Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Bir zamanların uygarlık kavşağı bu Orta Asya ülkesinin çinili şehirleri ve engin çölleri, geçmiş ile gelecek arasındaki duruşuyla nefes kesici.
Semerkant’taki 14. yüzyıl Şahi Zinde mezarlığı hükümdar Timur tarafından inşa edilmiş.
Özbekistan’ın başkenti Taşkent’i dolaşarak geçirdiğim bir gününün akşamı, sakin bir ara sokaktaki Tarona lokantasına girdiğimde içimde giderek artan bir huzursuzluk var. Rehberim Aziz Rahmetov eşliğinde turkuaz kubbeli camileri ve Çorsu Pazarı’nı gezerek güzel bir gün geçirdim. Ancak belli belirsiz hissettiğim gerginlik, restoranın kurmaca duran şirin atmosferinde iyice netleşiyor. İpek nakışlı örtüler, çaydanlıklar ve toprak vazoların dizildiği raflar, yüksek tavanlı mekanın yalancı mermer duvarlarını süslüyor. Bizim dışımızdaki tek müşteriler, saçları bir rock yıldızı gibi katlı kesilmiş rehberleri eşliğinde uzun bir masada oturan Almanlar. Bir turist tuzağına mı düşürüldük? Belki her şeyi bırakıp kaçmam lazım diye düşünüyorum, kendi yolumu kendim çizmeliyim.
Aziz, birdenbire aşırı bir coşkuya kapılıyor. Restoranın arka tarafında yemek yiyen dalgalı beyaz saçlı, bıyıkları saçıyla aynı renk bir adamı gösteriyor heyecanla. “Bizim en ünlü müzisyenlerimizden biri, Özbekistan’ın Beatles’i sayılan Yalla’nın üyelerinden!” diye neredeyse bağırarak konuşuyor ve saygılarını sunmak üzere hevesle adamın yanına doğru koşturuyor.
Taze domates salatalarımızı yemeğe başladığımızda, müzisyen İbrahim Aliyev salonun ön tarafında coşkuyla şarkı söylüyor. Dizüstü bilgisayarından düğün salonu müziği kalitesinde neşeli bir fon yükselirken, alametifarikası kayrok ile karmaşık bir ritim çalıyor. Oval biçimli düz taştan yapılma Orta Asya’ya özgü müzik aletinin sesi, madeni kastanyeti anımsatıyor. Bu gösteriyi Aziz’in ayarladığından şüphelensem de birkaç dakika sonra hiç önemi kalmıyor. Restorandaki herkes gibi ben de yerimden kalkmış dans ediyorum. Aliyev’in bize öncülük eden kız kardeşi, baştan aşağı turuncu ve kırmızı giysileri, arkadan bantlı beyaz dolgu topuk pabuçları ve kabarık siyah saçlarıyla 1962 Kodachrome filmle çekilmiş bir fotoğrafından fırlamış izlenimi veriyor. Yabancılara öğrettiği hareketler arasında tüm bedenin salınması ve bu sırada kolların zarif bir şekilde açılarak yukarı kaldırılması da var. Özbek ve Sovyet tarzı 80’ler pop rock stili bu neşeli müzik bulaşıcı. Şarkı arasında, “Büyülü bir enstrüman bu. Tüm dünyada insanları çılgına çeviriyor” diye açıklama yapıyor Aliyev’in kız kardeşi.
Buhara’daki Tim Abdullah Han İpek Merkezi’nde top oynayan çocuklar
Özbekistan’a gelmeden önce, restoranlarda –daha sonra sokaklarda ve çöldeki bir yurtta–dans edip etmeyeceğimi sorsalar cevabım, “Hayır, neden ki?” olurdu. Ancak şu anda nefesim kesilmiş ve kulaklarım uğuldar halde, yabancı bir yerin bazen sizi yaşadığınız yerde asla yapmayacağınız tarzda hareket etmeye iten, anlaşılmaz ve şaşırtıcı gücünü anımsıyorum.
Özbekistan olabildiğince yabancı. Yıllar içinde burası hakkında sınırlı denebilecek birkaç izlenim edinmiştim. 1990’ların başlarında, Rusça öğretmenim Taşkentliydi ve buranın zor şartlarından kurtulduğu için hayatından memnundu. Daha sonraları, ikat (göz karıştırıcı zigzag boyanmış kumaş) ve suzani (geometrik ve doğa desenli ipek nakışlı kumaş) gibi Özbek dokumalarına karşı ilgi duymaya başlamıştım. Ancak bunlar ülkenin bütünsel bir portresini çizmeye yetmiyordu.
“Nerede bu yer?” diye sormuştu arkadaşlarım. Türkiye’nin doğusunda ve az kuzeyinde, Hazar Denizi’nin öte yanında, SSCB’yi oluşturan diğer Orta Asya cumhuriyetleri –sol üstten saat yönünde; Kazak, Kırgız, Tacik ve Türkmen– “İstan”lar tarafından dört bir yanı çevrilmiş, güneyde Afganistan ile kısa bir sınırı var. Hazırlıklarım hızlandıkça onlara daha fazla bilgi verir hale gelmiştim. Otuz iki milyonla İstan’ların en kalabalık nüfuslusu, yüzde 80 Müslüman ve en azından ismen bir demokrasi. Büyük oranda yarı kurak çöller ve steplerden oluşan ülkede dağlar, bereketli vadiler, göller ve büyük nehirler de var.
Kızıl Ordu’nun geçişinden sonra, Orta Asya’nın her yerinde olduğu gibi sınırları Stalin tarafından gelişigüzel çizilen ve sonra da Demir Perde ardına gizlenen Özbekistan, Batı’da pek fazla bilinmeyen bir yer olarak kaldı. Ancak adı veya biçimi ne olursa olsun, bu bölgenin binlerce yıllık bir tarihi var: Büyük İskender tarafından fethedildi; Cengiz Han tarafından önce terörize edilip ardından yönetildi; İpek Yolu’nun merkezinde bulunduğu için Çin ile Roma arasında kağıt cam, barut ve tarçından av köpeği, bal ve köleye kadar –elbette fikirleri ve dini de unutmamak gerekir– her şeyi taşıyan deve kervanlarına ev sahipliği ettiği ve onlarla ticaret yaptığı için zenginleşti. Binbir Gece Masalları’nın yazarı, Şehrazat’ın öykülerini anlatmak ve Alaaddin’e büyülü lambasını buldurmak için yer olarak Özbekistan’ın Semerkant şehrini seçmişti. Sekizinci yüzyılda İslam’ın buraya ulaşmasının, Moğolların gelip gitmesinin ardından, 14. yüzyılda halifelik ve emirlik olarak adlandırılan İslami krallıklardan oluşan büyük bir imparatorluk haline geldi. Sonrasında 67 yıl boyunca Sovyet yönetimi altında kaldı ve 1991’de bağımsızlığına kavuştu. Ancak Sovyet etkisi sadece müzikte ve zevksiz kent mimarisinde değil, vize başvurusu sırasında kalacağınız yerleri belirtmek ve geceyi otelde geçirdiğinize dair makbuz almak gibi resmi zorunluluklar olarak da kendini gösteriyor. Ayrıca, ülkeye giden yabancıların neden hep aynı güzergahı takip ettiğini de açıklıyor.
Semerkant’taki Bibi Hanım camii
İki gün sonra, bir sabah vakti kendimi bulduğum 2 bin 500 yıllık Buhara kenti, Rusların uğramadan geçtiği bir yer duygusu veriyor. Cengiz Han’ın üç yüzyıl önce yıkıp 300 bin erkeği katlettiği eski caminin yerinde, 16. yüzyılda inşa edilen çini bezeli büyük cami Kalon’un önünde oğlan çocukları bendir alıştırması yapıyor. Taşkent’ten Buhara’ya modern bir trenle dört saat gibi kısa bir sürede ulaşıp İpek ve Baharat Festivaline yetişiyoruz. İsmi, kentin her tarafına asılan İngilizce pankartlarla duyurulmuş olmasına rağmen, Ark Kalesi’nin önündeki meydana doğru yürüdüğümüzde turistleri değil ülkenin dört bir yanından gelen binlerce Özbek buluyoruz. Bölgeye uygun olarak, her renkten ve ikat baskılı kumaştan sırma ve kadife biyeli giysiler, tunikler, uzun etekler, ceket ve bol pantolonlar var üzerlerinde. Başlıkları, doppi denilen takkelerden bana pastayı anımsatan yüksek ve yuvarlak şapkalara kadar çeşitlilik gösteriyor. İnsan biçimli dev kuklalar ve en az bir adet inatçı Baktriya devesiyle –İÖ 6. yüzyılda Baktriya olarak bilinen bu bölgeye özgü iki hörgüçlü deve– birlikte geçide katılanların bazıları dans edip şarkı söylüyor. Sayıları izleyicilerden daha fazla olan katılımcılar, çok da uzak olmayan bir geçmişte baskılanan gelenekleri yeniden canlandırırken, havada eğlence duygusu hakim.
Son derece modern Café Wishbone’da buzlu bir kahvenin ve yerel gazeteyle yaptığım söyleşi ve fotoğraf çekiminin ardından (anlaşılıyor ki Batılı bir turist olarak dikkat çekici ve sıra dışıyım), ortaçağdan kalma enfes serinlikte harman tuğlasından kubbelerin altında kalmaya dikkat ederek tarihi şehirde dolaşmaya çıkıyorum. Sokaklar ve pazarlar, dört bir yana dağılmış çalıp oynayan gruplarla dolu. Kibar ama ısrarcı bir şekilde tekrar tekrar dans etmeye davet ediliyorum. Döne döne bir kişiden diğerine savrulurken iki jest öğreniyorum: Kalbime giden yol (sol kolun üst kısmına üç kez hafifçe vurup havaya atma hareketi yapmak) ve kalbim yerinden çıkıyor (birbirine geçirilen işaret parmaklarını göğsün önünde dalgalandırarak hareket ettirmek).
Semerkant’taki Şahı Zinde mezarlığı
Doktorasını burada yapan bir arkadaşımın arkadaşı Özbeklerin konuksever insanlar olduğunu söylemişti gerçi. Ancak İngilizcede basmakalıp bir terim olduğu için tam olarak ne anlama geldiğinden pek emin değildim. Oysa buraya ayak bastığım andan itibaren mükemmel karşılanıyorum, benimseniyorum ve evlere davet ediliyorum. Böylesine gergin bir dönemde, Müslüman bir ülkede seyahat eden Amerikalı olarak bu tür sıcak bir ilgi göreceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Kendimi Orta Doğu, Doğu Avrupa ve Çin tınılı müziğe uyarak dans ederken, gülerken buluyorum. Ne de olsa burası dünyanın kavşağı.
Hiç beklemediğim bir başka şey, Buhara ve Taşkent’te karşıma çıkan giyim tarzları. Yanıma birkaç tane uzun etek ve uzun kollu bluz almıştım ama burada istediğim şeyi giyebileceğimi keşfediyorum. Bir grup üniversite öğrencisi kızın üzerinde tişört, denim ve beyzbol şapka var. Taşkent’teki Çorsu Pazarı’nda gördüğüm kadın pazarcıların çoğu, tepe topuzlarına I Dream of Jeannie stilinde incecik eşarplar iliştirmiş ve bele oturan uzun pamuklu elbiseler giymiş. Çok fazla kısa etek yok ama tek bir burka da yok. Sovyetler burkayı yasaklamış.
Aziz’in söylediğine göre, köktenci bir hareketten çekinen yönetim, sadece yaşlı erkeklerin sakal uzatmasına izin veriyor. Polisin, sakal-bıyığı olan genç erkekleri sokakta sorguya çektiği biliniyor ki, bu da yetkeciliğin inkar edilemez göstergelerinden biri. Müslümanların sadece yüzde 17’sinin dini şartları yerine getiriyor olmasının da etkisiyle, en azından benim bulunduğum yerlerde, Batı basınında sıklıkla bahsedilenden daha rahat ve seküler bir İslam tarzı göze çarpıyor. Farklı dinlerin bir arada yaşadığı bir geçmiş var burada. Aziz, birçok cami ve medresenin çini işlerinde Hristiyan haçlarını ve Yahudi yıldızlarını gösteriyor bana. Vasco da Gama’nın denizden bir güzergah keşfetmesinden sonra bile, üç büyük dinin İpek Yolu boyunca birbirlerine saygı göstermeyi sürdürdüğü eski dönemleri yansıtıyorlar.
Öğleden sonra, yüksek tavanlı serin kapalı çarşılarda zanaatkarları ziyaret ediyoruz. Dokuma tezgahının başındaki Resul Mirzaahmetov, dokumacılık üzerine yazdığı iki kitabının UNESCO ödeneğiyle desteklendiğini söylüyor ve ikatlarından birini Oscar de la Renta’nın 2008’deki bir koleksiyonunda kullandığını açıklıyor. Tüm boyaları nar, boya kökü, soğan, safran ve cevizden doğal yapılmış. Talebi karşılamak için sentetik boya kullanma baskısı yaşayıp yaşamadığını sorduğumda şaşırarak, “Biz fabrika değiliz. Biz atölyeyiz” diyor.
İster ocakta bıçak ve makasların dövüldüğü demirci işliğinde, ister gergefte rengarenk desenler işleyen bir suzani ustasının dükkanında, sanatçıların küçük fırçalarla çalıştığı minyatür atölyesinde ya da bir seramikçinin tezgahında olsun, ustalar tekrar tekrar ve neredeyse özür dileyerek ailesinin çok uzun değil sadece “altı kuşaktır” bu işi yaptığını söylediğinde elimde olmayarak gülümsüyorum. Benim ülkemde her şeyin ne kadar hızlı değiştiğini bir bilseniz diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Zanaata, kendini önemsemeden böyle bir bağlılık duymanın, Batı’da son zamanlarda moda haline gelen zanaatkarlıktan çok farklı olduğunu anlıyorum. Buradaki yaratıcı insanlarda doğal bir alçakgönüllülük ve hatta dünyevi bir sıradanlık, tasarımlarına ve detaya yaklaşımlarında ise yaptıkları işin olağandışılığına aldırış etmeyen bir yön var.
Ancak bu demek değil ki, canlı renklere boyanmış tabakları ve kaseleriyle çevrelenmiş Abdullah Narzullayev, mesleğini, Hillary Clinton’ı seramik dükkanında gösteren bir kareyle tanıtan broşürü elime tutuşturmasın. Yine de ona daha ilginç gelen şey, kadınların geleneksel olarak sadece desen işini yapmasına karşın, dört yaşındaki kız torununun inatla tornada çalışmak istemesi. New York Times’da aile mesleği hakkında çıkan yazıyı çerçeveleten demirci Salimcan İkramov, titanyumu Şam çeliğiyle karşılaştırmaktan ve yedi yaşındaki erkek torununa okul sonrasında çıraklık yaptırdığını anlatmaktan hoşlanıyor. Birbiri ardına gezdiğim dükkanlarda karşıma çıkan yaratıcılık sarhoş edici bir etki yaratıyor bende. Ya da belki arındırıcı bir etki bu, ülkemdeki mega mağazaları dolduran anlamsız kiç ürünlere karşı bir panzehir.
Semerkant’ın turkuaz kubbeleri
Buhara, tarihi kentin gölgeli sokaklarına hakim müzik ve zanaatkarlarıyla dikkat çekerken, 2011’de İspanya’dan ithal edilen Efrasiyab ekspres treniyle üç saatte ulaştığımız Semerkant, ağaçlıklı geniş caddelerindeki beton ve cam binalarıyla ilk bakışta şahsiyetsiz duruyor. Şehir en az 2 bin 500 yıllık ama ancak gün batımında Registan’a gittiğimizde tarih yüzünü göstermeye başlıyor. Destansı boyutta ve güzellikteki Registan meydanının (“Kumlu Yer” anlamına geliyor) üç tarafı, 15. ve 17. yüzyıllarda inşa edilen, zarif çinilerle bezeli dev medreselerle kuşatılmış. Daha önce meydanda zanaatkarlar, fermanlar, idamlar ve kum varmış.
İnanılmaz boyutlarda ve detayda antik mimarinin yanı sıra kentin bir başka tanımlayıcı özelliği de öyküleri: Sadece Şehrazat ve Alaaddin’in hayali hikayeleri değil, gerçekler üzerine kurulmuş öyküler bunlar. Delhi’den Konstantinapol’e kadar uzanan bir imparatorluk kuran 14. yüzyılda yaşamış hükümdar Timur çevresinde dönüyor çoğu. Anne tarafından Cengiz Han’ın soyundan geliyor, onun soyunu sürdürenler İslamiyet’i güneye ve batıya taşıyarak Hindistan’daki Babür imparatorluğunu kurmuş ve daha sonra Tac Mahal’ı inşa etmiş. Buna rağmen adını daha önce hiç duymamıştım.
Timur ilginç bir zıtlık örneği benim için. Milyonlarca kişinin katledilmesinden sorumlu olmasına rağmen iyi bir satranç oyuncusu ve mimari tutkunuymuş, çok dil konuşurmuş. Bir zamanlar imparatorluğunda yer alan parlak mavi ve turkuaz camilerin ve anıt mezarların yanından geçtiğimiz sırada, Aziz, hükümdarın hayatı hakkında öyküler anlatıyor. Bibi Hanım camii de bunlardan biri. Çocuğu olmayan bu Çinli prenses, 18 karısı içinde Timur’un gözdesiymiş. Onun için yaptırdığı bu caminin inşaatı, İranlı mimarın prensese aşık olması yüzünden aksamış. Hatta muhtemelen, mimar bir kuleden aşağı atılmış. Aziz, “Hala bunun dedikodusunu yapıyoruz” diye açıklıyor durumu. Timur herkesin bildiği bir isim olmayı sürdürüyor ve bizi çevreleyen tarih, modern zamanların üzerine bir sis perdesi gibi iniyor.
O akşam yemek için kent sakinlerinden birinin evine gidiyoruz. Bir önceki gece gittiğimiz aşırı klimalı ve aynalı restorana itiraz edip yerel yiyecekler ve atmosfer istediğimi söylediğimde, şoförümüz Hero burayı öneriyor. Birisinin mutfağında oturmak ve ekonomik sıkıntı içindeki kimseler tarafından hizmet görmek fikri beni biraz endişelendiriyor. Oysa meyveleri olgunlaşmış bir kiraz ağacının bulunduğu yemyeşil bir bahçeye giriyoruz. Salatalar, taze meyveler, kızartılmış antreler, yemişler ve yeşil çayla donatılmış bir sofra kurulmuş. Her şey, hemen her yemekte karşımıza çıkan mavi beyaz pakhta gul porselen tabaklara konulmuş. Tasarımlarına esin veren desen, Rusya’nın Güney Amerika’dan sonra Orta Asya’ya yöneldiği 1860’lardan sonra daha da yoğun olmak üzere, yüzlerce yıldır burada yetiştirilen pamuk.
Şefimiz Zanifa aslen bir muhasebeci. Bizi karşıladıktan sonra ortadan çekiliyor ve lokum gibi pişmiş dana etli türlü dimlama’nın servisini oğullarına bırakıyor. Ancak hava kararıp orucunu bozduktan sonra, 80 yaşında neşeli bir kadın olan eski biyolog annesiyle oturan bizlerin yanına geliyor. Bu senaryoda her şey beklenmedik: Müthiş yetenekli kadınlar, oruçlu bir şefin hazırladığı yemeğin lezzeti, bana Özbek dilinde “uzun yaşam, çocuk ve zenginlik” dileyen aile büyüğünün enerjisi.
Bu beklenmediklik beni ileriye, Nukus şehrine taşıyor. Igor Savitsky adlı sanatçı, binlerce Rus avangard tablosuyla çölde bir müze kurmuş. İlk önce projeye destek veren Rusya, sonrasında müzeyi lanetlemiş. Süslü Hive kentinde 9. yüzyılda yaşamış El Harezmi isimli matematikçinin, hem cebiri hem de onun ismiyle adlandırılan ve Avrupa’da “algoritma”ya dönüşen faydalı kavramı icat ettiğini öğreniyorum.
Buhara pazarında tipik Özbek seramikleri
Karakum Çölü’nün başladığı özerk Karakalpakistan bölgesinde bir öğleden sonra, Elli Kale adlı yerde araçla dolaşırken çok daha eski zamanlara gidiyorum. Coğrafyanın her tarafına yayılmış çamur kaleler, bölgenin bereketli bir havza olduğu İÖ 4. yüzyıla dayanıyor. Sovyet öncesi, Moğol öncesi ve İslam öncesinde bölgede kurulan uygarlık gizemini koruyor ama muhtemelen buraya İÖ 6. yüzyılda ortaya çıkan tektanrıcı Pers dini Zerdüştlük hakimdi. Onlardan geriye kalan az sayıda buluntu uzun süre önce Rusya ve Taşkent’e gitmiş. Tepelerde dev biçimler olarak göze çarpan kaleler, yılların etkisiyle yıpranıp hatları yumuşamış devasa kumdan kaleleri anımsatıyor, jeolojik denebilecek bir zaman duygusu ve kişinin onun içindeki yerini çağrıştırıyor.
Çoğu kişi artık kentlerde yaşadığı için otele dönüştürülmüş yurt kampımız, rüzgarlı Ayaz Kale’ye ev sahipliği yapan bir tepeye kurulmuş. Avustralyalılar ve Almanlardan oluşan bir tur grubu tarafından paylaşılıyor. Yontu gibi Moğol hatları, pantolon üzerine giydiği çiçekli uzun bluzu ve siyah kadife terlikleriyle bozkırların kadını mal sahibemiz Rano, bir hafta önceki fırtına sırasında uçan kırmızı çerçeveli yurdun yeniden kurulmasıyla ilgileniyor. Altın postu yer yer kel kalmış yumru dizli sakin bir deve, kösele gibi burnunu 70’lerden bir Sovyet askeri kamyonetinin camından içeri sokuyor.
Gün batımında, kemerleri, tünelleri, siperleri ve meydanıyla antik kalenin yayıldığı tepeye çıkma zamanı geliyor. Taba rengi duvarlar alçalan günışığında parlarken, on beş metre aşağıdaki zemine düşen gölgemle oynamaktan kendimi alamıyorum. Bir Amerikalı olarak antik şeylerin büyüsüne kapılmaya dünden hazır olduğumu biliyorum. Ancak ne başka turistlerin ne de pankartların, yolların ve hatta grafitinin olmayışı bu anı daha da olağanüstü kılıyor. Yürüdüğüm koridordaki bir dönemecin ardından önümde açılan çöl manzarasının uzak bir noktasında, belli belirsiz bir kent silueti görünüyor. Ancak ne kadar uzak olduğunu söylemek olanaksız. Kampa geri döndüğümüzde, Aziz’in çalı kaplı çöl manzarasına karşı gün batımını izlerken içmek üzere getirdiği sıcak olmasına rağmen leziz şampanya çok iyi fikir. İnsanın bu kadar uzaklara gelip de kendini bulmasında heyecan verici bir şeyler var.
Canlı müzik yapan müzisyenler ve ellerini sallayarak çadırın içinde dolaşan parıltılı beyaz bir elbise giymiş icraatçı eşliğinde bir kez daha dans ettikten sonra yatağa gitme zamanı geliyor. Yurdun kapısında bir an durup gece gökyüzünün sonsuzluğuna bakıyorum. Sonra, buranın yerlilerinden birinin sözüne uyuyor ve bir dilek dileyebilmek için eşikten sağ ayağımla geçip içeri giriyorum.
Semerkant’taki Registan meydanı
Seyahatim ABD’deki Silk Road Treasure Tours tarafından kusursuz organize edildi.
Acentenin Buharalı sahibi Zulya Rajabova, rehberleri ve şoförleri ayarladı. (Bazen zor olabilen ulaşım lojistiklerini halletmesi ve kültürel alanlara özel giriş sağlaması için rehber tavsiye ederim).
Taşkent yolculuğu uzun sürüyor. New York’tan Taşkent’e Türk Hava Yolları’yla İstanbul üzerinden gitmek on beş saat alıyor. Özbekistan Havayolları’nın, New York’tan Riga uğraklı daha kısa bir uçuşu var. Gidilecek en iyi zaman Mayıs ile Kasım arası, ancak yaz aylarında ısı 38 dereceye kadar çıkıyor. Kaldığımız otellerin hepsi rahat ve hatta lükstü. Taşkent’teki City Palace Hotel güzel fayanslı yüzme havuzlarıyla modern bir bina. Buhara’daki Devon Begi, küçük ve iyi bir otel. Tarihi şehirde olduğu için her yere yürüyerek gitmeyi kolaylaştırıyor. Hotel Grand Samarkand Superior temiz ve iyi düzenlenmiş. Ama benim en çok hoşuma gidenler yolculuğumuzun sonlarında kaldıklarımız oldu: Renkli işlemelerle süslenmiş Ayaz Kale Yurt Kampı ile odalarında klima, banyo, balkon bulunan 19. yüzyıldan kalma güzel bir medresede kurulmuş Orient Star Khiva.