Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Süpermodel Helena Christensen, hafta sonlarını geçirmek üzere Catskill dağlarında kurduğu pastoral evini bizim için fotoğrafladı. Peki korsanlar ve denizkızları da nereden çıktı?
Birkaç yıl önce, New York eyaletinin güneydoğusundaki Catskill dağlarında yer alan evi için lokal bir antikacıdan eşya satın alan Helena Christensen, teslimat sırasında kamyonette ilginç bir şey görmüş. Bir denizkızı mı yoksa o? 1940’larda Norveç’te yekpare ağaç gövdesinden yontulmuş bu görkemli parçayı, bir başka müşteriye teslim edilmek üzere yüklendiği araçtan ısrarla indirtmiş. “Şöyle bir bakıp, ‘Hiçbir yere gidemez! Benim olması lazım, diğer müşteriye teslimat sırasında çalındığını söyleyin’ dedim” diye anlatıyor gülerek.
O denizkızı şimdi, Christensen’ın Manhattan, West Village’daki apartmanından iki saatlik uzaklıktaki bu kırsal sığınağın antikalarla dolu salonuna tepeden bakıyor. “Denizkızı saplantım var. Seçme şansım olsa kesinlikle denizkızı olmak isterdim” diye anlatıyor, yarı şaka yarı ciddi. “İnsan olarak varlığımdan hiç düşünmeden vazgeçerdim.” Oysa buradan vazgeçmek için çıldırmış olması gerek. Fırtına mavisine boyalı bir ambarı olan çimen yeşili ahşap evden duyulan tek ses, yakındaki dereden gelen su sesi. Manzaraya, yeşil gür köknarlar, kırmızı Japon isfendanları ve Christensen’ın doğal bir göl havasında inşa ettirdiği sakin bir havuz hakim.
Fotoğraf: Jason McDonald
Modellik yapmayı sürdüren Christensen, aynı zamanda başarılı bir fotoğrafçı ve Strangelove NYC adlı parfüm şirketinin ortak kurucularından biri. Dağlarda ev alma kararını kendi vermemiş. Kadim dostlarından fotoğrafçı Fabrizio Ferri, 2007 yılında evin depozitosunu ödeyerek onu burayı satın almak zorunda bıraktığında, mekanı hiç görmemiş olmasını bir yana bırakın, Catskills’de ev almaya niyeti bile yokmuş. (Christensen’ın, doğum yeri Danimarka sahillerindede bir yazlık evi var). “Başta çıldırdığını düşünsem de arabaya atladım ve tek başıma burayı görmeye geldim” diye anlatıyor. “Ev çok iş istiyordu. Çatıdan gökyüzü görünüyordu ve planı saçmaydı ama kesinlikle potansiyel vardı.”
Evi satın almasının ardından, ona korsan gemisinde bir araya gelmiş duygusu verdikleri için “korsan ekibi” olarak adlandırdığı yerli ustalar ve marangozlarla renovasyon çalışmalarına başlamış. İletişim epey zor olmuş: Korsanların hiçbirinin e-mail hesabı yokmuş, eve dair kendi vizyonu olan Christensen, işin içine mimar sokmak istemediği için kirlerini elde çizip postayla yolladığı eskizlerle ifade etmiş. “Hoşuma giden bir tahta ya da taş parçasını, çizimlerimi, sevdiğim şeylerin detaylarını yolluyordum” diyor. “Şimdi geri dönüp baktığımda nasıl yaptık bilmiyorum. Bir mucizeydi, kelimenin gerçek anlamıyla sessiz bir renovasyondu.”
Sonuç, hem Christensen’ın sıcak ve modern zevkine uyan hem de sanki hep buradaymış izlenimi veren aksesuarlar açısından zengin, dört odalı bir ev olmuş. Ayrıca ambarda iki odası daha var. Orijinal yapı, bir sıra daracık odadan oluşuyormuş ve ısıtma sistemi yokmuş. Christensen’ın mekanı açarak yarattığı geniş mutfak, endüstriyel modernizm tarzı (dövülmüş metal tezgahlar, bir Fransız fabrika zemini gibi görünmesi için kaba bırakılmış dökme beton zemin) ile salonun yüzyıl ortası eklektik yapısını (Kaare Klint safari sandalyeler, vintage Türk ve İskandinav kumaşları) bir araya getiriyor. Yapaylığa kaçmayan bir enteresanlığı olan bu ev, Christensen’ın anne tarafından Perulu soyuna bağladığı canlı desenler ve el işleriyle, baba tarafından Danimarka kökenine dayandırdığı soğuk maviler ve hygge köşeleri dengeli bir şekilde birlikte sunuyor.
Çifte mirasının sonucu olarak ortaya çıkan bu doğaçlama tarzın kaynağı, Christensen’ın yaşadığı deneyimlerden çok, geçirdiği kültürel değişim. “Annemle babamın evi de şu anda benimkine benziyor ama Kopenhag’daki çocukluğum sırasında hiç de öyle değildi” diyor. Estetik açıdan gelişim süreci, Danimarkalı sanatçı Kurt Trampedach’ın Fransa’nın Bask bölgesindeki evinde konuk olarak geçirdiği yıllara uzanıyor. “18-19 yaşlarındayken arkadaşlarımla birlikte ziyaretine giderdik. Dağlarda yürüyüş yapar, evinde kalır, resim yapışını izler, ondan neler neler öğrenirdik” diye anımsıyor. “Cesur Yürek filminin başlarındaki hayat gibi çok primitifti. Ama onda içsel bir stil duygusu vardı.” Trampedach’ın, antikalarla el yapımı parçaları –evyesi kendi yonttuğu dev bir kayaymış– bir araya getiren evi Christensen’ın bilincinde yer etmiş. “Oraya saçları kötü perma yapılmış tombul yanaklı bir kız olarak gittim. Duvarları müzik gruplarının posterleriyle kaplı, minder koltuklu pembe bir odam vardı” diye tebessümle anlatıyor. “Ama bambaşka biri olarak ayrıldım oradan.” Antika dükkanlarında cevher bulma sanatını, bir litografi ve iki yağlıboya eserine sahip olduğu Trampedach’tan öğrenmiş: Burada keşfettiği lokal sanatçı John G. Ernst’ün tabloları, film izlemek için kullandığı, duvarları grimsi kahverengi salondaki kanepenin üzerinde asılı.
Christensen, New York’tan SUV aracıyla ulaştığı bu eve mümkün olduğunca sık gelmeye çalışıyor ve hafta sonlarında genelde 18 yaşındaki oğlu Mingus ile bir grup arkadaşı ona eşlik ediyor. Menekşe gözlü Avustralya çoban köpeği Kuma da mutlaka yanında oluyor. “Ön koltukların arasında oturup heyecanlı, başı dönmüş bir şekilde camdan dışarı bakıyor” diyor. Yanına aldığı bir başka şey de, eşofman altlarıyla vintage mayolardan oluşan rahat kırsal giysiler. Christensen’ın hafta sonu programları daima rahatlamaya yönelik oluyor zira... Eğer arkadaşları varsa eve bir masör çağırıyor. “Hepimiz sıraya giriyoruz, önce buhar odası, sonra masaj, sonra da nehirde yüzme...” Ardından ateşin önüne yayılıp güzel bir film eşliğinde evde pişen yemekleri yiyorlar. Christensen, “iyi” bir aşçı olduğunu söylüyor ama doğrusu muhteşem bir aşçıymış gibi duruyor. Yemeği eskiden beri sevdiği ve istediği her şeyi yemek istediği için otuzlarında boksa ve daha yakın bir dönemde pool dansa başlamış. Mutfakta, Güney Amerikalı annesinin buzdolabında ne varsa hepsini bir tencereye doldurup leziz baharatlarla çeşnilendirme alışkanlığından esinleniyor. Helena’nın spesiyalitesi tilapya balığı güveci. “Ne bulursam içine atıyorum” diyor karakteristik umursamazlığıyla.
Fotoğraf: Jason McDonald
Zamanının geri kalanını, bahçede ufak tefek işlerle uğraşarak “Monet bahçesi adını verdiğim çok güzel çiçekleri ve çakıl yolu olan bir bahçem var” terasındaki otlarla ilgilenerek, yakınlardaki Woodstock ve Kingston’dan vintage masa örtüleri, yatak örtüleri ve mobilyalar satın alarak geçiriyor. Route 28 karayolu üzerindeki, çağdaş İskandinav yemek takımlarıyla dolu Scandinavian Grace, vintage giysi ve mobilya mağazası Always Neu ve Kingston’daki Milne Antiques en sık gittiği yerler. Milne’de kendine yeni bir ödül bulmuş: 1930’larda düğün hediyesi olarak yapılmış dev yeşil bir kanepe. Gitmeyi sevdiği bir diğer dükkan ise evin üst katındaki yataklarının yanı sıra kadife kanepeleriyle sandalyelerini süsleyen neşeli yastıkları ve kumaşları satın aldığı Woodstock’taki Little House. “İçeri girdiğinizde tüm dükkanı satın almak istiyorsunuz” diyor iç geçirerek.
Eski partneri Norman Reedus’tan olan oğlu Mingus da annesi gibi doğada rahat. Annesini modeller dünyasının unutulmaz yüzlerinden biri yapan bal rengi ten ve kedi gözler, Calvin Klein 2018 İlkbahar/ Yaz defilesinde podyumlara adım atan Mingus’ta da var. Christensen, oğlunun kuşağının obsesif derecede “çevrimiçi” oluşundan endişe duysa da, Mingus’un çocukken saatler boyunca yılan ve kertenkele yakalayıp incelediği dağlara hafta sonu kaçamağı geleneği hâlâ sürüyor. Hatta West Village’daki dairelerinde de iki sakallı ejder var. “Çocukken burası onun için bir cennetti, sonra birkaç yıl boyunca arkadaşlarıyla şehirde kalmayı tercih etti” diyor. “Ama hoşuma giden şey, tüm o oyunların ve bilgisayar başında geçen uzun sürelerin ardından her şeyi bir kenara itip, ‘Bu hafta sonu dağa gidelim mi?’ diye sorması. Ben de ‘Elbette’ diye cevap veriyorum ilgisizce ama içten içe çok seviniyorum. Doğaya gitmek için arzu duyuyor ve bu da bana umut veriyor.”