Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Kült klasikler The Beach ve Before Sunrise’dan, hüzünlü yaz favorileri The Florida Project ve Aftersun’a kadar, işte 2025’te izlenmesi gereken en iyi yaz filmleri.
Yaz mevsiminin tam ortasındayız, bu da tek bir anlama geliyor: Tatil zamanı. Yani hemen bir sahile kaçma, buz gibi bir içecek eşliğinde hafif bir kitap okuma ve hayat boyu kötü hissettiğin tüm anları unutma vakti. Aynı zamanda şimdi, gelmiş geçmiş en iyi yaz filmlerini yeniden izlemek için de harika bir zaman (bu mevsimde Alpler’de geçen bir film izlemek kimin aklına gelir ki?), böylece şimdilik şehirde sıkışıp kalmış olsan bile kendini başka bir yerde hissedebilirsin.
Neyse ki yaz filmleri, sinema dünyasının en iyi filmleri arasında yer alıyor. The Talented Mr. Ripley ve Almost Famous gibi güneşle yıkanmış klasiklerden, The Florida Project ve Aftersun gibi hüzünlü favorilere kadar, güneşli yerlerde geçen filmler atmosferik ve rüya gibi bir his uyandırabiliyor. Ayrıca tatil kombinleri için ilham kaynağı olmaları da cabası (her erkeğin Dickie Greenleaf gibi, her kadının ise Penny Lane gibi giyinmek istemesinin bir nedeni var).
Bu nedenle, şimdi izleyebileceğiniz en iyi yaz filmleri için okumaya devam edin.
Fotoğraf: Alamy
Eğer bir film sizi anında işinizi bırakarak Tayland’a tek yön bilet alıp bir sahilde yaşamaya ikna edecekse, o kesinlikle Danny Boyle’un yönettiği The Beach’tir. 2000’lerin başına damgasını vuran bu klasik filmde Leonardo DiCaprio, bugüne kadar kimsenin olmadığı kadar iyi görünür. Filmi izleyenler bilir; hikâye yolun yaklaşık üçte ikisinde karanlık bir yöne sapar ama cennetin bir bedeli vardır.
Fotoğraf: Alamy
Biliyoruz, biliyoruz... Gelmiş geçmiş en neşeli film olmayabilir. Ama kesinlikle en dokunaklı olanlardan biri. İngiliz yönetmen Charlotte Wells’in geleceğin kült klasiği olmaya aday bu filminde, 11 yaşındaki Sophie (Frankie Corio), babası Calum’la (Paul Mescal) birlikte her şey dahil bir Türkiye tatiline çıkar. Neşe ve nostaljiyi sessiz, yıkıcı bir hüzünle harmanlayan bu yapım, jenerik bittikten çok sonra bile aklınızdan çıkmayacak.
Fotoğraf: Alamy
Florida, Kissimmee’de, Disneyland’a yakınlığıyla bilinen yıpranmış bir banliyöde geçen Sean Baker’ın The Florida Project filmi, bekar anne Halley (Bria Vinaite) ile korkusuz altı yaşındaki kızı Moonee’nin (Brooklynn Prince) motel çevresinde takılırken geçimlerini sağlamaya çalışmasını anlatıyor. Renklerle dolu ve canlı olan film, iyi bir yaz filmi olmanın gereği görsel olarak büyüleyici bir şölen sunarken zaman zaman gözlerinizi yaşartacak dokunaklı anlar da yaşatıyor.
Fotoğraf: Alamy
Tom Ripley’in cinayet eğilimleri bir yana, Patricia Highsmith’in 1950’lerde geçen romanından uyarlanan bu Hollywood filmi, Sicilya kıyısında güneşlenen inanılmaz zengin ve genetik olarak şanslı 20’li yaşlarındaki gençlerin sahnelerini arka arkaya sunuyor. Sardunya’daki renkli çiçeklerle dolu avlularda akşam yemekleri veriyor, kristal gibi mavi Akdeniz sularında yelken açıyorlar. Aynı zamanda gerçek bir tatil tarzı ustalık sınıfı film olarak da kabul ediliyor.
Fotoğraf: Alamy
Klasik filmler listesine Audrey Hepburn’un bir yapıtını dahil etmek neredeyse bir zorunluluktur. Roma’da ve çevresinde çekilen bu romantik filmde Hepburn, İtalyan başkentinde devlet ziyareti sırasında kendi kurallarıyla “la dolce vita”yı yaşamak için kaçan Prenses Ann’i canlandırıyor. Ona rehberlik eden ise Amerikan Haber Servisi için çalışan, en çekici halleriyle Gregory Peck’in hayat verdiği gazeteci Joe. İtalya’da turistlerin Vespa’yla dolaşması klişesinin nereden geldiğini merak ediyorsanız, işte cevabı burada.
Fotoğraf: Alamy
20. yüzyılın başlarında Doğu Afrika’da geçen Sydney Pollack’ın Isak Dinesen’in çok satan anı kitabından uyarlanan bu film, neredeyse her karesiyle büyüleyici. Başrolde Meryl Streep, Danimarka aksanını ustaca taklit ederken, kıskanılacak keten takımlar ve kemerli safari ceketleri içinde karşımıza çıkıyor; Robert Redford ise bir avcı ve amatör pilot rolünde. Romantik kimyalarından bile daha etkileyici olan şey ise, Büyük Rift Vadisi ve çevresindeki nefes kesici manzaraların dramatik hava çekimleri.
Fotoğraf: Alamy
Usta yönetmen Alfonso Cuarón, Roma filminden önce memleketi Meksika’ya gençlik filmi Y Tu Mamá También ile bir saygı duruşunda bulundu. Milenyumun başlangıcında ülkede sağ popülizmin yükselişi sırasında geçen dram, Julio ve Tenoch adlı iki ergen gencin, Tenoch’un kuzeni Luisa’nın eşiyle birlikte Meksika kırsalında spontane bir yolculuğunu anlatıyor. Yolculukları, Boca del Cielo yani Cennetin Ağzı olarak bilinen hayali bir plajı bulmak üzerine. Bu sırada her iki genç de Luisa’ya aşık oluyor ve ortaya en karmaşık yaz aşkı hikayesi çıkıyor.
Fotoğraf: Alamy
Tatil filmlerini benzersiz şekilde çeken yönetmen Luca Guadagnino’nun eserlerine bakacak olursak, 2015 yapımı A Bigger Splash, Tilda Swinton, Ralph Fiennes ve Dakota Johnson’ın rol aldığı ve David Hockney’nin bir tablosundan ilham alan yeniden yorumlama örnek gösterilebilir. Ancak romantik bir İtalyan atmosferi arıyorsanız 2017 yapımı Call Me By Your Name filmine yönelmelisiniz. Film, İsviçre sınırına yakın kuzey Lombardiya’da çekildi. Sahnelerin çoğunun geçtiği 16. yüzyıla ait Villa Albergoni, sinema tarihindeki en kıskanılacak evlerden biri olabilir.
Fotoğraf: Alamy
“Kimse Baby’yi köşeye sıkıştıramaz.” Dirty Dancing, 1980’lerin sinemasının bir başyapıtı. Film, Catskills’te lüks bir tatil köyünde geçen bir yaz boyunca yaşanıyor ve başrolde Jennifer Grey, tatili beklenmedik şekilde değişen genç Frances “Baby” Houseman’ı canlandırıyor. Tatil sırasında leotard giymiş dans eğitmeni Johnny Castle ile (Patrick Swayze) tanışmasıyla olaylar gelişiyor. Filmi izledikten sonra o meşhur kaldırma hareketini denemeye karşı koymanız pek mümkün değil.
Fotoğraf: Alamy
“İtiraf etmeliyim, deli bir fikrim var ama sormazsam hayatımın geri kalanında beni rahatsız edecek...” Richard Linklater’ın Dazed and Confused sonrası filmi Before Sunrise’da Ethan Hawke, yaz boyunca Avrupa’da sırt çantasıyla seyahat eden Amerikalı bir turisti canlandırıyor. Julie Delpy ise büyükannesini ziyaret ettikten sonra Paris’e dönen güzel Fransız kız Céline rolünde. İkili, Viyana’da aniden Eurail treninden birlikte iner ve hayat değiştiren 24 saati paylaşır. Böylece, tüm tatil aşklarına meydan okuyan unutulmaz bir tatil romantizmi başlar. Film biter bitmez Avusturya’ya bir gezi planlamaya başlayacaksınız.
Fotoğraf: Alamy
Cameron Crowe’un yarı otobiyografik filmi, rock ’n’ roll’un altın çağına bir övgü niteliğinde ve yükselen Stillwater grubunun dikkatsiz, bencil solisti (Billy Crudup), hayalperest ve gizemli grupie Penny Lane (Kate Hudson) ile Rolling Stone için çalışan gözleri parlayan genç muhabir (Patrick Fugit) arasında geçen dokunaklı bir aşk üçgenini konu alıyor. Frances McDormand’ın yalnız ve endişeli anne rolü ve “Oğlum rock yıldızları tarafından kaçırıldı!” repliği bile izlemeye değer.
Fotoğraf: Alamy
Chateau Marmont, Sofia Coppola’nın 2010 yapımı dramasında hiç olmadığı kadar iyi görünüyor. Film, hedonist yaşam tarzını 11 yaşındaki kızı Cleo’nun (Elle Fanning) otel süitinde ortaya çıkmasıyla sorgulayan ünlü bir Hollywood aktörünü (Stephen Dorff) konu alıyor. Filmde, ikilinin Los Angeles sokaklarında Ferrari ile gezmesi, bir basın turunda lüks bir Milano süitinde çılgınca vakit geçirmesi ve havuz başında Guitar Hero tutkularını paylaşarak bağ kurması sahneleri yer alıyor. Ayrıca, Elle Fanning’in filmde giydiği, Coppola’nın çocukken İtalya seyahatinde kendine aldığı Prada elbiseye dikkat edin.
Fotoğraf: Alamy
Côte d’Azur’da geçen entrika kadar iyi bir film konusu yoktur, hele hele Romy Schneider’in incecik ipek bluzları ve Jane Birkin’in pötikareli iki parçalı kıyafetleri (hepsi André Courrèges tasarımı) söz konusu olduğunda. La Piscine’de dramatik gerilim en üst seviyedeyken bile filmin atmosferi bir yandan tembel bir sakinlikle, diğer yandan da büyüleyici bir zarafetle doludur.
Fotoğraf: Alamy
Billy Wilder’ın komedi başyapıtında, saksafoncu Joe (Tony Curtis) ve kontrbasçı Jerry (Jack Lemmon), 1920’lerin Chicago çetesinden kaçmak için kadın kılığına girer ve Miami’ye giden tamamen kadınlardan oluşan Sweet Sue and Her Society Syncopators grubuna katılırlar. Grubun ukulele çalan Marilyn Monroe’su ise plajda kendine yaşlı bir Florida milyonerini bulmaya kararlıdır. Yasaklar dönemi hiç bu kadar çekici görünmemişti.
Fotoğraf: Alamy
Dennis Hopper’ın Easy Rider filmi, 1960’ların sonundaki Amerikan karşı kültürünü simgeleyen yapımların başında gelir. Hatta Joan Didion bile bu filmin başarısına The White Album'da değinmiştir. Peter Fonda ve Hopper, Mardi Gras için Harley-Davidson’larıyla New Orleans’a gitmeye karar veren köksüz motorcular Wyatt ve Billy’yi canlandırıyor. Onlara bu transatlantik yolculukta eşlik eden isim ise, “düzene ayak uydurmuş” bir avukat olan George rolüyle ilk büyük çıkışını yapan Jack Nicholson. Sırf onun Teksas aksanını duymak için bile izlenmeye değer.