Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Dağların ve ormanların ötesinde, adeta zamanda sıkışıp kalmış, İtalya’nın başka hiçbir bölgesine benzemeyen bir yerde, Friuli’deyiz.
Casa Oberrichter’in sahibi Marina Gioitti
Fotoğraf: Oddur Thorisson
Onca sene, İtalya seyahatlerimiz boyunca Venedik’e neden hiç uğramamıştık? Büyüsü beklentilerimizin altında kalır diye korktuğumuz için mi? Kalabalık olur diye mi? Belki de yaşamın tadına gerçekten varabilmek için ölümden dönmek gerekiyor. İki gün boyunca sırf gidip puslu havada
San Marco Meydanı’nda bir başımıza dikilebilelim ve kahvaltının ardından can alıcı tazelik ve güzellikteki Rialto balık pazarına uğrayabilelim diye erkenden kalktık. Antiche Carampane’de masa bulup pazarda hayranlıkla baktığımız deniz ürünlerinden bir ziyafet çektik ve dar sokaklara dizilmiş karanlık salonlarda en yoğun sütler kullanarak hazırlanmış muhteşem espresso’larla kendimizi şımarttık. Geç saatlerde kalabalıklar sokaklardan çekilene kadar dışarıda kalıp ışıltılı kanalların ve terk edilmiş köprülerin üzerinde gezinerek San Marco bölgesine, Wes Anderson filmlerinden fırlamış çalışanlarıyla ihtişamlı bir otelle sevimli bir pansiyon karışımı olağanüstü otelimiz Hotel Flora’ya döndük.
Bu hikayenin geçtiği Friuli-Venezia Giulia’ya açılan kapımız Venedik, her an bitecekmiş gibi gelen, gerçeküstü bir rüya gibiydi.
Kiraladığımız siyah Mercedes’i kullanan sessiz şoförümüz, tekneden iner inmez bizi Roma Meydanı’nda karşılıyor. Sonraki iki saat boyunca Veneto’yu Friuli-Venezia Giulia’dan ayıran görünmez sınır boyunca hızla ilerleyip İtalya’nın kuzeydoğu köşesinde Avusturya ve Slovenya’nın komşuluk ettiği göller ve çam ormanlarının diyarı Julian Alplerinin yüksek rakımlarına ara vermeksizin tırmanıyoruz. Venedik’in insanı hayallere sevk eden etkisiyle derin düşüncelere daldığımız bir yolculuk yapıyoruz. Bu şehirden ayrılmak tekneden inmek gibi —ayaklarınız yere bastığı halde dengeniz hemen geri gelmiyor.
Casa Oberrichter Malborghetto’da geyik etli ragu sosuyla tagliatelle
Fotoğraf: Oddur Thorisson
Kuzey Friuli, Napoliten takımıyla Vespa’sından inip soluk bir ihtişamı yansıtan meydanlarda kısa bir espresso ve sigara molası veren yanık tenli yakışıklı fantezisinden çok uzak bir İtalya. Ama yine de klişeleriyle olmasa da, ruhuyla fazlasıyla İtalyan.
Tarvisio kasabası yakınlarında, Carnic ve Julian Alpleri arasında kalan Canal Valley bölgesinin Malborghetto köyündeki konukevinin sahibi Marina Gioitti, bizi karşıladıktan sonra “Av eti sever miydiniz?” diye soruyor. Menüde ne varsa az çok hepsinden istiyorum; kırmızı hindibalı risotto, gulaş, geyik eti; hepsi İtalyan gelenekleri ve ürünleriyle renklendirilmiş, yüzyıllardır burada yaşayan Avusturyalı ve Slovenlerin yanında şefin Avusturya-Macaristanlı büyükannesinin de etkisiyle şekillenmiş.
Marina’nın erkek kardeşi Sergio, geçtiğimiz on senenin büyük kısmını Friuli’nin yazın yürüyüşlere, kışın kayağa açık bir bölgesinde otelini —çoğunlukla kendi elleriyle— inşa ederek geçirmiş. Bütün birikimini, tutkusunu, zamanını ve hayatını bu işe adamış. Yakında kapılarını açıyor olacak. Neredeyse tamamlanma aşamasına gelmiş mekanı gezdirirken bu işten duyduğu kıvancı ve ihtirasını görebiliyorum. Memleketi Julian Alplerine inancı tam —tıpkı Milano gibi daha moda kentlerin ışıltılı büyüsüne ve vaatlerine karşı koyan kızları gibi.
Corriere della Sera yemek bölümünün tanınmış editörü Angela Frenda, “Antonia Klugmann büyük ihtimalle İtalya’nın en önemli kadın şefi” diye anlatıyordu. İtalya seyahatimizden bir önceki geceydi; Angela, Bordeaux’daki mutfağımızda annesinin tarifi rengarenk bir biber sosuyla akşam yemeğinde bütün aileye makarna yapmakla meşguldü. “Antonia’yı görmeden Friuli’ye gidemezsin” diye ısrar etti. Sonra telefonu alıp o sırada özel uçağıyla dünyanın kim bilir hangi bölgesine uçmakta olan Klugmann’le bir yemek ayarladı.
Fotoğraf: Oddur Thorisson
Sonraki Cumartesi günü Klugmann’in Tarvisio’nun güneybatısına doğru dört saatten biraz daha fazla mesafede, Friuli’nin sevilen şarap bölgesi Collio’daki restoranı L’Argine a Vencò’ya varıyoruz. Burası, Friuli’nin en iyi beyazlarına ve son zamanlarda ünlenen turuncu, diğer bir deyişle kehribar rengi şaraplarına ev sahipliği yapıyor. Antonia’nın restoranı, banliyölerin mutlu mesut aile evlerini andırıyor; açık, aydınlık ve modern. Çocuk dostu bir mekan. Kocaman köpekler için de aynısı geçerli. Eşim, oğlumuz Lucian huzursuzluk çıkarır diye endişeleniyor ve dışarıda, restoranın ön tarafında misafirlerin aperitivo’larını yudumladığı küçük masalardan birinde yiyebilir miyiz, diye soruyor. Ben içeride kalıp fotoğraf çekiyorum. Antonia’nın şarap meraklısı eşi Romano, kadehleri durmadan dolduruyor; neredeyse hepsi beyaz. Ribolla gialla’dan malvasia ve chardonnay’e denediklerimin hepsi hemen hemen fevkalade şaraplar. Karahindiba ve maydanozlu makarnayla başlayıp Kudüs usulü enginarlı krem karamelle noktalanan ziyafetim esnasında bahçedeki eşimi ve oğlumu izliyorum. Neyse ki bizi ayıran kalın camlar, oğlumun çıkardığı yaygarayı tamamen sessize alıyor. Çalışanlarsa hiç umursamadan servislerine aynı zarafet ve şıklıkla devam ediyor.
Misafirler fazlasıyla nazik, bazıları bizi evlerine bile davet ediyor. Aile evinde Michelin yıldızlı bir yemek deneyimi yaşanıyor adeta. Botticelli tablolarından fırlamış gibi görünen yakışıklı bir genç, ara sıra restoranın önüne gelip sessizce bahçeden topladığı otları ve yeşillikleri doğruyor. Yemeğin geri kalanında
dışarıya çıkıp aileme katılıyorum. Havada sadece yazın son günlerinde görebileceğiniz türden bir tazelik var.
Seyahat etmenin iki yolu vardır: Planlı ve tamamen plansız. Tamamen plansız olduğunuzda içgüdülerinize, ipuçlarına ve kısmetinize güvenebilirsiniz. Kısmet dediğiniz seyahatten önceki akşam önemli bir yemek editörünün evinize uğramasıdır örneğin; ipuçlarıysa kadehinizdeki leziz şaraplar... İçgüdüler, hangi şarap üreticisini ziyaret etmek istediğinizi düşünürken işin içine giriyor. Şans derseniz, o da restorandaki sommelier’nin şarap üreticisini tanıması ve o gün öğleden sonra bir buluşma ayarlayacak kadar forsa sahip olması.
Trieste’deki Pasticceria La Bomboniera’da hamur işi tatlılar.
Fotoğraf: Oddur Thorisson
San Giovanni al Natisone (diğer adıyla Colli Orientali del Friuli) bölgesindeki şarap imalathanesi Vignai da Duline’nin kapısında bekleyen Lorenzo Mocchiutti, siyah Mercedes’imiz kapıdan girince bizi karşılamak üzere ileri atılıyor. Küçükken hayalini kurduğu rock'çı görünümünden pek bir şey kaybetmemiş —atkuyruğu saçı, sakalı ve adımlarındaki dinamizm hâlâ ortada. Yaşlanan dedesine yardımcı olmak için yuvasına dönmüş, 90’lı yıllarda üzüm bağlarını bir nebze ihmal etmiş, sonradan şarap aşkına tutulmuş ve şimdilerde eşi Federica’nın desteğiyle bir kısmı malvasia istriana ve schiopetto gibi antik çeşitler dahil olmak üzere bölgenin en sevilen şişelerini üretiyor. Alışılmadık bir yaklaşımları var: Filizleri budamıyor, yabani ot ilacı kullanmıyorlar —kalplerinin sesini dinlerken doğanın kendi dengesini bulmasına izin veriyorlar. Hayranları arasında meşhur şarap ithalatçısı Kermit Lynch var; şarapları ise Per Se gibi restoranların listesinde yer alıyor. Mocchiutti, hakikaten hayal ettiği gibi şarap dünyasının rock yıldızı olmayı başarmış. Nazik tavırlarının ve mütevazı bir övüncün hakim olduğu kısa sohbetimizin ve tadımın ardından en eski şaraplarına doğru gidiyoruz. Hem fotoğraf çekimi hem de kendi şarabını içmeyi sevdiği için öğle yemeğinde tutulduğum malvasia’dan bir şişe alıyor. Bazı şarap üreticileri uzak şehirlerin yüksek katlı evlerinde yaşayıp kazançlarını pahalı şeylere harcamayı tercih ediyor olabilir. Mocchiutti, üzüm bağlarında oturup şarabını yudumlamaktan hoşlanıyor. Onun lüksü bu ve büyük ihtimalle bağbozumunun her geçen yıl daha iyi olmasının nedeni de aynı.
“Miras” kelimesi satış yapmak için pazarlamada sık sık kullanılır. Friuli’de bu konu daha da ön planda. Kalite ve geleneklerine bağlı aile işletmeleri bütün İtalya’da seviliyor ama burada çok daha derinden ve esaslı bir bağlılık söz konusu; sadece iyi bir şeyler üretmekten öte adeta bir varoluş meselesi gibi.
Ca è San Marco’nun sürekli değişen menüsünden gnocchi ve midye
Fotoğraf: Oddur Thorisson
Uzun süren öğle yemeğimizin ardından bir araya geldiğimizde Klugmann, “Trieste, senede bir gün dünyanın en güzel kenti haline geliyor. O gün yarın” demişti. Her ekim ayı Trieste’de düzenlenen uluslararası yat yarışı Barcolana’dan bahsediyordu. Günler süren ısınma turlarının ve kutlamaların ardından sahilde toplanan kalabalıklar, binlerce devasa kelebek denizin üzerinde toplanmış gibi görünen Adriyatik manzarasını hayranlıkla izliyor. O gece aslen Trieste Körfezi’nin diğer yanında, sevimli ve mütevazı bir kıyı kasabası olan Grado’da kalmayı planlamıştık —tamamen kendilerine ait bir sahilden mahrum Avusturyalılar arasında popüler bir destinasyon. Ama sabah saatlerinde etkinliğe yetişmek için aceleyle Trieste’ye geçiyoruz. Fotoğraf için güzel bir açı yakalarım diye gittiğimiz Savoia Excelsior Palace Otel’in balkonundan yarışı izlemek istiyoruz fakat bu açıdan yelkenler, patlayan konfeti parçaları gibi görünüyor. Diğer yandan yarış alanına daha fazla yaklaşırsak Klugmann’in mutlaka görün diye tavsiye ettiği, küçükken babasıyla gittiği hamur işi dükkanını göremeyeceğiz. Pasticceria La Bomboniera pazar günleri erkenden kapatıyor ve her ne kadar binlerce yelkenli harika bir manzara oluştursa da pasta, çikolata ve hamur işi tatlıların yanında ikinci planda kalıyor.
Trieste tarih içinde pek çok kez el değiştirmiş ve Sezar’dan Şarlman’a ve Napolyon’a klasik Avrupalı diktatör ve megalomanlar güruhunun da içinde bulunduğu pek çok hükümdar, limanın stratejik konumu ve avantajları nedeniyle şehri işgal etmiş. Soğuk Savaş dahil olmak üzere yüzyıllar boyunca bölgede yaşanan neredeyse bütün karmaşada, ajanların geçiş noktası olmuş. Ama en önemlisi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun göz bebeği niteliğindeymiş ve her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İtalya’ya katılmış olsa da Viyana’ya özgü o cazibesini hâlâ koruyor. Dolayısıyla şehrin şarkısı “O Sole Mio”dan ziyade Radetzky Marşı olurmuş gibi geliyor. Trieste bir İtalyan kenti; espresso'ları bunu kanıtlar nitelikte (Illy kahveleri buradan geliyor). Ancak Viyana tarzı mimarisi, Sigmund Freud’a yaraşır ihtişamlı kafeleri ve tabii ki strudel’inin imparatorluğun huzurlu dönemlerinin yadigarı olduğu aşikar.
Koyu renkli ahşap dekorasyonu, dantel perdeleri ve devasa kristal avizesiyle Pasticceria La Bomboniera, 19. yüzyıl ajan romanlarına ev sahipliği yapıyor sanki: Franz Joseph bıyığı ve biraz yıpranmış özel dikim kıyafetleriyle göz kamaştırıcı tatlı dükkanına giren tombul adam, ışıldayan siyah-beyaz döşemeleri adımladıktan sonra şapşal köpeklerini gezdiren balık etli hanımların arasında kalabalığa karışmak için elinden geleni yapar ve tezgahtan iki paket alır. Dışarıya çıktıktan sonra aceleyle oteline döner, paketlerden büyük olanı açar ve karşısındaki güzelliğe bakakalır: içi çikolata kremasıyla dolu, dışı çikolata kaplı Rigó Jancsi pasta—ismi daha çok bilinen, lezzetteyse ondan geri kalan Sacher turtasının uzaktan Macar kuzeni. Bir lokmada pastayı ağzına atmaya çalışır ama bir kısmı devasa bıyığına yapışıverir.
Julian Alplerindeki Malga Priu’da tarçınlı tereyağlı polenta
Fotoğraf: Oddur Thorisson
Bu hayatının en güzel anıdır. Sonra diğer paketi açar ve imparatorun adamlarından gelen talimatı bulur. Bırakılan notta “Pastacıyı öldür—artık ona güvenemeyiz” yazmaktadır. Hayat acımasızdır. Şimdilerde Pasticceria La Bomboniera’yı işleten Sicilyalı Gaetano La Porta, bir önceki mekan sahibiyle aynı dönemde, henüz genç bir delikanlıyken burada çalışmaya başlamış. Aslen 1836 yılında, Macar bir aile tarafından açılan mekan pek çok kez el değiştirse de mülkiyetini alan seçkin aileler, geleneği hep devam ettirmiş. Gaetano her şeyi olduğu gibi muhafaza etmeye çalışıyor: Mekanın simgesi haline gelen odun fırını önünde ter döküp her zaman yaptığı pastaları yapmaya devam ediyor. Ve bunlar, dünyanın en güzel pastaları olabilir! Bunu da söylerken amacım iltifat etmek değil, bir gerçeği ortaya koymak. Tezgahta ise tam bir İtalyan işletmesinde olduğu gibi Gaetano’nun eşi ve kızı duruyor. İkisi de büyüleyici, çalışkan ve kendilerini bu işe adamış kadınlar.
Bir sonraki durağım Caffè San Marco, önceleri Dublin’de hayal kırıklığına uğrayıp buraya gelen ve sonunda Ulysses’in ilk bölümünü burada yazan James Joyce gibi edebiyat devlerine ve benim fantezi dünyama kalırsa envaiçeşit ajana sığınak olmuş bir yer. Onları soğuk, renksiz trençkotlarını giymiş, kapıda şapkalarını çıkarırken ve salonu muhtemel hasımları açısından şöyle bir gözleriyle taradıktan sonra içkisini yudumlamaya otururken hayal edebiliyorum. Burası da yine Viyana usulü, ihtişamlı ve albenili bir mekan; güzel bir şekilde muhafaza edilmiş ama yaraları da gizlenmemiş. Bu kafe pek çok savaşa tanıklık ettiği halde tıpkı Trieste gibi kimliğini kaybetmeden kendini yeniden yaratmayı başarmış. Devasa bir kitabevine ev sahipliği yapan mekanda sunulan yemekler, İtalyan mutfağına getirilen modern bir yorum ve Avusturya- Macaristan dokunuşlarıyla beklediğimden çok daha iyi. Sevimli, akıllı görünümlü bir ufaklık, uzak köşedeki kitapların önünde Slovenyalı babasıyla satranç oynuyor. Modern hiçbir yanı olmasa da iyimser ve iç açıcı bir sahneyle karşı karşıyayım ve her ne kadar o ufaklık muhtemelen bir Rus ajanı olsa da içim umutla doluyor.
Caffè San Marco’da oturmuş garsonları inceliyorum: Sakallı, yakışıklı, Avusturyalı tipler. Açık fikirli ve ilgililer. Bir Campari istiyorum. Yan masada bıyıklı
bir adam oturmuş, La Gazzetta dello Sport okuyor. Birkaç masa ötede kara saçlı, yanık tenli bir adam kız arkadaşını öpüyor; kadehlerinde Aperol spritz. Tabaklarda mekanın İtalyanlığına dair herhangi bir kuşku bırakmayacak miktarda makarna var. Yine de sanki ne İtalya’da gibiyim ne de başka bir yerde. Her türlü keyfim yerinde.