadığım travma acaba diye düşünsem de konunun pek üstüne gitmemeyi, kurcalamamayı ve bildiğimi okumayı (ya da izlemeyi) tercih ettim ve ediyorum açıkçası.
İşin psikolojik tarafı bir kenara, en sevdiklerimden bahsetmek, diler Sevgililer Günü’nde sevgilinizle, dilerseniz Parks and Recreation dizisinde Leslie Knope’un uydurduğu 13 Şubat’larda kutlanan Galentines gününde kız arkadaşlarınızla ya da üzerine herhangi bir özellik atanmamış sıradan günlerde kendi başınıza izlemenizi önereceğim başlıkları sıralamak istedim bu yazıda.
Mesela şu an çok istikrarlı bir şekilde Ally McBeal izlemekteyim. Yıllar önce CNBC-e’de (hey gidi!) yayınlandığı sırada çok da düzenli olarak seyretmediğimi anladığım Ally’yi Disney+’te buldum ve bitmemesi için büyük özen gösteriyorum... Dizi bir hukuk bürosunda geçiyor ama asıl ve esas derdimiz 20’lerinin sonu 30’larının başındaki Ally ve avukat arkadaşlarının gerçek aşkı bulma çabası. Zaten her dizinin özünde yatan şey bu değil mi? 10 sezon boyunca Friends’i izlerken de en büyük beklentimiz Ross ve Rachel’ın sonunda birbirlerine aşık olduklarını anlayıp anlamayacaklarını görmek değil miydi?
Bunu gözümüze daha az sokarak yapan, aşka daha gerçekçi yaklaşan, karakterlerin kendilerini ve dertlerini birbirlerine daha dürüstçe ifade ettikleri yapımlar yok değil (bkz. Obvious Child, Frances Ha, Booksmart, Lady Bird…). Ama burada o en klasiklerden bir seçki yaptım sizler için.
Pride And Prejudice: Yılda en az bir kez başına oturduğum bu Jane Austen uyarlaması hem beyaz perde hem de televizyon için defalarca çekildi. Joe Wright’ın yönettiği, Keira Knightley ve Matthew Madcfadyen’in başrollerinde oynadıkları bu 2005 versiyonu ise favorim.
When Harry Met Sally: Kadın erkek ilişkilerinin el kitabı gibi bir film. Yazarı Nora Ephron ne yazık ki aramızdan çok erken, belki de en verimli çağında ayrılmamış ve şu sosyal medyalı dünyayı deneyimlemiş olsa neler derdi, nasıl yorumlardı çok merak ediyorum… Onun yolundan giden, dillerini ve bu dünyayı görme biçimlerini çok sevdiğim genç yaratıcı kadınlar arasında Lena Dunham (Girls), Phoebe Waller-Bridge (Fleabag), Greta Gerwig (Lady Bird), Sharon Horgan (Bad Sisters) ve Aisling Bea (This Way Up) sayabilirim.
Love Story: Ağlamak için, Ali MacGraw’un güzelliğine ve zevkli kıyafet seçimlerine bir kez daha hayran olmak için el altında bulundurulması gerekenlerden. Ağlamak demişken buraya; The Bridges of the Madison County, Take This Waltz ve listeme taze bir giriş, bu yıl izlediğimiz Past Lives’ı da eklemek isterim.
90’lar seni çağırıyor! (ve biraz da 2000’ler)
Birazdan sayacağım filmlerin hepsi ve daha fazlası benim için çikolata ya da patlamış mısır gibiler. Ne zaman karşıma çıksalar, ya da ben bilinçli bir şekilde karşılarına otursam bitirmeden kalkmam, kalkamam. You’ve Got Mail, Notting Hill, My Best Friend’s Wedding, Never Been Kissed, Pretty Woman, The Wedding Singer, Bridget Jones’ Diary, French Kiss, Sliding Doors, Only You, 10 Things I Hate About You, How To Leave A Guy In 10 Days, Dirty Dancing, The Notebook, The Mirror Has Two Faces, 500 Days of Summer, What If, Love, Simon…
Before Sunrise (+Sunset & Midnight’la birlikte elbette) Reality Bites, High Fidelity, Amelie ve Stealing Beauty Ethan Hawke sevgimi perçinlemenin yanı sıra daha az Hollywood daha çok gerçek hisler demek. Hepsini çok sevmekle birlikte özellikle de Stealing Beauty; su gibi bir Liv Tyler, ona dert ortağı bir Jeremy Irons, tablodan farksız Toscana manzaraları ve eşi benzerini görmediğim şahane bir villada, aşkı ve kendini bulan genç bir kadının hikayesini anlatan bu Bernardo Bertolucci filminin yeri benim için çok ayrı.
Biraz da gülmek isterseniz asla es geçmemeniz gereken şu üçlüyü bırakmak istiyorum buraya: Sandra Bullock ve Ryan Reynolds’lı The Proposal (hatta benim daha önce pek ciddiye alamadığım Reynolds’ı sevmeye başladığım filmdir bu); aşkı aramayı bırakmış, hatta hayattaki tüm heveslerinden vazgeçmiş bir kadın olan Cher’in Nicolas Cage’le tanışmasıyla içindeki ateşin yeniden harlandığı gerçek bir klasik Moonstruck ve Meryl Streep’in eski kocası Alec Baldwin ve hayatına yeni giren mimar rolündeki Steve Martin’in arasında kaldığı, her şeyiyle enfes bir izleme deneyimi sunan It’s Complicated.