Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Lee Miller bir fotoğrafçı, savaş muhabiri, manken, sanat dünyasının ilham perisi ve mükemmel bir maceracıydı. Kate Winslet içinse hayatının rolü oldu.
Londra’da, haziran sonunda bir cuma günü; karanlık, penceresiz bir montaj odası. Kate Winslet, yapımcılığını ve başrolünü üstlendiği, İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kamplarının dehşetini belgeleyen ve Hitler’in küvetinde çekilen ünlü fotoğrafıyla tanınan Vogue mankeni, fotoğrafçı ve savaş muhabiri Lee Miller’ın hayatını ve çalışmalarını konu alan Lee filmi için diyalog kaydediyor.
Dikkatle senkronize edilmiş bu tür ses çalışmaları hassasiyet ve pratik teknik gerektirir. Metaforlara düşkün olan Winslet, “Zaman sınırı içinde Rubik küp çözmeye benziyor” diye açıklıyor. “Yapbozun son köşesinde, kuşların olduğu o bulut parçasını bulmak gibi bir tatminden söz ediyorum.”
Winslet saçlarını sıradan bir at kuyruğu şeklinde bağlamış; dar jean pantolon ve tişört giymişti. Boynundansa birkaç ince altın zincir kolye sarkıyordu. Oraya vardığımda kuşluk vaktiydi ve Winslet saat sekizden beri çalışıyordu; yemek arası vermeden öğleden sonra üçe kadar devam edecekti. Mikrofonun üzerine çömeliyor, ellerini sallıyor; ton, çekim, ses, vurgu ve perde ayarlarına odaklanıyor, Miller’ın yüzyıl ortası Amerikan aksanını yakalayabilmek için kelimelere tek tek ince ayar yapıyor. “Şu kelimede yeterince ‘r’ yoktu. Tekrar alalım lütfen” diye ses teknisyenine soruyor. “Bir kez daha, biraz daha kısık... Şeyin seviyesini yükseltebilir misin?”
Lee’deki yapımcı ortağı Kate Solomon, “Kate, Batı’daki en hızlı ses” diyor. “Bu işi 30 yıldır yapıyorum; bırakın da öyle olayım” diye cevap veriyor Winslet ve iltifatı geri çeviriyor.
Kate Winslet, performansının zirvesinde bir oyuncu. Sanatını 37 uzun metrajlı film ve çok sayıda saygın mini dizi ile geliştirdi; zamanımızın en iyi yönetmenlerinin çoğuyla çalıştı ( Jane Campion, Todd Field, Ang Lee, Steven Soderbergh, Danny Boyle) ve kendi neslinin en iyi oyuncularıyla birlikte rol aldı (Leonardo DiCaprio, Harvey Keitel, Susan Sarandon, Johnny Depp, Jim Carrey, Jodie Foster, Saoirse Ronan). Yedi dalda Oscar’a aday gösterildi; 2009’da genç bir çocukla savaş sonrası ilişki yaşayan eski bir toplama kampı gardiyanını canlandırdığı The Reader ile Akademi Ödülü’nü kucakladı. Ayrıca beş BAFTA, beş Altın Küre, dört SAG ödülü ve iki Emmy’ye layık görüldü.
Winslet başladığı yerden çok uzakta. “Arkada oturan ve ayağında yanlış ayakkabılar olan şişman bir çocuktum” diye anlatıyor okul günlerini. Kariyerini 17 yaşındayken Peter Jackson’ın yönettiği, 1950’lerde Yeni Zelanda’da bir kadını öldüren iki kızın gerçek hikayesine dayanan samimi ve karanlık Heavenly Creatures’ta ve ardından 20 yaşındayken büyük başarı kazanan Titanic’te rol alma şansına borçlu olduğunu söylemeyi tercih ediyor. Ama aslında Winslet kendi şansını yaratmak için hep çok çalıştı.
“Bana daima yanlış bedende olduğum söylenirdi” diyor. “Hep daha azıyla yetinmem gerektiği belirtildi.”
“Neden yetinmediniz?” diye sordum. “Çünkü kimsenin bana böyle davranmasına izin veremezdim” diyor ve gülüyor.
Winslet defalarca bağımsız yapımlara ve auteur yönetmenlere yönelerek kendini zorlayan karmaşık karakterleri canlandırdı. Bu içgüdü; maymun iştahlılığı ve cinsiyetçiliğiyle kötü nam salmış bir sektörün yanı sıra, kariyerinin ilk dönemindeki başarısına eşlik eden medya müdahaleleri ile annelik, evlilik ve boşanmanın getirdiği kişisel çalkantılarda ona hizmet etti. Winslet’in üç çocuğu var: İlk kocası Jim Threapleton’dan 22 yaşındaki Mia; yönetmen Sam Mendes’ten 19 yaşındaki Joe ve 2011’de işadamı Richard Branson’ın Necker Adası’ndaki evinde çıkan korkunç yangından birkaç gün önce tanıştığı kocası Ned Abel Smith’ten 9 yaşındaki Bear.
Tüm bunlar Winslet’i Lee’nin yapımcılığını üstlenmeye hazırlamışa benziyor (ki bu, onun finansmandan senaryoya, oyuncu seçiminden kamera açılarına kadar her şeyden sorumlu bir yapımcı olduğunu gösteren ilk film) ve Lee Miller’ın olağanüstü kişiliğini anlayıp aktarabilmesini sağlıyor. “Açıkçası çok şey yaşadım. Bu yüzden gençken sahip olmadığım duygu koridorlarına erişebiliyorum.”
Yakın Plan: Miller’ın Pablo Picasso ile dostluğu, 1937 tarihli bu eser gibi birçok portreye ön ayak oldu.
Miller’ın hayatı 20. yüzyıla yayılıyor. 1930’ların Paris’inde fotoğrafçı Man Ray’in sevgilisi ve ortağı, sürrealist sanatçı ve şairlerin oluşturduğu grubunun bir parçasıydı (onu The Blood of a Poet filminde oynatan Jean Cocteau da aralarında bulunuyordu). Ayrıca Pablo Picasso’nun arkadaşı ve süjesiydi (Miller’ın kişiliğinin ışıltısını göstermek için kafası parlak sarı portresini yapmıştı). İkinci Dünya Savaşı sırasında Vogue için Avrupa’da muhabir olarak çalışması, tanık olduğu dehşetin onda açtığı travma uçurumlarına rağmen, haberlere önemli bir kadın bakış açısı getirdi. “Lee, hayatını kendi şartlarına göre yaşayan bir kadındı ve tüm bunlar için korkunç bir duygusal bedel ödedi” diye anlatıyor Winslet. “Savaşa gidip bunu belgeleyen, kusurlu ve orta yaşlı bir kadının hikayesini anlatmak istedim.”
Miller gözü pek ve cesurdu. Çalışmalarında dönemin şovenist kurallarına karşı mücadele etti. Fakat aynı zamanda çocukluk travması, depresyon dönemleri ve (sonunda üstesinden geldiği) alkol ve hap bağımlılığıyla boğuştu. Lee’de aktör Josh O'Connor’ın canlandırdığı ve 1985 tarihli The Lives of Lee Miller adlı kitabı filmin temelini oluşturan oğlu ve biyografi yazarı Antony Penrose, Winslet’in bu rol için hayalindeki oyuncu olduğunu söylüyor. “Kate’i yıllar önce Titanic’te izlediğimde onun ıslanmaktan, kirlenmekten, suya düşmekten ve hırpalanmaktan korkmamasını çok sevmiştim. Onun Lee Miller rolünde harika olacağını düşündüm.”
Ben savaş muhabiriyim; Lee Miller uzun zamandır benim kahramanım. Son bir buçuk yılın büyük bölümünü Ukrayna’da geçirdim ve Winslet’e, Miller’ı bilinmeyen yerlere doğru tehlikeli yollardan gitmeye zorlayan macera ve mesleki gurur karışımı hissi anladığımı söyledim. “Sanırım” dedim, “bu türden bir yolculuk, film yapımına çok benziyor.”
“Kesinlikle!” dedi Winslet. “Benim için işin zevki de bu. Güneşin altında tüm hazırlıkları yapsanız da günün nasıl geçeceğini bilmenize imkan yok.”
Bana öyle geliyor ki Winslet, Miller’ın cesaretinin bir kısmını paylaşıyor; bir tür inat ve ısrarcılık. Bu yazı yazılırken dağıtım için festival turuna çıkmış olan Lee’yi gerçek kılmak sekiz yıl süren sabırlı bir adanmışlık gerektirdi. “Filmi hayata geçirme süreci en olağanüstü mücadeleydi” diyor Winslet. “Sırtlanıp bir dağın tepesine çıkarmış gibi hissediyorum.”
Filmin hikayesinin Miller’ın sevgilileri ve içinde bulunduğu seksi sanatsal şöhret ortamından ziyade eserlerine odaklanmasını istiyordu. Antony Penrose ile Miller ve Sürrealist dönemin önde gelen isimlerinden olan sanatçı eşi Roland Penrose’un bugün müze olarak korunan Doğu Sussex’teki aile evi Farleys’de buluştuğumda, bana yıllar içerisinde “kalıplaşmış, Lee’nin güzelliğine ve mankenliğine fazla önem veren senaryolarla hayal kırıklığına uğradığını” söyledi. “Onun entelektüel kapasitesini ya da bir fotoğrafçı olarak yeteneklerini keşfetmiyorlardı.”
Winslet filmin her yönüyle ilgilendi. Senaryo birkaç kez değişti. Bir kadın sesine ihtiyaç olduğu konusunda kararlı olan Winslet kadınlara, bilhassa Lee Miller gibi çok sayıda sevgilisi olan kadınlara atfedilen klişelerden ve basmakalıp mecazlardan kaçınmak için Marion Hume ve Liz Hannah’yı filme dahil etti. Genel anlamda daha önce birlikte çalıştığı pek çok ekip üyesini bir araya getirmeye, mutlu ve yaratıcı bir biçimde ödüllendirici bir set kurmaya kararlıydı. Görüntü yönetmeni Ellen Kuras’ı Eternal Sunshine of the Spotless Mind’dan bu yana tanıyordu ve onu, ilk uzun metrajlı filmi olarak Lee’yi yönetmesi için davet etti. Winslet ayrıca oyuncu seçimi konusuyla da yakından ilgilenmiş ve rol arkadaşlarının çoğunu bizzat kendi aramıştı. Miller’ın yakın arkadaşı ve savaşta yoldaşı olan Life fotoğrafçısı David Scherman’ı canlandıran, SNL’den tanıdığımız Andy Samberg şöyle diyor: “Kate Winslet’in karşısında oynamaya hayır diyemezdim.” Bu, Samberg’in ilk dramatik rolü. Winslet’in son derece yardımsever ve cesaretlendirici olduğunu söylüyor. “İnanılmaz biri. Ne olursa olsun, onun sayesinde bu filmin belli bir kalitede olacağını biliyordum.” Hatta Samberg’in Los Angeles’ta yaşayan küçük çocuklarından uzakta geçireceği zamanı en aza indirmek için sete uçuşlarını koordine etmesine bile yardımcı olmuş. “[Kate] bana dedi ki: ‘Senin için bunu halledeceğiz, merak etme.’ Çok titizdi; işlerin yaratıcı akışını olumlu yönde etkilemeyi başardı.”
Yapımcı ortağı Solomon, “O yorulmak bilmeyen biri” diyor. Çekimlerin ilk gününde, Miller’ın 1944’te bombardıman altındaki Fransız şehri Saint-Malo’da caddede koştuğu sahnenin provasını yaparken, Winslet kayıp sırtını incitmiş. “Omurgamda üç kocaman hematom vardı” diyor. “Zar zor ayağa kalkabiliyordum.” Gecikme olmaması için acıya rağmen programa sadık kaldı. Bu da sabah dörtten önce kalkmak, beşte saç ve makyaja girmek, yediden önce sette olmak anlamına geliyordu. Aynı zamanda oyunculuk ve yapımcılık arasında gidip gelmek, potansiyel yatırımcılarla telefon görüşmeleri yapmak (finansman konusu sıkıntılıydı; Winslet’in anlattığına göre bir noktada, ön prodüksiyon sırasında, işleri devam ettirmek için iki haftalık maaş giderini cebinden karşılamıştı), yeni mekanların peşine düşmek ve akşamları diyalog koçuyla repliklerinin üzerinden geçmek demekti.
“Kate filmi içinde taşıyordu” diyor Solomon. “Onunla filmin herhangi bir yönü hakkında konuştuğunuzda, fikrinin ne olduğunu biliyordu. Böyle bir şeye sahip olduğunuzda herkesi o kişinin arkasında toplayabilirsiniz. Zahmetsiz görünüyor ama onunla birlikte deneyimledikten sonra insan şöyle düşünüyor: ‘Tanrım, o noktaya gelmek için çok çalışmak gerekiyor’.”
WINSLET’İN GÖZLERİ büyük ve canlı; yüzü sanki içeriden aydınlatılmış gibi. Kaş çatma ile yarım gülümseme arasındaki ince çizgilerde bir duygu nüansı var. O bir diyalekt ustası (Ammonite’daki işçi sınıfı Dorset aksanından Woody Allen’ın Wonder Wheel’indeki havalı Brooklyn lehçesine; Mare of Easttown’daki banliyö Philadelphia’sı ağzından The Reader’daki soğuk, kırpılmış Almanca’ya); oynadığı her karakteri fiziksel, vokal ve duygusal olarak bütünüyle yaşıyor. Onu yakın planda, diyalogların sırasında izlerken, yüzünde birden fazla duygunun - bazen her bir düşüncenin - geçtiğini görebilirsiniz.
Lee Miller’ın Fransa’nın Nazi işgalinden kurtulan arkadaşı Solange d’Ayen’i canlandıran Marion Cotillard şöyle diyor: “Çok özgün biri; oynadığı role sahip olduğu her şeyi koyuyor. İşlerine baktığımda onu asla rol yaparken görmüyorum, daima bir insan olarak görüyorum.”
Winslet’in Lee için doğruluk ve gerçeğe yakınlık konusundaki kararlılığı öylesine büyüktü ki, Farleys’in arşivlerinde saatler geçirdi. Miller’ın günlüklerini ve mektuplarını inceledi, bağlantı sayfalarını gözden geçirdi, kostümlerinin Miller’ın savaş muhabiri olarak giydiklerine benzediğinden emin oldu. Miller’ın kullandığı el kranklı Rolleiflex fotoğraf makinesini nasıl kullanacağını öğrendi; filmde görünen fotoğrafların birçoğu aslında Winslet’in sette çektiği fotoğraflar.
Birçok sahne, Miller’ın tarihi görüntülerini taklit etmek için kasıtlı olarak tasarlandı. Miller ve Scherman’ın kurtuluş sırasında hazır bulundukları Dachau toplama kampının canlandırıldığı sekans o kadar dikkatle işlendi ki, setteki herkes derinden etkilendi. “Duygusal ve yoğun olacağını biliyordum ve öyle ailemden pek çok kişiyi kaybettim. Bu, beni kesinlikle sarsan bir deneyimdi.”
Amerikan Vogue’u Miller’ın kamplardaki bir deri bir kemik kalmış ceset yığınlarını gösteren fotoğraflarını manşetten yayımladı: “Buna İnanın.” Ancak İngiliz Vogue dergisi onu kızdıran ve hayal kırıklığına uğratan bir kararla, Miller’ın çektiği toplama kampı fotoğraflarından yalnızca birini, Almanya’ya karşı kazanılan zaferi konu alan daha geniş bir haberin içinde kullandı.
Ne kadar gerçeklik gösterileceğine dair bu tür sorular bugün de devam ediyor. Penrose, Miller’ın kamplarda çektiği unutulmaz fotoğrafları yıllarca incelemek zorunda kaldıktan sonra, kendisinin ve diğer araştırmacıların bir tür “savaş yorgunluğu” yaşadığını söyledi. “O görüntüler gece gündüz gözümüzün önünden gitmiyordu.”
Penrose’a kısa bir süre önce Ukrayna’da cephe hattındaki sahra hastanesinden dönen ve telefonda sesi titreyen bir fotoğrafçı arkadaşımla görüştüğümü, gördüklerini hâlâ sindirmeye çalıştığını, vahşetin ne kadarını saklaması ve otosansür uygulaması gerektiği konusunda endişelendiğini söyledim. “Bu, sorgulamaya devam etmemiz gereken bir soru” diyor Penrose; annesinin Nazi Almanyası’nın ölümcül dehşetini belgeleyen çalışması ile bugün popülist siyasi liderler tarafından dile getirilen milliyetçi söylem arasında bir bağlantı görüyor. “Bu konuda yalan söylersek, bunların olmasını engelleme konusunda hiçbir yere varamayız. Filmde istediğim şey, Lee’nin gerçeğe duyduğu bağlılığı göstermekti.”
Gerçekleri duymak çoğu zaman zordur. Winslet, İngiliz Vogue’un editörü Audrey Withers’ı canlandıran Andrea Riseborough ile birlikte Lee’nin öfke ve pişmanlık dolu bir sahnesini çektikleri günü anlatıyor: “Korkunçtu. İkimiz de o günün film setinde yaptığımız en zor iş olduğu konusunda hemfikirdik. Gerçek şu ki karakterleri canlandırırken içten içe kendimize zarar verdiğimiz zamanlar oluyor. Ve bunun bir bedeli var, Tanrım...” Gözleri yaşlarla doldu. “Bu çok saçma.” Özür dilemeye başladı; onu durdurdum ve derinden hissetmenin, önemsemenin hiç de saçma olmadığını söyledim.
Winslet enerji saçıyor; kolayca küfredip kolayca gülüyor. İyi bir hikaye anlatmayı seviyor ve ayrıntıları canlandırmak için koltuğundan fırlıyor: “Her zaman her şeyi canlandırmak zorundayım!” Kendini küçümsese de yüzünü makyajdan arındırması ve ekranda çıplaklıktan kaçınmamasıyla da ünlü. Bu onun için biraz zaman almış. “Değerli enerjimi ve fiziksel benliğimi eleştirmemem gerektiğini artık biliyorum” diyor. “Bence her kadın şunu söylemeli: Ben kendime inanıyorum. Başkalarının ne düşündüğü önemli değil; ben buyum. Böyle devam edeceğim.”
Açık Havada: Lee filminde, Miller’ın 1937’de arkadaşları Paul ve Nusch Élouard, Roland Penrose, Man Ray ve Ady Fidelin ile Güney Fransa’da çektirdiği fotoğraf da canlandırılıyor.
Miller’ın savaştan önce Fransa’da üstsüz piknik yapan bir grup arkadaşıyla çektiği, filmde Alexander Skarsgård tarafından canlandırdığı müstakbel kocası Roland Penrose, Man Ray, şair Paul Éluard, karısı Nusch ve model Ady Fidelin’in yer aldığı ünlü bir fotoğraf var. Şu anda 47 yaşında olan Winslet, sırtındaki sakatlık nedeniyle egzersiz yapamamasına rağmen Lee için sahneyi yeniden yarattı. “Vücudumun en yumuşak halinde görünmesine izin vermek ve bundan saklanmamak konusunda cesur olmam gerekiyordu.” Başka bir sahnede bikini üstü giyiyor. “Ve inanın bana” diyor Winslet gözlerini devirerek, “kendi ekibimizdeki insanlar ‘Biraz daha oturur gibi uzanabilirsiniz’ diyorlardı. Ben de, ‘Neden? Gördüğünüz et parçası yüzünden mi? Hayır, bu şekilde olacak!’ dedim.”
Güzellik klişeleri karşısında öz saygıyı korumak kolay değil. Winslet de medyanın beyaz gürültüsünü görmezden gelmeyi öğrenmiş. “Sanırım bu, 20’li yaşlarımdayken ana akım medyanın korkunç incelemelerine ve yargılamalarına, hatta zorbalığına maruz kalmamdan kaynaklanıyor” diyor.
Belki de bu yüzden, 21 yaşından beri hiçbir eleştiri yazısı okumamış. Sosyal medyaya girmiyor ve çocuklarını da bu mecradan uzak tutuyor. Oğlu Bear, iPhone kullanmasına izin olmadığını biliyor. “Ama bu konuda kendini beğenmişlik de taslamıyorum” diyor. “Bunun ebeveynler için ne kadar zor bir pazarlık olduğunu anlıyorum.”
Bu, geçen yıl kızı Mia Threapleton ve profesyonel adıyla Joe Anders olarak bilinen oğluyla birlikte rol aldığı bir İngiliz TV yapımı olan I Am Ruth’da da ele aldığı bir konu. İnternet zorbalığı sonucu utanç duyan ve kendine zarar vermeye başlayan bir kızı konu alan film, diyalogların çoğunun doğaçlama olduğu son derece gerçekçi bir dram. Winslet, En İyi Kadın Oyuncu dalında BAFTA ödülünü aldığında, bu vesileyle “çevrimiçi dünyanın tehlikeleri tarafından rehin tutulduklarını hisseden ailelere” ulaşan hararetli bir konuşma yaptı. Sohbetlerimiz sırasında adaletsizlik sorunlarından dolayı uğradığı hayal kırıklığıyla birkaç kez sesini yükseltti ya da yumruğunu masaya vurdu.
Winslet’in keskin İngiliz aksanından ötürü insanlar onun sosyetik ya da klasik eğitim almış bir tiyatro oyuncusu olduğunu düşünebilir, ama aslında o “çok sıcak ve sevgi dolu bir evde, tam bir kaos içinde, kimseye yetecek kadar yer olmayan dört çocuktan biri olarak” büyüdü. Babası geçimini sağlamak için ufak tefek işler yapan bir aktördü. Kardeşleriyle ücretsiz okul yemeği almaya hak kazanmış (öğle yemeği kuyruğundaki küçümseyici sözleri çok iyi hatırlıyor) ve 16 yaşında okulu bırakıp bir kafede çalışmaya başlamış; seçmeler için Londra’ya giden tren ücretini zar zor karşılayabilmiş.
Ekonomik zorluklarla ilgili kişisel hikayeler okuduğunda sıklıkla para gönderdiğini anlatıyor. “Sosyal adaletsizlik kokan her şey, bir insanın sırf ailesinin bankada parası olmadığı için bir şey yapamaması beni çıldırtıyor.” Öfkesini gülerek geri çekiyor. “Eminim oyuncu olmasaydım avukat olurdum.”
Winslet giderek artan bir tutkuyla “sadece insanların aklında yer etmekle kalmayan, zaman zaman tartışmaları ateşleyen ve fark yaratan” hikayeler anlatmak istediğini söylüyor. L’Oréal’in marka elçisi olan Winslet, bu yıl Lessons of Worth kampanyasında yüzündeki makyajı sildi. Markanın her yıl kadın kısa film yönetmenlerini onurlandırmak için düzenlediği üçüncü Lights on Women Ödülü’nün jüri üyeliğini yaptı. Tanıştığımızda, Paris’teki bir reklam filmi çekiminden yeni dönmüştü. Reklamın yönetmenliği için ödülün eski bir sahibinin görevlendirilmesini sağladığı için gurur duyduğunu söyledi.
Winslet, film endüstrisinde kadınlara yönelik tutumun değişmeye başladığını, ancak bunun devam eden bir mücadele olduğunu söylüyor. Yumruğunu tekrar masaya vurarak Lee için para toplamaya çalışırken erkek yöneticiler tarafından nasıl hor görüldüğünü anlatıyor. “Onların yardımını istediğinizi ve onlara ihtiyacınız olduğunu düşünen erkekler beni inanılmaz derecede öfkelendiriyor” diyor. “Hatta bir yönetmen bana şöyle dedi: ‘Dinle, sen benim filmimi yap, ben de senin küçük Lee’ni finanse edeyim.’ Küçük! Potansiyel erkek yatırımcılarımızdan bazıları da şöyle şeyler söylüyordu: ‘Anlatsanıza, bu kadını neden sevmeliyim?’”
Winslet #MeToo hareketinin aktrisleri güçlendirdiğini kabul ediyor. Coşkusunu saklamadan haykırıyor. “Genç aktrisler artık korkmuyorlar. Bu beni çok gururlandırıyor. Ve düşünüyorum da, evet, tüm o bok atmalar, tüm o mücadeleler, sesimi yıllarca kullanmam, çoğu zaman parmakla gösterilmem ve alay edilmem hiç umurumda değil! Her şeye değdi. Çünkü kültür, 20’li yaşlarımda en çılgın hayallerimde bile hayal edemeyeceğim şekilde değişiyor.” Genç bir oyuncu olarak bu sektörün üstesinden gelmenin kendisini “kesinlikle güçlendirdiğini ama en büyük kazanımının Lee Miller gibi bir karakteri canlandırmanın anlamını tam anlamıyla kavramak olduğunu” söylüyor.
Winslet’e performansının Miller’ın oğlu Penrose üzerindeki etkisini anlattığımda (“Lee bu! Bu gerçek” demişti bana. “Bu annem, gerçekten o”) sesi şefkatle ağırlaştı. Lee’nin çekimleri sırasında yakınlaştılar. Penrose ona rehberlik etmiş, mihenk taşı olmuştu; anlattığına göre, Miller’ı doğru şekilde canlandırması, hikayesini ve eserini onurlandırması için teşvik etmişti. “Çok fazla gözyaşı döktük. Bu onun için çok büyük bir şey. İstediği sona kavuştu” diyor. Profesyonel bir gurur hissediyor. “Lee’yi izlerken bile, ‘Başardım!’ diye düşünüyorum” diyor Winslet. “Filmi gerçekten yaptım!”
Şimdi ara verme zamanı. Winslet genellikle evde ailesiyle vakit geçirebilmek için projelere ara vermeye çalışsa da Lee’nin çekimleri, HBO için hazırlanan ve kurgusal bir Avrupa ülkesinin diktatörünü canlandırdığı hicivli siyasi dizi The Regime’in çekimleriyle arka arkaya geldi. “Bear’in spor gününü kaçırdım” diye itiraf ediyor “ve bu, çocuklarımın spor günleri arasında kaçırdığım ilk gün oldu. Ama babası oradaydı.” Abel Smith’i kararlılığı ve desteği için takdir ediyor. Söylediğine göre, çocuklarına hep kendileri bakıyorlarmış.
“Ned benim mutlak ortağım. Tüm bunları yapabilmemin büyük bir parçası.” Çekimler için seyahat ettiğinde, “Ned, Bear ve ben küçük bir birim olarak hareket ediyoruz.” Neredeyse tam zamanında, kocası arayıp öğleden sonra çocukları okuldan alıp alamayacağını soruyor. “Ned böyle biri” diyor Winslet. “Günün sonunda bitkin bir halde kapıdan içeri sürüklenerek girdiğimde onu gülümserken buluyorum.”
Winslet belki - sadece belki - her şeyi başarmak zorunda olma fikrinden vazgeçmenin sorun olmadığını öğreniyor. Sakatlandığında “Peloton ve 10 dakikalık karın kası egzersizine” ara vermek zorunda olduğu için oldukça sevindiğini itiraf ediyor. “Bir bakıma benim için iyi oldu; boş vermek yani. Kendime iyi davranmalıyım.”
Winslet, son zamanlarda hayattaki gündelik, sıradan şeyleri çok sık kaçırdığından bahsediyor. “Çocukları okula bırakıp okuldan almak. Waitrose’a gitmek, kesinlikle en sevdiğim şey. Yemek pişirmek.” Abel Smith ile birlikte Londra’nın dışında, İngiltere’nin güneyinde yaşıyor. Soğuk suda yüzmeyi, “biraz rüzgar sörfü yapmayı” ve iki köpeğiyle uzun yürüyüşlere çıkmayı seviyor. “Sadece televizyon izleyebilmek” diyor hüzünle, “bir paket cips eşliğinde, çok güzel olurdu.” “Neli cips?” diye soruyorum. Winslet sırıtıyor. “Tuzlu ve sirkeli, daima.”
Bu dosyadaki röportaj ve fotoğraflar SAG-AFTRA grevinden önce tamamlanmıştır.
FOTOĞRAFLARDAKİ TARİH Miller’ın 1945 Haziranı’nda Amerikan Vogue’unda yayımlanan, Buchenwald’ın kurtuluşunu ve savaşın bitişini belgeleyen haberi. sağ üstte. Winslet, Miller’ın 1945’te Hitler’in küvetinde çekilen ünlü fotoğrafını yeniden canlandırıyor.
SAVAŞ TANIĞI Lee Miller ve Roland Penrose’un Sussex’teki tarihi evi Farleys’de fotoğraflanan Winslet, bu yılın sonuna doğru çıkması beklenen Lee filminde rol alıyor.
Winslet’in üzerinde: Stella McCartney yelek ve pantolon. Paige gömlek.
Moda Editörü: Tabitha Simmons.
Gömlek: Loro Piana, Pantolon: Louis Vuitton
KENDİ YOLUNDA “Kate filmi içinde taşıyordu” diyor Winslet’in yapımcı ortağı Solomon.
Winslet’in üzerinde: Emilia Wickstead kaban. Prada ayakkabı.
SAVAŞ TANIĞI Lee Miller ve Roland Penrose’un Sussex’teki tarihi evi Farleys’de fotoğraflanan Winslet, bu yılın sonuna doğru çıkması beklenen Lee filminde rol alıyor.
Winslet’in üzerinde: Stella McCartney yelek ve pantolon. Paige gömlek.