Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Birçok vasfının yanı sıra sahiciliği ve samimiyetiyle hayranlık uyandıran Prenses Diana’nın farklı suretlerle yeniden hayatımıza girdiği bir dönemdeyiz. Uzun yıllardır ilk kez bu suretlerde ondan izler buluyoruz. İşte bu iyi haber!
Kameralar önünde olduğu 16 yıl boyunca hayatı didik didik edilen, sayısız varsayım, yakıştırma, yalan ve komplo teorisine malzeme olan, belki de dünya üzerindeki herkesten daha çok fotoğrafı çekilen, ama tüm bunların ötesinde çok ama çok sevilen Prenses Diana’nın bunca senedir layıkıyla canlandırılamaması tuhaf değil mi? Benzersiz karizması ve koşulsuz insan sevgisiyle milyonlarca kişi üzerindeki şifalı etkisinin hâlâ devam ettiğini hesaba katarsak, belki de değildir. 23 yıldır mantar gibi biten irili ufaklı temsillerinin en küçük bir ilgiye mazhar olmadan birer kopyadan ibaret kalması, gerçek Diana’nın yerine kimseyi koymak istemeyen halkın seçimi.
“Halkın Prensesi” halkının hafızasında hâlâ capcanlı. Üstelik buradaki “halk”ın bir milliyeti yok. Her ülkeden, her kültürden, her dinden, her yaştan insanın aynı hayranlık ve sevgiyle takip ettiği gerçek bir ikondu o. Son derece güçlü olduğu kadar zaman zaman kırılganlığını ve kırgınlığını da göstermekten çekinmeyen, duygularını belli etmemeye koşullanmış saray eşrafının yerleşik şatafatını sadeliği ve doğallığıyla alt eden, sanki içimizden biriydi. Bazıları için bir kurban, bazıları için bir azize. Aynı zamanda söz konusu o olunca, herkesin durmadan bir şeyler farz ettiği ama gerçeklere pek az yaklaşabildiği, büyük bir gizem. Geçmişteki başarısız canlandırma girişimleri bir yana, her şey bu kadar tazeyken bu gizemin kapısını aralamak bile büyük cesaret doğrusu. Son birkaç yılda önce Netflix dizisi The Crown’ın, sonra Broadway sahnesinin ve son olarak gerçek yaşam öykülerini kendine has tarzıyla sahici bireysel mücadelelere çeviren Şilili yönetmen Pablo Larraín’in sayesinde sinemanın odağına girdi.
Yıllar sonra yeniden birden fazla Diana sureti var önümüzde. Birden fazla oyuncunun Diana’ya erişme rüyası, başarısız olmanın o tanıdık kabusuna karışıyor. Ancak bu kez bir tabunun yıkıldığına şahitlik ediyoruz, çünkü The Crown dördüncü sezonuyla ilk sınavı geçti ve nihayet Diana’nın hakkıyla canlandırılabilir bir figür olduğunu kanıtladı. Bu sezonda ne Kraliçe’nin ne Margaret Thatcher’ın varlığı aynı heyecanı yaratıyor. Henüz bir masal kahramanı sanıldığı çağda, gencecik bir Diana tam da hatırladığımız gibi karşımızda ve yine her göründüğünde etrafındaki herkesi bir anda görünmez kılıyor. Tıpkı gerçek Diana’nın, kendiliğinden, daima başardığı gibi.
Dizinin ilk bölümünden beri merakla beklenen Diana’lı sezonu başladığında, tüm gözler onun 16 - 28 yaşları arasındaki hâlini bir anda geri getiren genç oyuncu Emma Corrin’e çevrildi. Corrin, kısa süre öncesine kadar kimsenin tanımadığı bir Cambridge mezunuydu. Prens Charles’ın ilk aşkı Camilla’yı oynayacak adayları bir araya getiren seçmelere sadece Diana’nın repliklerini okuması için çağrılıp tüm Camilla adaylarını gölgede bıraktı. Diana’ya fiziksel benzerliği tartışılmaz. Ancak söylediğine göre Prenses’e asıl benzeyen annesiymiş. Corrin’in annesi Juliette, Prenses’in ölümünden sonra bile sokakta yürürken mütemadiyen o sanılır, her seferinde büyük bir heyecan dalgası yaratırmış. The Crown’daki performansıyla En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre kazanan Corrin, Diana rolüyle prestijli bir ödüle layık görülen ilk oyuncu oldu. Gelecek sezon Diana’nın 30’lu yaşlarına ve trajik ölümüne kadar uzanacak. Bu sallantılı yılların yükünü, potansiyeli henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş Elizabeth Debicki taşıyacak.
The Crown’da işler kızışırken, Broadway sahnesi 2020’de gala yapması beklenen ancak pandemi nedeniyle ertelenen Diana: The Musical’a hazırlanıyor. Kış aylarında canlı seyircinin beğenisine sunulmadan önce Netflix izleyicileriyle de buluşacak Diana müzikalinde Prenses’i Jeanna de Waal canlandırıyor. Müzikalin galasının ardından Diana’nın dünyasına iyiden iyiye girmişken, daha önce kusursuz bir Jackie Kennedy filmi çekmiş Pablo Larraín’in Diana filmi Spencer’ı izleyeceğiz. Filmin duyurulduğu ilk günden itibaren dillerden düşmemesinin sebebi, Larraín’in oyuncu seçimi olsa gerek. Kristen Stewart bu rol için kimsenin aklının ucundan geçmeyen bir isimken, filmden çıkan ilk fotoğraflara bakılırsa tuhaf şekilde Prenses’in ruhuna bürünmüş görünüyor. Yönetmenin Diana’nın evlenmeden önceki soyadını filmine isim olarak seçmesinin sebebi, hikayenin Prens Charles’tan ayrılmaya karar verdiği Noel tatilinde geçmesi. Spencer’da Prenses’in özüne dönme mücadelesine ortak olacak, ne televizyonda ne de tiyatroda bütünüyle sergilenebilmiş iç dünyasına ürkek adımlarla gireceğiz. Ürkekliğimizin sebebi belli. Bugün yaşasaydı muhtemelen bambaşka bir hayat sürerken, kötü anıları yeniden su yüzüne çıkaracak tüm bu Diana suretleri ona ne hissettirirdi? Kim bilir, belki de haklı bir zafer duygusu dolardı içine. Esaretten sağ çıkışının zaferi.