Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Eller yukarı! Etrafınız dalga dalga yayılan sevimlilik furyası tarafından sarıldı. Peki tüm bunların karanlık bir yanı da var mı?
İllustrasyon: Meriç Canatan
Instagram’da karşımıza çıkan bebek videoları, WhatsApp gruplarında paylaşılan yavru köpekler, Twitter’daki panda GIF’leri, amcamızı bile sevimli bir köpeğe dönüştüren Snapchat filtreleri, mesajlara eşlik eden pembe kalp ve unicorn emojileri, her hafta ardı ardına vizyona giren animasyonlar, vitrinleri süsleyen çizgi karakterli kıyafetler, şeker renklerinde minicik çantalar, fırfırlar, fiyonklar... Eller yukarı! Etrafınız dalga dalga yayılan sevimlilik furyası tarafından sarıldı. Peki tüm bunların karanlık bir yanı da var mı?
Genellikle gayriciddi, masum, zararsız ve hatta güçsüz olarak algılanan sevimli varlıkların aslında ne denli ciddi ve güçlü olduğunu hiç düşündünüz mü? Küresel bir pazarlama fenomeni olan ve her yaştan insanın ilgisini çekmeyi başaran Hello Kitty, yılda beş milyar dolar kazanıyor ve yapılan araştırmalar, Yuko Yamaguchi tarafından tasarlanan bu kurgusal karakterin dünyada en çok tanınan markalardan biri haline geldiğini gösteriyor. Kırmızı tokalı bir kedicik için epey iddialı! Üstelik sevimliliği sayesinde her geçen gün ününe ün katan başkaları da var. Washington’daki Smithsonian Hayvanat Bahçesi’nde doğan panda yavrusunun anında ünlü bir gür haline gelmesine, birkaç saat içinde onu görmek isteyenlere 13 bin bilet satılmasına ve hayranlarının saatlerce buz gibi havada sıra beklemesine ne demeli? Veya Instagram’daki takipçi sayısı 9.3 milyon olan Pomeranian cinsi köpek Ji pom’un sponsorlu paylaşımları başına 17 bin dolar kazanıyor oluşuna? Elbette mesele sadece finansal kazanımlar değil. Aslında zaten, sevimlilikleri sayesinde ceplerini dolduran bu varlıklar da değil. Bahsettiğimiz güç, önce insanlar üzerinde yaratılan etkiden geliyor. Para, sonraki mesele.
King’s College Felsefe bölümünde ders veren ve sevimlilik akımını görmezden gelemediği için bu konu hakkında The Power of Cute (Sevimlinin Gücü) adlı bir kitap yazan profesör Simon May ile konuşma fırsatı buldum. May, ilk bakışta kırılgan ve zayıf görünen sevimli varlıkların “güçsüzlükleri sebebiyle güçlü” olduğunu söylüyor; “Bu varlıklar insana kimin güçlü, kimin güçsüz olduğunu sorgulatıyor” diyor. “İnsanlar çoğu zaman sevimli varlıklar tarafından korunduklarını ve sevimli şeylerin onlara iyi geldiğini düşünürler. Bunun en iyi örneklerinden biri de sevimli maskotlardır. Mesela dünyanın en güçlü kurumlarından olan Amerikan Donanması’nın maskotu, dünyanın en güçsüz varlıklarından biri olan keçidir. Zira sevimli olan keskin ayrımlardan bağımsız olandır. E.T’yi, Mickey Mouse’u ya da Jeff Koons’un meşhur eseri Balloon Dog’u düşünün. Bunların hiçbirinin keskin bir şekilde dişi-erkek, genç-yaşlı, hayal ürünü-gerçek ya da iyi-kötü olarak sınırlandırılmadığını göreceksiniz. İşte bu, sevimliliğin başarısının önde gelen sebeplerinden biridir. Sevimli olan, bu ikilemler arasında kendine bir taraf seçmeye çalışmaz.”
Sevimliliğin karanlık yanından dem vuran yazar Daniel Harris, “Sevimliliği izleyiciye ulaştırma süreci çoğunlukla araç edilen nesneyi güçsüzleştirmeyi, onları gülünç durumlara düşürmeyi, daha cahil ve kırılgan hale sokmayı içerir. Sevimli varlıklar, güçlüklerle mücadele ettiklerinde gözümüze daha da sevimli görünürler” diyor.
İllustrasyon: Meriç Canatan
21. yüzyılda masum kalabilmek zor iş malum. Ekonomik çalkantılar, politik iniş çıkışlar derken herkes günlük hayatın en sıradan anlarında bile kendini ortaya koyma savaşı veriyor ve belki de tam bu noktada, sevimli olanın verdiği güven hissi bize iyi geliyor. Kendimden örnek vereyim. Otuz iki yaşında olmasına
rağmen evinde hâlâ Snoopy figürleri olan, bilgisayarının, telefonunun arka planını çizgi kahramanlarla süsleyen ve çocuksu olarak tanımlanabilecek kıyafetler giymekten çekinmeyen bir kadınım. Yemek yemeye gittiğimiz bir restorana süs olarak konan Noel Baba’nın yanaklarını sıktığımda en yakın arkadaşlarımdan
biri “Sende sevimlilik fetişi var. Acaba çocukluğunu doyasıya yaşayamadın mı?” demişti. Düşündüm. Cevabı bulmak için Freud’a pek gerek yoktu bana kalırsa. Çocukluğumu öyle doyasıya yaşamıştım ki, kolay kolay geride bırakamıyordum. Üstelik sevimli şeylere duyduğum ilgi, beni gerçek dünyadaki keskin çizgilerden ve sertliklerden koruyor, günlük hayatımın bazı köşelerini yumuşacık ve renkli bariyerlerle donatıyordu. Yetişkin olmanın gerekliliklerini yerine getirip hayatımın sorumluluklarını da aldığıma göre, ortada sorun da yoktu. Ancak duvarlarını pembeye boyayan, sevimli gürlerin başrolde olduğu bilgisayar oyunlarına bağımlı yaşayan ve oyuncak koleksiyonu yapan bir arkadaşım için aynı şey pek de geçerli değil. Kendisini yalnızca sevimli objelerle donattığı evinde mutlu hissedip dış dünyaya karışmaktan çekinen, hatta hiçbir işte iki aydan uzun süre çalışamayan otuz dokuz yaşındaki bu arkadaşıma, psikoloğu “büyümekten kaçtığını” söylemiş ve tüm bunlarla olan ilişkisini gözden geçirmesini önermiş.
2000 yılında yazdığı Cute, Quaint, Hungry and Romantic(Sevimli, Tuhaf, Aç ve Romantik) adlı kitabında sevimlilik furyasını “çocuksuluk tarikatı” olarak tanımlayan ve tatlılıklara karşı hissettiğimiz büyük aşkımızın karanlık bir tarafı da olduğunu iddia eden Daniel Harris, bakın ne diyor: “Sevimliliği izleyiciye ulaştırma süreci çoğunlukla araç edilen nesneyi güçsüzleştirmeyi, onları gülünç durumlara düşürmeyi ve onları daha cahil, habersiz ve kırılgan hale sokmayı içerir. Sevimli varlıklar, zor duruma düşüp güçlüklerle mücadele ettiklerinde gözümüze daha da sevimli görünürler.” Gözünüzde Winnie-the-Pooh’nun başını bal küpüne sıkıştırmasını ya da Bambi’nin buz üstünde yere serilmesini canlandırın... Sahiden de tüm bunları bize kendimizi daha güçlü hissettirdiği için seviyor olabilir miyiz?
İçimizde yarattığı agresiflik de cabası! Looney Tunes dünyasının en meşhur karakterlerinden Elmyra Duff’ı bilirsiniz. Hani şu hayvanları çok seven, severken de onları mıncık mıncık mıncıklayan, “seni seveceğim, sıkacağım, bir kafese kapatıp ömür boyu saklayacağım” diyen çizgi kahraman. Birbirinden sevimli tavşanlara, sincaplara karşı koyamıyor, onlara sarılırken sevgisini ‘birazcık’ abartıyordu. İşte her şeyin aşırısının bazen ölümcül olabileceğinin kanıtı. Eminim çoğu kişinin kendini bazen böyle durumlarda bulduğu oluyordur. Kendinize sorun, bir köpek yavrusu gördüğünüzde ona karşı kayıtsız mı kalıyorsunuz, zarifçe başını okşayıp geçiyor musunuz, yoksa “sen kimsiiiin, senin adın neee, nereden çıktın sennn” diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Ya da tatlı bir bebeği severken ağzınızdan çıkan ilk kelimeler “seni yerim, parçalarım, ısırırım” mı oluyor? Uzun lafın kısası içinizdeki Elmyra ne denli kontrol altında? Eğer cevaptan emin değilseniz, 2015 yılında “sevimlilik hırçınlığı” kavramıyla ilgili akademik araştırma yapan Oriana Aragon’a da kulak verebilirsiniz: “Sevimlilik hırçınlığı genelde bebeklerle iletişimimizde ortaya çıkar ve mutlu olmamıza rağmen kızgın görünürüz. Örneğin dişlerimizi sıkar, bebeklerin kollarını kilitler, yanaklarını sıkıştırıp, ‘seni yemek istiyorum!’ gibi laflar ederiz. Bu, yüzeysel de olsa saldırgan bir tutumdur ve içimizde zarar verme isteği olmamasına rağmen dişlerimizi sıkmamıza sebep olur. Hatta sevimlilik hırçınlığı bazı dillerde kelime olarak da karşılık bulur. Filipinlerde, gigil kelimesi ‘dişlerini sıkmak ve dayanılmaz derecede şirin bir canlıyı sıkıştırmak arzusu’ anlamına gelir. Agresifliğin hiçbir türlüsü iyi değil!”
Sevimlilik kavramından bahsetmişken Japonya’yı anmadan olmaz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem kendi içinde hem de dış politikalarda barışçıl ve tehditkar olmayan bir imaj çizmek isteyen Japonya’da, sevimli anlamına gelen kawaii ifadesinin popüler kültürdeki yükselişi, aslında tüm dünyaya yayılan sevimlilik dalgasının kaynağı olarak da nitelendirilebilir. Kawaii fenomenlerinin başında ise Pokemonlar, tepeden tırnağa pembelere morlara bürünen Harajuku
kızları, çağdaş sanatçı Takashi Murakami’nin gülen çiçekleri ve elbette yine Hello Kitty geliyor. Simon May’e göre yaşam stillerimizi etkisi altına alan sevimlilik akımı kolay kolay sona ermeyecek. Hatta Doğu Asya’da Japonya’nın tekelinden çıkıp Çin, Kore ve Singapur’da da güçlenecek. Peki siz tüm bunları duyduktan sonra sevimli varlıklara nasıl yaklaşacaksınız?