Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Yorgos Lanthimos ve Emma Stone’un yeni işbirliğinden Guillermo del Toro’nun yıldız isimlerle dolu “Frankenstein” uyarlamasına, Venedik Film Festivali’nde merakla beklenen yapımları derledik.
Sinemaseverlerin sabırsızlıkla beklediği ödül sezonu, 27 Ağustos – 6 Eylül tarihleri arasında gerçekleşecek 82. Venedik Film Festivali ile resmen başlıyor. Sinema dünyasının en prestijli buluşmalarından biri olan festival, bu yıl hem kamera önünde hem de perde arkasında şimdiye kadarki en parlak kadrolardan birine ev sahipliği yapıyor. George Clooney, Julia Roberts, Cate Blanchett, Emma Stone, Idris Elba, Ayo Edbiri ve Jacob Elordi gibi yıldız isimlerin rol aldığı yapımların yarışacağı festivalde, Kathryn Bigelow, Guillermo del Toro, Jim Jarmusch, Noah Baumbach, Park Chan-wook ve Yorgos Lanthimos gibi usta yönetmenler de uzun bir aradan sonra yeni filmleriyle sinema dünyasına dönüş yapıyor. Kanallar şehrini yeniden sinemanın kalbi haline getirecek bu özel etkinlikte, romantik dramalardan yüksek tempolu aksiyonlara, komedilerden atmosferik gerilimlere kadar merakla beklenen yapımları bir araya getirdik.
Yorgos Lanthimos’un Emma Stone ile kurduğu yaratıcı ortaklık, günümüz sinemasında nadir rastlanan bir başarıya dönüştü. The Favourite ile başlayan, Poor Things ile zirveye çıkan bu işbirliği şimdi de Bugonia ile devam ediyor. Lanthimos, Kore sinemasının kült kara komedilerinden Save the Green Planet’i Batılı bir gözle yeniden yorumluyor. Filmin absürt ve şok edici hikâyesi, yönetmenin “rahatsız edici mizah” anlayışını bir adım ileriye taşıyor. İlk fragman, orijinal filmin hayranlarını memnun edecek detaylarla dolu; aynı zamanda Batı kültürüne uyarlanmış yeni dokunuşlar içeriyor. Lanthimos’un gerçeklik ile delilik arasındaki ince çizgide dolaşan anlatısı, Bugonia’yı yılın en merakla beklenen kara komedilerinden biri yapıyor.
Luca Guadagnino, Call Me by Your Name ile uluslararası başarıya ulaştıktan sonra farklı türlerde eserler vermeye devam ediyor. Son filmi After the Hunt, yönetmenin incelikli karakter çözümlemelerini bu kez karanlık bir gerilim hikâyesi üzerinden anlatıyor. Julia Roberts’ın bir üniversite profesörünü canlandırdığı filmde, geçmişin gölgeleriyle yüzleşmek zorunda kalan bir kadın hikâyesine tanık oluyoruz. Andrew Garfield ve Ayo Edebiri’nin öne çıkan performanslarıyla güçlenen yapım, akademik dünyada geçen sert bir sorgulamayı merkeze alıyor. Trent Reznor ve Atticus Ross’un film müzikleri yapımın karanlık havasını daha da yoğunlaştırıyor. Guadagnino’nun karakter odaklı bakışı, bu hikâyeyi sadece bir gerilim olmaktan çıkarıp toplumsal hafızaya yönelik bir alegoriye dönüştürüyor.
Guillermo del Toro’nun sinema kariyeri, aslında yazar Mary Shelley’nin yarattığı gotik atmosferin farklı yorumlarıyla örülü. Pan’s Labyrinth, Crimson Peak ve hatta The Shape of Water, Shelley’nin hayaletini bir şekilde taşıyordu. Şimdi ise del Toro, Frankenstein’ı doğrudan uyarlayarak bu ilham kaynağına en açık selamını gönderiyor. Jacob Elordi ve Oscar Isaac gibi popüler ve yetenekli oyuncuların yer aldığı film, insanın yaratma arzusu ile bu arzunun doğurduğu dehşeti yeniden ele alacak. Del Toro’nun görsel dünyası, barok detaylarla bezenmiş dekorları ve şiirsel canavar tasvirleriyle birleştiğinde, ortaya sadece bir korku filmi değil, aynı zamanda varoluş üzerine bir ağıt çıkması bekleniyor. Özellikle gotik estetiğe tutkun sinemaseverler için film, yılın en önemli sinema olaylarından biri olma potansiyeline sahip.
Noah Baumbach, modern Amerikan yaşamını, ilişkilerin kırılganlığını ve sanat dünyasının arka planını en iyi betimleyen yönetmenlerden biri. Jay Kelly ile Netflix çatısı altında karşımıza çıkan Baumbach, bu kez Hollywood’un parlak vitrininden içsel bir yüzleşmeye uzanıyor. George Clooney, kariyerinin son dönemlerini yaşayan, hayatındaki pişmanlıklarla boğuşan bir aktörü canlandırıyor. Ona, sadık menajer rolünde Adam Sandler eşlik ediyor. Film, hem Baumbach’ın kendi sinemasına dair meta göndermelerle dolu hem de Clooney’nin kişisel kariyerine dair yankılar taşıyor. Greta Gerwig ve Laura Dern gibi isimlerin de rol aldığı yapım, dostluk, yalnızlık ve hatırlanma arzusu üzerine incelikli bir meditasyon. Özellikle Clooney’nin performansının Oscar yarışında çokça konuşulması bekleniyor.
Fotoğraf: A24
Sofia Coppola’nın filmografisi boyunca görsel estetiği, melankolik anlatımı ve kişisel hikâyeleriyle öne çıktığını biliyoruz. Bu kez ise uzun yıllardır yakın dostu olan Marc Jacobs’un hayatına yöneliyor. Marc by Sofia, yalnızca bir moda belgeseli değil, aynı zamanda sanat ile kişisel dostlukların nasıl iç içe geçebileceğine dair dokunaklı bir portre. Coppola, Jacobs’un yaratıcı süreçlerini, ilham kaynaklarını ve kariyerinin dönüm noktalarını kendi lirik sinema diliyle sunuyor. Moda belgesellerinin genelde yüzeysel kaldığı düşünülürse, bu filmin Coppola’nın bakışıyla farklı bir derinlik kazanması bekleniyor. Marc Jacobs’un dünyasına açılan bu özel pencere, yalnızca modaseverlere değil, yaratıcı süreçlere ilgi duyan geniş bir kitleye hitap edecek.
Fotoğraf: Mubi
Jim Jarmusch, bağımsız sinemanın en özgün seslerinden biri olarak biliniyor. Father Mother Sister Brother, onun altı yıl aradan sonra kamera arkasına geçtiği yeni filmi. Üç farklı coğrafyada – Paris, Dublin ve Amerika’nın kuzeydoğusunda – geçen film, bir aileyi oluşturan bağların hem kırılganlığını hem de dayanıklılığını işliyor. Cate Blanchett, Adam Driver, Vicky Krieps ve Tom Waits gibi güçlü bir oyuncu kadrosu, Jarmusch’un kendine has ironik üslubuyla birleşiyor. Film, gündelik hayatın sıradanlığında gizlenen trajikomik detayları ortaya çıkarıyor. Yönetmenin şiirsel diyalogları ve minimal anlatımı, aile içi ilişkilerin evrensel yönlerini farklı bakış açılarıyla gözler önüne seriyor.
Benny Safdie’nin kardeşi Josh’tan bağımsız ilk yönetmenlik denemesi olan The Smashing Machine, 2000’li yılların efsanevi MMA dövüşçüsü Mark Kerr’in hayatını konu alıyor. Dwayne Johnson namıdeğer “The Rock”, bu kez alıştığımız aksiyon kahramanı imajından uzaklaşarak dramatik bir rol üstleniyor. Emily Blunt’un canlandırdığı Dawn Staples karakteriyle olan ilişkisi, filmde duygusal bir merkez oluşturuyor. Fragmanıyla şimdiden büyük yankı uyandıran yapımda, Johnson’ın geçirdiği fiziksel dönüşüm ve makyaj çalışmaları dikkat çekiyor. Ancak filmi asıl özel kılan, Safdie’nin sporun şiddetli ve kaotik dünyasını sadece bir başarı hikâyesi değil, bağımlılık, travma ve insan ilişkileri üzerinden derinlikli bir şekilde ele alması. Bu yönüyle, hem Johnson’ın kariyerinde bir dönüm noktası hem de bağımsız sinemanın en çok konuşulacak projelerinden biri olma potansiyeline sahip.