Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Geçtiğimiz aylarda Kült bölümümüze konuk olan Audrey Hepburn'ü ölümünün 21'inci yılında anarken, oğlu Luca Dotti'ye kulak veriyoruz.
Benim Güzel Meleğim, Annem
Luca Dotti
Kısa süre önce, Roma’da evimin önünde beni indiren taksici “Bu binayı biliyorum, yıllar önce çok güzel bir kadın yaşardı burada, onu evine ben getirirdim arada” dedi. Bahsettiği güzel kadın, annemdi. Ama taksici, Romalıların hiç beklenmedik zarif davranışlarından birini göstermiş ve adını söylemek yerine bu şekilde bahsetmişti yalnızca. Burada yaşadığı yirmi yıl boyunca, bütün Romalı hemşehrileri annemi tıpkı bu taksici gibi görmüştü: Çocuklarını okula götürmekten hoşlanan, arada köpeğiyle uzun yürüyüşlere çıkan güzel kadın. Bazen, Campo de Fiori’de eşiyle kayınvalidesinin kapısının önünde zili çalarken görüldüğü olurdu, pazar öğleden sonralarının aile geleneği olan yemek için. Tesadüfen oradan geçen bir fotoğrafçı da bu özel anı kaçırmazdı tabii.
Oysa yaşamı her zaman bu şekilde olmamıştı. Annemin şöhreti, 2. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre, henüz yaraların yeni yeni sarıldığı zamanda çektiği Roma Tatili (1953) filmiyle başlamış ve tıpkı Colosseum gibi bir anda şehrin simgesi haline getirmişti onu. Romalılara özgü o rahat ve özgür edasıyla Vespa motosikletiyle sokaklarda gezinen genç bir kadın. İki yıl sonra, 1955 te dev bütçeli Savaş ve Barış için yeniden Roma’ye geldiğinde, Ciampino Havaalanında yabancı starlar gibi karşılandı. O sıralarda insanlar onu Amerikalı sanıyordu ama kısa süre sonra Roma tarafından “evlat edinilecekti”.
O yıllar, Roma’nın “Tiber nehri üzerindeki Hollywood” olarak anıldığı yıllardı. 1951’deki Quo Vadis? filminin çekimleri sırasında şehrin dev bir film platosuna dönüştürülmesinden sonra bu tanımlama yakıştırılmıştı. Büyük film şirketleri, yıldızlarını birbiri ardına Roma’ya gönderiyordu. Montgomery Cliff’ten Orson Wells’e ve Anthony Perkins’e, Shelley Winters’dan Ava Gardner’a dek. İtalyanlar da bu arada eli boş durmadılar tabii. Carlo Ponti ve Dino de Laurentis gibi yapımcıların yatırımlarıyla İtalyan sineması, Amerika’nın Hollywood’undan ödül koparabileceğini ispatladı. Federico Fellini’nin La Strada (1954) ve Le Notti di Cabiria (1957) filmleri gibi. Bu dev prodüktörlerin yanı sıra, sektörün en iyi sinemacıları şehre akmaya başladı. Hepsi epik filmler yaratma peşindeydiler ve çabaları basın tarafından an be an kamuoyuna aktarılıyordu. Romalılar, uçaktan inip şehrin sokaklarında, peşlerinde koca bir gazeteci ordusuyla dolaşan starlara alışmaya başlamıştı.
İşte böyle bir ortamda, King Vidor’un Savaş Ve Barış’ından üç yıl sonra, annem Fred Zimmermann’la The Nun’s Story’nin (1959) çekimlerine başladı. Arkadaşlarına bu filmdeki rolünün, yüreğine en yakın hissettiği rol, olduğunu itiraf etmişti. Yıllar sonra UNICEF elçisi olarak Afrika’ya gitmesini sağlayan temel burada atılmış oluyordu. Sette ve Roma sokaklarında zaman geçiriyordu ve görüntüsü giderek Roma ruhunu yansıtacak şekilde gelişiyordu. Kostüm tasarımcısı Piero Tosi, kuaför Grazia ve eşi, makyaj uzmanı Alberto de Rossi bu dönüşümün mimarlarıydı. “Maskara çekili gözler” ve “yukarı kalkık kaşların” mucidi olan Alberto sayesinde annem sonsuza dek akıllarda kalacak görünümüne sahip olmuştu. Setteki iş arkadaşlığı ömür boyu sürecek bir dostluğa dönmüştü.
Roma’da, serbest çalışan foto muabirlerinin de kaçınılmaz bir şekilde ilgi odağı haline gelmişti annem. Bu muhabirler, Fellini’nin La Dolce Vita’sından sonra, filmin başkarakteri Paparazzo’dan esinlenilerek paparazzi olarak adlandırılmaya başlayacaklardı.
Onlara hiç savunmasız yakalanmadı, en fazla bir gece kulübünden çıkarken uykulu gözlerle çekilmiştir fotoğrafı. Klasik bale eğitimi sayesinde her durumda mükemmel bir duruşu vardı zaten. Yine de her fotoğrafta bu kadar mükemmel görünmesinin tek nedeni kendisi değildi kuşkusuz. O günlerde aktörler ve fotoğrafçılar arasında özel dostluk bağları oluşurdu. Annemin de sevdiği ve kendine daha yakın hissettiği muhabirler vardı elbette. Onlara, kendini küçük düşürecek kareler çekmemeleri karşılığında özel pozlar verirdi. En sevdiği çekimleri Pierluigi Praturlon yapardı. “Tiber üzerindeki Hollywood”un daimi fotoğrafçısıydı Praturlon. William Wyler, King Vidor, Vittorio De Sica ve Federico Fellini için çekimler gerçekleştirirdi. La Dolce Vita’daki meşhur sahneye ilham veren onun fotoğraflarından biriydi. Arkadaşı Anita Ekberg’i, Trevi çeşmesi önünde bir arabanın far ışıklarında görüntülediği fotoğraf. Aktrisler set dışında çektiği pozlara bile bayılırlardı çünkü onların diva karakteristiklerini yansıtmanın dışında, Pierluigi’nin daha derinlerde yatanları keşfetme yetisi sayesinde muhteşem kareler çıkardı ortaya.
Annem ona güvenirdi. Hotel Hassler’in terasında, New York Film Eleştirmenleri Derneği’nin en iyi aktris ödülünü The Nun’s Story’yle aldığını öğrendiği telgrafı açtığı anı mükemmel bir fotoğrafla ölümsüzleştirmişti. Pierluigi ailemizin bir parçası olmuştu. Annemle babamın 1969’da İsviçre’de Morges, Vaud’daki düğülerine çağrılan çok sınırlı sayıdaki davetliden biriydi. Düğünün amcam Luca tarafından çekilen videosunda, Luigi’yi kardeşim Sean’ın alnına öpücük kondururken görebiliyoruz.
Yıllar içinde annemle babamı tanıştırdıklarını iddia eden bir sürü insanla karşılaştım. 1961’de annemin Tiffany’de Kahvaltı galası için Roma’ya babamın en iyi arkadaşı Olimpia Torlonia ile gittiği doğru ancak babamla tanışmaları bundan yedi sene sonrasına denk geliyor.
Annem, 1970’de evlendiği ve beni dünyaya getirdiği dönemde, onu paparazzilerin ilgi odağı haline getiren oyunculuk kariyerini kendi isteğiyle bitirdi. Spotların altından yavaşça çekildi. Öncelikleri değişmişti artık. Roma da bunu mümkün kıldı. 1960’ların başından beri göz önündeyken, Roma’da kendine bir arkadaş grubu oluşturmaya başlamıştı bile. Alberto Sordi ile açılışlarda şakalaşıyor, Renato Rascel ile dans ediyordu. Annem ve Mel Ferrer’le Savaş ve Barış projesinde yer alan Henry Fonda, bir İtalyanla evlenmişti, Afreda Franchetti Roma’da yaşıyordu. Sık sık buluşuyorlardı. Afreda ve kızkardeşi Loraine sayesinde annem tam bir Romalı gibi yaşamaya başlamıştı. Roma, belki de o telaşsız, miskin havası sayesinde onu koruyor, ona alan ve zaman tanıyordu.
Kısa sürmüş gibi görünse de kariyeri çok yoğun geçmişti çünkü çocukluğundan beri kendine uyguladığı katı bir iş disiplini vardı. İkinci Dünya Savaşı’nın acı dolu yıllarını deneyimlemişti. 13 yaşında balerin olmaya karar vermiş ve bu hedefe ulaşmak için çok sıkı çalışmıştı. 16 yaşında, Nazi işgali altındaki Hollanda’da açlık ve sefaleti tadacaktı. Kurtuluşa dek yiyecek olarak bulabildiği tek şey olan turpları haşlayarak ya da çiğ yiyerek beslendi. Yeni kurulan Birleşmiş Milletler onu ve diğerlerini nihayet özgürlüğe kavuşturmuştu.
Star oluşu ise bundan sadece on yıl sonraydı. Fakat, hiçbir zaman yıldızlardan alışık olduğumuz şımarık kaprisleri olmadı. Hayatı boyunca gün doğumunda kalktı, sete mükemmel bir görüntüyle gitmek ve rolünü kusursuz ezberlemek için geliştirdiği bir alışkanlıktı bu. Hâlâ dergi kapağı rekorunu elinde tuttuğunu düşünüyorum. Çünkü çeşitli dergiler 650 kez onunla süslendi kapaklarını. Bu ona şüphesiz inanılmaz bir şöhret ve şan getirdi ama aynı zamanda yaşamının tam iki yılını bu fotoğraflar için harcamış olduğunu söyleyebiliriz. Bir noktada artık başka şeyler yapmak istemiş olmalı. Hayatı boyunca iki kere bu kararı vermiş, birincisi tam zamanlı bir anne olmak diğeri ise UNICEF’in elçisi olarak görev almak. Her iki dönemde de kamuoyunda giderek daha az yer aldı annem ve nihayet tamamen gözlerden uzağa çekildi. Sonra, 1976’da beklenmedik bir şekilde Richard Lester’in Robin and Marian filmiyle geri dönüp bir kaç film daha yaptı. En son Steven Spielberg’in Always filminde (1989) Hap adındaki bir meleği canlandırdı.
Tipik İtalyan ailelerinin hep yaptığı gibi, 1970’lere ait o özel fotoğrafları kendi albümlerimde saklıyorum. O karelerde annem beni yüzme kursuna ya da parka götürüyor. Öğretmenlerimle görüşüyor. Köpeklerle dolaşıyor. Roma’nın meşhur pizzicaglioni adındaki küçük marketlerinde geziniyor. Kendine ve dostlarına yemekler pişiriyor, özellikle spaghetti al pomodoro, yani en sevdiği yemeği. Roma’dan 80’lerin ortalarında ayrıldığında, ben de artık çocuk değilim.
Annemin İsviçre’deki evi, Afrika, Latin Amerika ya da Asya’da çıktığı UNICEF turlarından döndüğü ve dinlendiği yer olacaktı artık. Yeni seyahatler ve hayır işleri için güç toplardı burada. Hayatının son dönemini bu işlere adadı. Çocukken aldığı yardıma benzer şekilde, tüm çocuklara yardım ulaştırmak, talihe olan borcunu bu şekilde ödemek istiyordu. Audrey in Rome’da bu fotoğraflar yok ama mevcut olan her karede Audrey Hepburn, yıldız, anne ve UNICEF elçisi bir aradalar. Özel yaşantısında da, spotların altında da hep içten, dürüst ve kendi gibiydi çünkü. Çiçek yetiştirmeyi seven bu kadın, hayatını zarafet ve adanmışlıkla güzelleştirip bizlere hediye etmişti.
Fotoğraf: Cecil Beaton