Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Gus Van Sant ve Alessandro Michele'nin ortak yönetmenliğinde çekilen “OUVERTURE of Something that Never Ended” sadece bir koleksiyon tanıtımı olmanın ötesinde içinde farklı anlamlar barındırıyor.
Değişen dünyanın izinde çoğumuz ruhsal ve mental olarak farklı bir yolculuğa çıktık. Evlere kapandığımız şu dönemde, rahatlıkla dışarı çıktığımız veya sevdiğimiz insanlara sarılabildiğimiz günleri özlüyoruz. Ancak yaşadığımız bu süreç bizi farklı konularda bir uyanışa yöneltti. Artık daha fazla kıymet biliyor, isteklerimiz konusunda daha fazla hayal kuruyor, sağlığımıza önem veriyor ve “umut” kelimesinin ne denli önemli olduğunu yeniden keşfediyoruz. Alessandro Michele de bu uyanışı yeni kararlarıyla birleştirerek karşımıza çıktı. Önce defile takviminden çıktı; şimdi ise Gucci’nin yeni koleksiyonunu tanıtırken bizi de kendi dünyasına davet ediyor. Yedi bölümden oluşan mini bir diziyle karşımıza çıkan tasarımcının anlattığı hikâye hepimize bir şekilde dokunmayı başarıyor.
Dekorasyonunda retro etkilerin hakim olduğu bir evde başlayan ilk bölüm, kullanılan renkler ve desenlerle sizi hızlı bir zaman yolculuğuna çıkartıyor.
Sevgi, güzellik, pembe ve enerji kelimelerinin sıklıkla kullanıldığı pozitif bir anlatım neredeyse bütün bölümlere nüfuz etmiş durumda. Belki de bu yüzden hikayenin içinde oldukça sakin bir o kadar da huzurlu bir atmosfer var.
Tipik bir Roma kafesinde geçen ikinci bölümde ise birbirinden farklı pek çok karakter karşınıza çıkıyor. Gerçek dünyada kulak misafiri olduğunuzda belki de size çok garip gelebilecek konular veya konuşma biçimleri Alessandro Michele’nin dünyasında oldukça olağan.
Bir dönemin en önemli haberleşme aracı, serinin üçüncü bölümünde karşımıza çıkıyor. Postane gişesi ise adeta bir ayakkabı defilesine dönüşerek sizi koleksiyonun detayları ile tanıştırırken, geçmişin hatıralarını da beraberinde getiriyor.
Postane bölümünün belki de en dikkat çekici kısmı Harry Styles ve Achille Bonito Oliva arasında geçen konuşma. İkisi de farklı ülkelere ait bir dili konuşmasına rağmen konu sanat olduğu için birbirlerini anlayabiliyor ve kendilerini rahatlıkla ifade edebiliyorlar.
Serinin kilit bölümü olarak adlandırılan dördüncü bölümde Ravel’in Bolero’su ile Alman koreograf Sasha Waltz’un hareketleri bir araya gelerek oldukça duygusal bir sahne yaratıyor.
Hatta Sasha Waltz bu bölüm için şöyle bir açıklama yapıyor; “ Hepimiz için oldukça duygusal bir bölümdü. Dokuz ay aradan sonra birbirimize ilk defa yakınlaşabilmiştik. İnsan ırkı olarak temas etmeye, önemsenmeye ve birbirimizle iletişimde olmaya ihtiyacımız var.”
Hayatımızın neredeyse merkezinde duran akıllı telefonlar ya da etrafımızı saran teknolojik ürünlerin hiçbiri bu hikâyede yok. Ancak beşinci bölümde Billie Eilish kendisine eşlik eden robotlarla karşımıza çıktığında ileri teknoloji konusunda da ufak mesajlar alıyoruz.
Bir vintage dükkanında karşımıza çıkan Florence Welch, elinde tuttuğu ufak not defteriyle başka insanların gününü güzelleştirmek için onlara kısa ama anlamlı mesajlar bırakıyor. Notları bulan karakterlerin yüzündeki gülümseme ise en ufak hareketin bile ruh halimizi değiştirebileceğinin en büyük kanıtı.
Seriyi tamamen etkisi altına alan pembe sadece bir renk olarak değil kelime olarak da sıklıkla karşımıza çıkıyor. Özellikle Silvia Calderoni ve Lu Han’ın yine farklı dillerde olmasına rağmen birlikte tamamladıkları şiir, pembe rengine farklı bir bakış açısı getiriyor.
Bir şarkının sözlerinden oluşan bu gizemli afiş, her bölüm karşımıza çıkarak aslında tüm hikayenin de özetini oluşturuyor.