Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Gerçek ne, sahte ne? Buraya varmak, bu sorunun yanıtını daha da zorlaştırıyor belki de... Papua Yeni Gine’nin doğusundaki kabile köylerini ve mercanlarla çevrili sahilleri gezerek geçen eşsiz bir hafta bu.
Fotoğraf: Christopher Churchill
Kayıkların kendisini görmeden önce seslerini duyuyoruz. Ahşap küreklerin hafif vuruşu, sandalların hayalet gibi kayarcasına ilerleyişi, hız motorumuz durgun suda yavaşladığı sırada bağrışarak uçuşan kuşlar... Oğlum Jack endişeli, dar bir halice girdiğimizde ellerini farkında olmadan yumruk yapmasından anlıyorum.
Papua Yeni Gine’nin doğusundaki Tufi yağmur ormanlarından yükselen nem, Solomon Denizi’ne doğru uzanan ince kara parçalarını ıslatıyor. Bu sahil bölgesindeki ria da denilen fiyortlar, haliçlerin birinin arka planında yükselen Trafalgar Dağı gibi volkanlardan akan lavlarla oluşmuş. Dar koyakların hepsi, kayalardan aşağı ay beyazı kumlara doğru sarkan incir ağaçları, bağlar ve orkidelerle kaplı. Kazıklar üzerinde oturan ev, göğe yükselen mavi bir duman gibi yerleşime dair tek tük izler var ama yolu olmayan bu küçük köyler, denize inen patikalar ağı haricinde dışarıya kapalı.
Fotoğraf: Christopher Churchill
Bir süre sonra fiyordun karanlık çatalında üç kayık beliriyor. Kürek çeken yöre sakini Korafe asıllı kadınların üzerinde okra rengine boyanmış tapa ağacı kumaşından etekler, boyunlarında çiçekler ve deniz kabukları, yüzlerinde siyah dövmeler var. Kız kardeşim, ortak bir arkadaşımız, onların 11 ve 12 yaşlarındaki oğullarını da içeren grubumuzla, ahşap kayıklara binip kabilenin atalık ormanlarının içlerine gitmek için bizim motora yanaşıyorlar. Su aşırı sığlaşınca balçığa ayak basıyoruz ve siyah-beyaza boyalı karabasanvari yüzlerinde garip bir sırıtma ifadesi olan iki adam tarafından karşılanıyoruz. Davulların sesini izleyerek ulaştığımız palmiye korusunda tüylü başlıklar takmış erkekler dans ediyor. Göz alıcı çiçekler ve hindistancevizi kabuklarından yapılma taçlar takmış küçük kızlar kalabalığın içinde koşturuyor.
Fotoğraf: Christopher Churchill
Bizim çocukların tepkisini izliyorum. Onlara katılamayacak kadar utangaçlar ama büyülenmiş hatta ürkmüş durumdalar. “Gerçek mi bu?” diye fısıldıyor Jack. Sorduğu soruyu düşünüyorum. Günümüz turizminde gerçek ile sahte olanı birbirinden ayırmak zor. Fransız Polinezya’sındaki ve Hawaii’deki otel lobilerinde bize sunulan bayatlamış Ori Tahiti ya da hula danslarına benzemiyor. Bileklerime kadar çamura batmış haldeyim. Dans edenlerden birinin kolundaki iltihaplı yara çuval bezine sarılmış. Meyveli kokteyller ile değil, muz kabuğunda servis yapılan yapışkanlı, haşlanmış palmiye özü sago ile karşılanıyoruz. Sing-sing adı verilen bu törenler, 1900’lerin başında ve ortalarında, savaş halindeki kabileler arasında barışçıl ilişkileri özendirmek amacıyla Avrupalı sömürgecilerin teşvikiyle başlamış. 1970’lere gelindiğinde, civardaki otellerden birinde kalan bizler için hazırlanan bu izlediğimiz gösteride de olduğu gibi ticarete dönüşmüşler. Korafeler, İskoçların Hogmanay için kilt giymesi gibi, domuz boynuzu, papağan telekleri ve devekuşu tüylerinden yapılmış otantik tören giysileri giyiyorlar. Buraya son gelişimde, evinin çatı kirişlerinde sakladığı 100 yıllık aile yadigarı tacını kağıt yumağından çıkaran kabile üyesi bir adam görmüştüm. Yine çok eski bir turist yaklaşımıyla, başlığı satın alıp alamayacağımı soracakken kendimi tutmuştum. Densizlik olurdu. O adam kültürünü satmıyor, sadece paylaşıyordu.
Yolculuk yaptığım tüm yerlerle kıyaslandığında, Papua Yeni Gine’nin sunduğu saf deneyim, kapsayıcılığıyla heyecan verici olduğu kadar, ilişkilerdeki kaçınılmaz sömürgecilik imlemesiyle bir o kadar da sorunlu. Ülkeyi gerek güzellikleri -geçen yüzyılın Avrupalı şapkacıları Yeni Gine’nin rengarenk kuşlarının 80 bin tanesini her yıl çekip alıyordu- gerekse tehlikeleriyle egzotikleştirmek çok kolay. 1950’lerde, hatta daha bile sonrasında kafa avcılarının varlığından bahsediliyordu. (Ayrıca, 1961 yılında Yeni Gine’nin batı kesiminde sırra kadem basan Michael Rockefeller ve geçen yıl randevusuna gelmeyince helikopterle kurtarılan İngiliz kaşif Benedict Allen gibi maceraperestlerin kamuoyunda yankı bulan kaybolma öyküleri de var.)
Fotoğraf: Christopher Churchill
Papua Yeni Gine’nin güzellik ve tehlike içeren çekimi, buraya birbirinden farklı iki seyahat yapmama neden olmuştu. Beş yıl önceki ilk gelişimde Sepik Nehri’nde 200 kilometrelik bir yolculuk yapmış, yerliler arasındaki kanlı bir tartışmaya şahitlik ettiğim Insect kabilesi köyünü ve ardından, büyük değer verdikleri timsaha benzemek için erkeklerin törenle bedenlerinde kesikler açtığı Kaningara kabilesini ziyaret etmiştim. Adrenalin dalgası, aklımda yer eden büyü ve tören, adamların sırtındaki dövmeler kadar kalıcıydı. İki yıl ardından, güvertesinde helikopteri de olan 36 kişilik bir süper yatla mavi koyları gezmiş, Pasifik savaşından kalma batıklara dalmış ve bizi gördüklerine gönülden sevinen ücra köşelerdeki küçük yerleşimlere gitmiştik. Bu sefer ailece yolculuk yaptığımız için, doğu kıyısında yaşayan sakin denizci halklar arasında geçen, küçük otellerde kalınıp yerli kayıklarıyla gezilen, kara merkezli ve görece ucuz bir tatilde karar kıldım. Kendimizi tehlikeye atmadığımız ama bir parça tecrit ve rahatsızlık da içeren –ki bu yolculuğun ufuk açan kısmı– gerçek bir macera peşindeyim. Asıl istediğim şeyse, göründüğü kadar vahşi olmayan bir yerde oğlumun özgürlüğünü yaşaması.
Fotoğraf: Christopher Churchill
Batı tarafı Endonezya’ya ait olan Yeni Gine adasının doğu kesiminde yer alan Papua Yeni Gine’ye dair en büyük yanılgılardan biri, savaş halindeki ilkel kabilelerin yaşadığı bir yer olduğu inancı. 1975’te Avustralya’dan bağımsızlığını kazanan Papua Yeni Gine’nin çeşitli sosyal grupları, zamanla tecritten kurtulup başkent Port Moresby’de seçimle işbaşına gelen bir demokrasi kurdular ve yanı sıra ham petrol, altın, kakao ve kahve alanında hızla kaynak geliştirme yoluna gittiler. ExxonMobil 2014’te burada 19 milyar dolarlık bir doğal gaz rafinerisi kurdu; Bougainville adasındaki bir maden ise dünyanın en büyük bakır rezervlerinden birine sahip. Buna rağmen zenginlik belirli bölgelerde toplanıyor ve nüfusun yüzde 87’si kırsal kesimde yaşıyor. Dünya fakirlik indeksinin en alt sıralarında yer alan Papua Yeni Gine, Sudan’ın ardında seyrediyor, Djibouti’yi yakalamaya çalışıyor. Sağlık hizmetleri yetersiz, elektrik genelde yok. Altyapı yetersizliği modernleşmeye engel oluyor: Papua Yeni Gine sahillerini adanın dağlık iç kesimlerine bağlayan yol yok, sakinlerinin çoğu araba sesinden çok helikopter sesine alışık ve birbirinden 10 kilometre uzakta yaşayan kabileler bile farklı dil konuşuyor (dünyada konuşulan 7 bin dilden 860’ı burada). Ancak tecrit durumdaki bu bölgeler, turizm etkisiyle bozulmamış dev bir coğrafya anlamına geliyor.
Fotoğraf: Christopher Churchill
İlk önce Port Moresby’ye bir saatlik mesafedeki, küçük bir yüzme havuzu da olan klasik Avustralya tatil mekanı Tufi Resort’a uçuyoruz. Menü olmadığı gibi, ızgara balık ve pilav gibi basit ama taze yiyeceklerden şikayet eden de yok. En iyi bungalovlar, kazıklar üzerinde yükseldiğinden çocuk, balık ve meyve taşıyan kayıkların gelip geçtiği Tufi fiyordu manzarasına sahip olanlar. İki günümüzü şelale peşinde koşarak ve kunai otu tarlalarında yürüyüş yaparak geçiriyoruz. Ay döngüsüne göre şnorkelle dalmak için iyi bir zaman değil. Deniz, geçen gelişimden hatırladığım mercan bombalarını ve kaleydoskop gibi deniziğnesi balıklarını görmemizi engelleyecek kadar bulanık. Ama sorun yok. Bizim oğlanlar kumsalda el büyüklüğünde nautilus kabukları topluyor ve boş bir öğleden sonrasının büyük bölümünü buralı çocuklara katılarak ve aynı dili konuşmayan çocukların yapacağı gibi denizin sığlık yerinde taklalar atıp suya dalarak geçiriyorlar.
Fotoğraf: Christopher Churchill
Bir gün oğlumu kaybediyorum. Tufi bölgesi üzerine yazan İskandinav tarihçi Jan Hasselberg ile birlikte bir köyden aşağı doğru yürüyoruz. Boğucu nem yüzünden zorlandığım için, oğlanlar şekerkamışı tarlalarının ve kadınların pandan yapraklarından kilim ördüğü kazıklar üzerine kurulmuş evlerin yanından ilerleyerek önden gidiyorlar. Onlara yetiştiğimde, Jack’i dövmeli yaşlıca bir kadının yanında buluyorum. Kadın, sahil ile köy arasında meyveden balığa her şeyi taşıdığı çantayı kafasından indirmiş. Çantadaki hindistancevizi ve taroyu gösterirken gülümsediğinde, betel cevizinden kıpkırmızı olmuş dişleri görünüyor. Jack’in ilgisini çekiyor ama daha sonra bana kan olabileceğinden korktuğunu söylüyor.
Ardından uçtuğumuz, East New Britain’daki Kokopo Beach Bungalow Resort geride bıraktığımız Tufi’nin daha büyük bir versiyonu. Sade bungalovlar, yine içki yudumlanacak bir bar var ama ıstakozdan yerel meyvelerle tatlandırılmış körili balığa kadar tüm yemekler çok daha lezzetli. Ana terastan görülen manzara, hilal biçimli körfezin diğer tarafından tehditkar profilini gösteren Rabaul’daki yanardağa bakıyor.
Fotoğraf: Christopher Churchill
Yanardağ coğrafyayı başka biçimlerde de şekillendirmiş. 19 Eylül 1994 sabahı iki bacada yaşanan patlama, Rabaul kasabasını dört metre kül altında bırakmış. “Bir gece öncesinde kuşların sesinden babam neler olacağını anlamıştı” diyor rehberimiz Lawrence Estevez. “Patlamaya üç saat kala bizi tahliye etti.” Yanardağ gözlem yerine yaptığımız ziyaret sırasında, oğlanlar bilgisayarların ekranlarında bip sesi eşliğinde hareket eden sismik aktiviteyi izliyorlar ve kaynar kırmızı derelerin kıyısında dikkatle duruyorlar. Terk edilmiş kasabadan arabayla geçtiğimiz sırada Estevez bize hayalet kenti anlatıyor: “Sol tarafta dokuz çukurlu bir golf sahası vardı. Çin mahallesi sağdaydı. Kasaba ile birlikte tarihi de büyük oranda yok olmuş. Rabaul’un koyu, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Pasifik savaşlarında en hareketli limanlardan biriydi. Japonların eline geçmiş ve müttefiklerin attığı 20 bin 500 ton Berlin’e atılandan fazlaydı) bomba yüzünden yeraltına çekilmeye zorlanana kadar onların elinde kalmıştı. Oğlanlar, Filipinli bir savaş tutsağının torunu olan Estevez’in, işkence gören, asılan ve canlı canlı gömülen tutsaklara dair anlattığı öyküleri dinliyorlar. Beton tavanına Amiral Yamamoto’nun savaş planlarını çizdiği sığınağı geziyor ve savaş tutsaklarının kazdığı, şimdilerde örümcek ağlarıyla kaplı 400 kilometrelik yeraltı mağaralarında cep fenerinin ışığında yürüyoruz. Palmiye ağaçları, bir Betty bomba uçağının çarpık enkazından, Flaman tarlalarında açan gelincikler gibi fışkırmış.
Estevez’in büyükannesi, nadir görülür anasoylu halkı nedeniyle özellikle ziyaret etmek istediğim Bismarck açıklarındaki Trobriand takım adalarından. Ancak Trobriand’ların pisti ufak bir seçim sorunu yüzünden kazılmış olduğu için, oraya gitmek yerine Koko Kumsalı’ndan sürat motoruyla 45 dakika mesafedeki Duke of York adalarına gidiyor, burada yaşayan Karawara halkıyla iki gece geçiriyoruz. 1900’lerin başlarında, A Carefree Future/Tasasız Gelecek adlı pek bilinmeyen bir manifesto yazan August Engelhardt, bu takımadalarda çıplak gezen 15 Avrupalı vejetaryenden oluşan bir güneşe tapanlar kolonisi kurmuştu. Engelhardt, türümüzün hindistanceviziyle beslenerek yaşayabileceğine inanıyordu ki, onu sonuçta bu inanç öldürmüş olabilir. Uzun bir öğle yemeğinde bize eşlik eden Karawaralar, Avrupalı çılgın bir adam hakkında akrabalarının anlattığı hikayeleri anımsıyor. Şöleni hazırlayan kadınlar, kızarmış balık ve hindistancevizinde pişirilmiş tatlı patatesten oluşan yemekte bir araya gelerek kabile anlaşmazlıklarından, kilisenin Hıristiyan öğretileriyle yerel kabul törenleri arasındaki çelişkilerden ve doktor olmayan yerleşimde sıtma sorunlarından bahsediyorlar. Acil bir şekilde gelir yaratmaya çalışan Karawaraların umudu yeni bir turizm inisiyatifi: Engelhardt’ın bahçe adası Kabakon’da aile yanında konaklama olanağı veren basit bir program. Program, yöredeki geleneksel yaşama tam katılım sağlıyor ama yerleşimin bazı üyeleri sing sing’leri Hıristiyanlığa aykırı ve geriletici görüp turistleri uzak tutmayı tercih ettiğinden bir yandan da tartışmalı. Oradaki varlığımızın rahatsız edici olabileceğinden endişe duymama rağmen, bize samimiyetle kucak açıyorlar.
Fotoğraf: Christopher Churchill
Oğlanlar kendilerine farklı arkadaşlar ediniyorlar. Oğlumun arkadaşının tek gözü kör ve bulut kaplamış gibi beyaz. Kendine güveni artan Jack, eliyle muz kabuğundan buharda pişirilmiş taro yiyor ve köylülerle birlikte uzun bir ipin ucundan denize atlıyor. Bir öğretmen, savaş sırasında Japonların tam da böyle bir ağaçtan adalıları sallandırdığını söylüyor. Oğlum bu öyküyü daha sonra yatağa girdiğimizde gündeme getirerek, bir dönem İtalya’da savaş tutsağı olarak kalmış İngiliz asıllı büyük dedesinin durumunun Yeni Ginelilerden daha mı kötü olduğunu soruyor. Dehşetin birbiriyle karşılaştırılamayacağını anlatmaya çalışırken, tarihin bizlere nasıl kendi “kabilemize” uygun olarak öğretildiğine dair bir açıklama yapmak durumunda kalıyorum. İngiltere’de okuduğum okulda, Gül Savaşları’nın tüm ayrıntısını öğrenirken, Amerika İç Savaşı’na şöyle bir değinmiş, Nazi soykırımı hakkında epey bilgi alırken Pasifik savaşındaki Papua Yeni Gine’yi es geçmiştik. “Beni evde eğitmen lazım anne” diyor Jack. “Beni tüm gezilerine götür.”
Fotoğraf: Christopher Churchill
Son gecemizde, Baining kabilesinin Kokopo’daki kumsalda yaptığı ateş dansını izliyoruz. Uzun yontu maskeler takmış erkekler davullar eşliğinde dans ediyor, büyük bir kamp ateşini çıplak ayaklarıyla söndürmek için alevlerin içinden atlıyor. Arkamızda yükselen yanardağı sakinleştirmeyi amaçlayan bir tören bu. İki saat boyunca kıvılcımlar öyle bir uçuşuyor ki, neyin ateş neyin kayan yıldız olduğunun ayırdına varmak zorlaşıyor. Gerçek ne, sahte ne? Buraya gelerek bu sorunun yanıtını daha da zorlaştırdığımı, Papua Yeni Gine’nin kimlik değişimini hızlandırdığımı düşünüyorum. Turizm geleneksel yaşam biçimini ticarileştiriyor olabilir ama bir taraftan da kültürel gururu besliyor ve kayıp gelenekleri güçlendiriyor. Tamamen kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Önemli olan farkındalık. Oğlumun, geri döndüğümüzde beraberinde en azından bunu götürmesini umuyorum.