Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Aralarında “Seven” ve “Emily in Paris” yapımlarının da olduğu, TV & Film dünyasının önemli prodüksiyonlarının arkasında olan ünlü yapımcı Stephen Joel Brown ile buluştuk. Onun doğum yeri entertainment dünyasının tam merkezi.
Arkadaşları video oyunları oynarken o, Oscar törenlerine katılıyordu. Gençler sokakta arkadaşlarını görürken o, Oscar törenlerinin gerçekleştiği salonun sahne arkasında Elizabeth Taylor ile göz temasındaydı. Stephen tam anlamıyla bu endüstrinin içine doğdu. Bu endüstrinin içine doğdu ama onun ilgisini çeken endüstrinin parıltılı dünyasındansa endüstrinin işleyişiydi. O, Wall Street’te de çalıştı, bir hukuk firmasında da. Onu bugün dünyanın en büyük prodüktörlerinden biri yapan bu konumu her sektörden bal alarak inşa etmesi oldu. Stephen her şeyden önce bir iş insanı. Ama önemli bir detay var: O yönetimini yaratıcılık üzerinden yapan bir iş insanı. Endüstrinin nasıl çalıştığını böylesine incelikli bilen sayılı insandan biri. Endüstri ve iş her zaman onun için bir öncelik. Ve şimdi kariyerinin bu noktasında hayatı boyunca deneyimlediği her şeyi bir araya getiriyor. Ama en çok da insanları ve ürettiği yapımlar üzerinden duyguları. Stephen ekliyor: “Duygular, durumlar veya koşullar farklı da olsa çoğu zaman karşılıklıdırlar.” Onun hayatı bağ kurmak prensibi üzerinden ilerliyor. O durumları, kişileri ve senaryoları birbirine örüyor, yaptığı prodüksiyonlar üzerinden insanlara kendilerini gösteriyor. Türkiye ile olan bağını da not etmekte fayda var, Kırkpınar’da Yağlı Güreş Şampiyonasını izleyen de, Kapadokya’da aylarca film çeken de veya çok yakın Türk dostları ile neredeyse her yıl Türkiye’de vakit geçiren de yine kendisi.
Yetişkin programları izlediğim bir evde büyüdüm. Çizgi film izlemekle ilgilenmiyordum, diğer çocukların izleyemeyeceği programları izlerdim. Ve sonra bu programlardan bazı insanları yaşadığım yerde en doğal hallerinde görürdüm. O zamanlar, Los Angeles hala bir nevi eğlence endüstrisinin kasabasıydı.
Beverly Hills veya Rodeo Drive, bugün olduğu gibi turistlerle dolu değildi. Büyükbabam mobilya işindeydi. Müşterilerinin çoğu, gelip ondan ürün satın alan iç mimarlar genelde endüstrideki önemli kişilerin, aktörlerin, aktrislerin evlerini yapıyorlardı. Bir şekilde endüstrinin yakınındaydım hep.
Ben okumayı çok küçükken öğrendim, çünkü esas olarak yetişkinlerin yaptığı şeyleri yapmak istiyordum. Muhtemelen altı yaşlarında falandım ve Variety gibi endüstri dergilerine bakıyordum.
Ayrıca, Beverly Hills Lisesi'nde tiyatro sanatları bölümünde okuyan ve gerçekten iyi bir oyuncu olan bir kuzenim vardı. Orada yaptıkları prodüksiyonlara giderdim ve böylece tiyatroyla da okul aracılığıyla tanışmış oldum. Küçük yaşta büyüklerle sahne arkasında takılıyordum. Bir keresinde, ben yedi yaşlarındayken annem ve babam tatildeydi, kardeşim ve kuzenim beni Bonnie and Clyde'ı izlemeye götürdüler. O filmi izlemek için gerçekten çok küçüktüm ama filmlerin dünyasına ait olduğumu hissediyordum.
Bir eğlence hukuku firmasında staj yaptım, bu harika bir deneyimdi çünkü endüstrinin yasal yönünü, anlaşmaları, yetenek anlaşmalarını anlamanın ne kadar önemli olduğunu. fark ettim. O zamanlar bilgisayarlar bile yoktu, bu yüzden dosyaladığınız her şeye çok dikkat etmeniz gerekiyordu. Belgelere bakmanız, bir şeyleri detaylıca okumanız, etrafınızdaki her şeyi dinlemeniz ve tüm bunları özümsemeniz gerekiyordu. Böylece o genç yaşta, yasal sözleşmelerin bir nevi işletmenin iskeleti olduğunu fark ettim. Yaratıcı taraf çok önemli ama işleri gerçekleştirmek için stratejiye ve plana ihtiyacınız var.
UCLA'deyken, çok yakın bir arkadaşımın babası, Arnold Kopelson, çok başarılı bir yapımcıydı ve uluslararası bir film satış şirketi vardı. Onun neler yaptığını, etrafındaki tüm konuşmaları ve insanları gözlemliyordum. O, filmlerini uluslararası bir ölçekte satıyordu. Bu benim için büyüleyiciydi, çünkü işin nasıl yürüdüğünü esas olarak orada gördüm.
Cannes ve Milano’da film satış etkinlikerine ve de diğer bütün ülkelerde film dağıtımcılarıyla görüşmelere gidiyordum. İlk büyük satışımı bir filmin Almanya’daki video hakları için bir milyon dolara yaptım. Yani, ilk önce dağıtımcılarla görüşerek satış yapmaya başladım. Sinema filminde finansın mekaniğini anladım. Yasal süreçleri takip ettim. Zaten öncesinde farklı şirketlerin halka arz edilmesi süreçlerinde çalışmıştım. Ve sonra Warner Brothers ile yaptığımız ikinci film Falling Down'dı ve ben bu filmde büyük bir rol aldım. O zaman her gün setteydim ve bunu Los Angeles'ta Michael Douglas ile çektik. Ve sonraki film The Fugitive'di. Ardından Se7en ve diğer global başarılar geldi. Her şey önce boş bir tuvaldir ve bu tuvali doldurmanız gerekir. Satılacak olan budur. Bir filmi satabilmeniz için farklı pazarlarda iş yapıyor olması gerekir. Yaptığınız film Almanya'da, Japonya'da, İtalya'da, Kore'de pazarlanabilir mi? Seyahat edebilir mi? Bu bakışım, uluslararası satış deneyiminden ve uluslararası pazarların ne kadar önemli olduğunu anlamamdan geldi.
Ben her zaman kendimi zorluyorum. Kendimi konfor alanlarımın dışına çıkarıyorum ve kendimden başka yerlere gidiyorum. Mesele oralara gitmekten daha çok oralara ve kendine her zaman meydan okumakla ilgili. Eğer bir şeyi iyi yapıyorsam muhtemelen artık oradan gitmeye hazırımdır. Bu büyüme ve herkesin kendi yolculuğu ile ilgili.
Bugün artık birisinin dünyanın öbür ucundan olması bir kriter değil. Her şey enerji ile alakalı. Farklı geçmişlere sahip iki insanı bir araya getirebilecek bir duyarlılık var. Hayat bu insanları bir şeyler öğrenmek ve hayatı, kendilerini takdir etmek için bir araya getiriyor. Ve benim için sinemanın anlamı hep bu oldu.
İlişkileri ve tanıştığım insanları. Bu işe sahip olduğum için çok şanslı hissediyorum, beni dünyadaki o farklı yerlere ve insanlara götürdü. Bunlar gerçekten inanılmaz arkadaşlar, akıl hocaları, öğrendiğim insanlar, beni beraber büyüdüğüm ve çok değer verdiğim insanlardan farklı bir şekilde anlayan destek sistemleri. Hayatı güzel kılan şey ortak bir değer sistemi. Kültürel olarak farklı değerler var evet ama bu bana göre bir farklılık değil de aksine olağanüstü bir yansıma getiriryor insana, bir nevi kişinin kendisi hakkında kendine dair bir yansıması.
Yayına girdiği dönemde COVID yüzünden insanlar haklı olarak her şeyin hastalık, rahatsızlık ve ölüm ile ilgili olduğunu düşünüyordu. Ve aniden Emily in Paris geldi, temiz hava gibi bir şeydi. İnsanlar seyahat edemiyordu. Dizi sayesinde kanepenizden kalkmadan seyahat edebiliyordunuz. Yapım endüstriyi doğru anda vurdu. Bu hayata dair asla bilemeyeceğiniz o zamanlama konusuyla alakalı işte. Asla tahmin edemezsiniz bazı şeylerin zamanını. COVID olmasaydı başarılı olur muydu? Muhtemelen. Ama sonuçta daha odaklanmış bir izleyici kitlesine sahip oldu. Emily in Paris yaptığım ilk romantik komedi, çekerken her gün repliklere güldüğüm, olan biteni sette heyecanla izlediğim, sunumu ve oyuncuları pür dikkat gözlemlediğim bir yapım. Benim prodüksiyon deneyimime değer veren ve de uluslararası deneyimi önemseyen çok yakın arkadaşım, dizinin yaratıcısı Darren Star’a da minnettar hissediyorum. Darren ile çalışmak benim kariyerimin en gurur verici anlarından birine denk geliyor ve de onunla içinde olduğum bu yolculuk kariyerim için bir mihenk taşı.
Stephen Joel Brown Los Angeles’ta büyüdü ve şu anda New York, Los Angeles ve çalıştığı bütün şehirler arasında yaşıyor.