Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
O, bu lakabı boşuna almadı zira kendisi 34 senedir sofistike ve lüks parçaları alışılmadık rock’n’roll baharatıyla yeniden yaratıyor.
Stephen Webster, markasını bundan 34 yıl önce kurdu. Londra’daki tasarım eğitiminden sonra Kanada’da bir mücevher tasarımcısının yanında çalışmaya başladı, ardından kendi patikasında yol almaya karar verdi. Günümüzde hâlâ lüks hissiyle özdeşleştirilen gösterişli, şatafatlı sofistike mücevheri, hem tutkunu olduğu rock’n’roll ile hem de şahsına münhasır gustosu ve yaratıcılığıyla yeniden yoğurdu. Tiffany’de Kahvaltı filminde, kraliyet mensuplarının kombinasyonlarında gördüklerimizden epey farklı, sert, asi, belki de bir mücevherden ziyade sanat eseri mertebesinde görülebilecek tasarımlar yaptı. Keşfedilmesi elbette çok zaman almadı. Madonna’nın, Stephen Webster parçalarını takmasıyla marka manşetlere taşındı. Christina Aguilera ve Pink gibi birçok isim, nikah yüzüklerini Webster’ın dehasına emanet etti. “Mücevherin rock tanrısı” lakabını basın ona çok yakıştırdı, o da kendi vakur tavrıyla bu lakabı hiç fena bulmadığını, kabul ettiğini bize anlattı. Geçtiğimiz aylarda Collection Point aracılığıyla İstanbul’a gelen Webster’a soracağımız çok soru vardı. Hepsini detaylıca yanıtladı.
Tasarım eğitiminizden sonra mücevher kulvarında çalışmaya başladınız. Kısa tecrübelerin ardından 1988’de kendi adınızı taşıyan markanızı kurdunuz. Bize bu kararın ardındaki hikayeyi anlatır mısınız?
Aslında bunu yapmayı düşünmediğim bir an olmamıştı. Eğer mücevher tasarımı üzerine çalışıyorsanız kendiniz için çalışmak çok daha kolay geliyor. Ama bir marka inşa etmek üzerine hiçbir şey bilmiyordum. “Şimdi ben markamı kurayım” demedim. Sadece başka biri için tasarlamak yerine kendim için tasarladım. Ardından insanlar bir sebeple size gelmeye, sizin parçalarınızı tercih etmeye başlıyor. Muhtemelen stiliniz, çizginiz için… Bu şekilde doğru adımları attığınızda marka değeriniz yüceliyor ve gerçek anlamda bir marka hâline geliyorsunuz.
Londra’da okudunuz, Kanada’da ve California’da yaşadınız. Bu farklı şehirlerin tasarımlarınız üzerinde etkisi oldu mu?
Elbette. Şu an birçok şeyin birbirine benzediği bir dünyada yaşıyoruz. Mesela büyük bir modaevi bir tasarım çıkardığında irili ufaklı markalar da onun peşinden gidiyor. Bunu pek de kıymetli bulmuyorum zira farklı şehirlere gitmenin, keşifler yapmanın, yegane olanın peşinde koşmanın hazzını seviyorum. Tabii ben yola çıktığımda, yani 1980 ve 90’larda işler başkaydı. California’da her gün güneşi gören ve ona göre yaşayan insanlar için, Londra’da ise modern şehirliler için tasarlıyordum. Çizdiklerim de içinde bulunduğum şehirlere göre şekillendi.
Günümüzde tasarımların birbirine benzemesinin sebebi olarak sosyal medyayı gösterebilir miyiz?
Sosyal medyayı basit bir iletişim aracı olmanın ötesinde kullanıyorsanız aynı şeylere bakıyor, aynı içerikleri görüyorsunuz. Trendler de globalleşiyor. Herkes aynı çantayı istiyor mesela, bu durum 21. yüzyılın özeti oldu diyebiliriz.
Siz ise sosyal medyayı bir “ilhamlar kaynağı” olarak görmüyorsunuz. Siz kreatif sürecinizde nerelere, nelere bakıyorsunuz?
Eminim ki ekibim sosyal medyayla bana kıyasla çok daha haşır neşirdir. Ben yaratım sürecime başladığım an sosyal medyaya göz ucuyla bile bakmıyorum, neticede her şey Stephen Webster’dan başlamalı. Baş tasarımcımla 21 senedir birlikte çalışıyoruz. Ben olmadan da esaslı bir Stephen Webster koleksiyonu çıkarmaya muktedir ama muhtemelen bunu yapmaktan nefret eder. Çünkü o zaman markanın özünü bir nebze kaybetmiş oluruz. Esasında her şey tek bir kaynaktan, kanaldan gelse de izole bir şekilde çalışmıyorum. Bir takımın içindeyim. Genelde soyut şeylerden yola çıkıyorum. Bir hikayeden, bir tecrübemden ya da o koleksiyona dönüştürmek istediğim bir histen... Bunların hepsi bir koleksiyon hâline dönmeyebiliyor. Bazen sadece tek bir parça özelinde odaklanıyorum. İçgüdülerimi takip ediyorum, canım ne yapmak isterse o yöne gidiyorum.
Belki de başarının sırrı, sizin yaptığınız gibi kalbinizi dinlemektir.
Kesinlikle doğru. Aksi takdirde sadece müşterilerin taleplerini düşünerek tasarlamaya çalıştığınızda, trend olacağını düşündüğünüz şeyi takip etmeye çalıştığınızda strese girmek, başarısız olursanız da yıkılmak kaçınılmaz. Daha önce ben de bu hatayı yaptım, kendinize sadık olmadığınızda yaptıklarınız gücünü yitirebiliyor. Öte yandan günümüzde çok fazla marka bu stratejiyle çalışıyor. Tabii, bunun için gerekçeleri var. Mesela zengin insanlar için tasarım yapmak çok kolay; paraları var, istediklerini alabilirler ama çoğunluk çok kişiye ulaşmak, gençleri de giydirmek istiyor. Cinsiyetsiz, her gün kullanılabilecek ürünler sunmak istiyorlar. Mücevher konusunda da işler değişti. Mesela şu an sizin üzerinizde 20’den fazla tasarım var. Eskiden insanlar çok daha az sayıda mücevher takardı, muhtemelen duygusal anlamı olan bir yüzük veya kolye… Ben de bir araya getirilip aynı anda takılabilecek şeyler yapıyorum. Kendisi mücevherci olmasa da 30 yaşındaki kızımla çalışıyorum. O, gençlerin ruhundan iyi anlıyor. Görüşleriyle yeni jenerasyona da hitap etmemizi sağlıyor. Ben de bunu tasarım, form ve materyal olarak nasıl en kusursuz ve en “Stephen Webster” biçimde yakalayabileceğimizi söylüyorum. Masaya fikirleri koyuyorum, ekibim de o şeridi takip ediyor.
Masaya koyduğunuz fikirler için çıkış noktalarınız nedir?
Açıkçası tek bir disiplinden ilham aldığımı söyleyemem, öyle yapsam kendimi tekrarlardım. Etrafınıza 360 derece bakıp, güzel mücevhere dönüşebilecek hikayelerin peşine düşmeniz gerekiyor.
Peki favoriniz olduğunu söyleyebileceğiniz bir koleksiyonunuz var mı?
Şu an için ReBelles. Asi kadınlar… Bu koleksiyonda sinema, bilim, dans disiplinlerinde üreten kadınlardan ilham aldım. Mesela astrofizikçi, matematikçi ve uzay bilimci Katherine Johnson. Kendisi Batı Virginia Üniversitesi’nde eğitim almasına izin verilen ilk üç siyahi kökenli Amerikalıdan biri. Fevkalade bir bilim insanı olmasının ötesinde anlayacağınız üzere tam bir savaşçı da. Ondan ilham alarak yaptığım yüzük Rocket Girl de uzay çağına gönderme yapıyor.
Mücevher sektöründe sürdürülebilirlik konusunda ilk ve en etkili adımları atan isimlerin başında geliyorsunuz. Farkındalığınızı nasıl bu denli erken geliştirdiniz? Bu konuda şu an neler yapıyorsunuz?
Bundan yaklaşık 15 sene önce ilk kez, kullandığım materyallerin nereden geldiği hakkında bilgi sahibi olmam gerektiğini düşündüm. Bilirsiniz ki dünya da yavaş yavaş bu konuda bilinçlenmeye başlamıştı. Kanlı elmaslar hakkında konuşuluyordu ve benim elmaslarımın nereden geldiğine dair gerçekten hiçbir fikrim yoktu. Bu konuda sesimi çıkarmaya başladım. BBC’de araştırmacı bir gazetecinin de katıldığı bir radyo programına çıktım. Gazeteci beni suçluyordu, ama suç benim değil endüstrinindi. Çok üzülmüştüm. Bundan kısa bir süre sonra altın çıkaran bir madende çalışan biriyle tanışma şansım oldu. Bana onunla Peru’ya gidip, madenleri ve madenlerin beslediği komüniteleri yakından görmeyi isteyip istemediğimi sordu. Gittiğimde gördüğüm şeyler gerçekten korkunçtu. Fakirlik ve çalışma şartlarının güvensizliği çok yüksek boyuttaydı. O madenin şartlarını iyileştirmek için yapılması gereken her şeyi yaptık ama onun gibi binlerce maden daha vardı… “Artizanlık” olarak sunulan bu üretim şekli kulağa çok romantik gelse de tamamen zarardı aslında. Döndüğümde bu konuya dair kaleme aldığım bir makale, İngiltere’de The Guardian gazetesinde yayımlandı ve bu ciddi bir farkındalık dalgası başlattı. Bu serüvenimiz devam ediyor, hâlâ endüstriyi nasıl daha temiz kılabileceğimizi araştırıyoruz. Çalıştığımız her madeni gidip bizzat ziyaret ediyorum. Şartların etikliğinden, transparanlığından emin oluyorum. Tabii bu sürdürülebilirlik unsurunun bir dalı sadece. Daha kat edilmesi gereken çok yol var.