Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
23 Aralık’ta Netflix’te tüm ülkelerle aynı anda yayına giren The Midnight Sky’ı yönetmeni ve başrol oyuncusu George Clooney’den dinlemek üzere bilgisayarlarımızın başına geçtik. Cate Blanchett sordu, George Clooney yanıtladı.
Dünyayı kasıp kavuracak bir pandemiden hemen önce bir kıyamet sonrası bilimkurgusu çeken George Clooney, “Her şey daha iyiye gidecek” diyor, “Tünelin sonunda ışık var.” Bir Aralık gecesi Netflix filmi The Midnight Sky’ın dijital ön gösterimi sonrası, Clooney’nin Cate Blanchett’e anlatacaklarını dinlemek üzere bilgisayarlarımızın başına geçtik. Filmi çocukları ve annesiyle birlikte izleyen Blanchett nefes almadan övgülerini sıralarken, Clooney eski rol arkadaşının iltifatlarını zarafetle kabul ediyor. Herkesin evlerinden katıldığı bu organizasyonda, filmdeki kıyamet sonrası dünyayı etkisi altına alan yapayalnız bırakılmışlık hissini fena halde hatırlatan bir şeyler var. Ama Clooney umutlu gününde. Yeniden aynı odada olabileceğimiz zamanların yakında geleceğini düşünüyor. Zaten The Midnight Sky da, temas ettiği kefaret ve pişmanlık kavramlarına rağmen bir umudun tohumunu taşıyor.
Filmin başında, 2049’da yaşanan bir felaketin, gezegenin büyük kısmını etkisi altına alan bir radyasyon dalgası oluşturduğu ve bunun insanlığın kıyameti olduğu fikrini ediniyoruz. Bugünden çok da uzakta olmayan bir gelecekte “Her şey bir hatayla başladı” diyor Clooney’nin canlandırdığı bilim insanı Augustine Lofthouse. Bu “hata” her neyse, insanlığın sonunu getirecek şeyin bir insan hatası olacağı fikrine doğuştan aşinayız. Dünya son günlerini yaşarken, uzayda insanlığın yeni evini arayan Æther ekibi, üç haftadır sessizliğe gömülen gezegenlerinin başına ne gelmiş olabileceğini merak ediyor. Ömrünü insanlığın yaşayabileceği başka gezegenlerin keşfine adayan ve ölümcül bir hastalıkla boğuşan Augustine, herkes kaçarken Kuzey Kutup Dairesi’nde kalıp Æther’le iletişim kurmanın bir yolunu bulmaya çalışıyor. Kalan az sayıda insanın tek umudu Æther’in keşfettiği yeni gezegen ve ekip planlandığı gibi Dünya’ya dönerse bu umut da yerle bir olacak. Blanchett hikayenin, insanlık olarak bulunduğumuz noktayı hesaba kattığımızda pek de kıyametvari olmadığını düşünüyor. Clooney bu fikri şöyle tamamlıyor: “Çünkü artık her şey kıyametvari. Aslında bir belgesel bu.”
Lily Brooks-Dalton’ın Good Morning, Midnight adlı romanından Netflix için uyarlanan senaryo Clooney’in eline geçtiğinde, projenin sadece başrolünde oynamak için görüşmeler yapıyormuş. “Daha önce birkaç maestro ile uzayda bulunmuştum” diyor Clooney heyecanla. Alfonso Cuarón’un çektiği Yerçekimi ve Steven Soderbergh’lü Solaris’ten bahsediyor. “Ortada henüz bir yönetmen yoktu, böylece yönetmenliğe de talip oldum.” Karakterinin seyircinin kolayca bağlanacağı, seveceği biri olmamasının özellikle ilgisini çektiğini söylüyor. Clooney’e göre, Augustine’in filmin büyük bölümünü üste unutulan küçük bir kızla geçirmesi, karakterin kahramanlığına dair bir alan açıyor ama film bu tuzağa düşmüyor. “ER’da çocuk doktorunu oynuyordum, bu yüzden yüzlerce çocuk oyuncuyla çalıştım. Karakterim çapkın bir sarhoş olsa da ona her şey mübahtı, çünkü günün sonunda çocuğun hayatını kurtaran oydu. Seyirci onun iyi biri olduğuna emindi. Augustine ise farklı biri. Çocuğu korumak zorunda ama bu yüzden onu sevmek zorunda değilsiniz.”
Filmde küçük Iris’i canlandıran Caoilinn Springall’ın performansı Blanchett’i öyle etkilemiş ki, sormadan edemiyor: “Bu kızı nereden buldunuz?” Clooney, birkaç yüz çocuk oyuncuyla görüştüğünü ancak Caoilinn’i görür görmez Iris’i bulduğunu anladığını söylüyor. Çekimlerin bir kısmının yapıldığı İzlanda’nın zor şartlarına rağmen Springall neredeyse her sahnesini tek çekimde tamamlamış ve ekibe bu sayede beş gün kazandırmış. “Bizi utandırdı” diyor Clooney, “Her şeyiyle o kadar doğal ki.”
Ekim 2019’da küçük bir film ekibiyle İzlanda’ya varan oyuncu/yönetmen, en büyük sınavın 11.30-15.30 arasıyla sınırlı gün ışığını, kar fırtınaları yaratan rüzgarın gücünü ve küçük Caoilinn’in gün içinde çalışabileceği birkaç saati doğru kullanmak olduğunu anlatıyor. Filmdeki kar fırtınası sahnelerinin çoğunu her gün 30 saniye ya da şanslılarsa bir dakika kadar içinde durabildikleri rüzgar sayesinde çektiklerini söyleyen Clooney, donan kirpiklerinin saç kurutma makinesi müdahalesine ihtiyacı olduğunu söylüyor. “Rüzgara güvenmek zorundaydık, filmdeki karlı sahnelerin çoğu rüzgarın eseri.” Filmde Augustine’in birkaç tehlike atlatması, Clooney’nin fiziksel sağlığı adına Blanchett’i hayli endişelendirmiş. Aktris, Syriana’nın çekimleri sırasında Clooney’nin geçirdiği bir kaza sonucu beyninin zarar gördüğünü ve ölümden döndüğünü hatırlatıyor. Neyse ki Clooney fiziksel sağlığını tehlikeye atacak bir delilik yapmayacağı konusunda çok net. “Seneye 60 yaşında olacağım, artık kendimi o duruma sokmuyorum.” Peki, filmdeki o sakalı kaç ayda uzattı? Merak ettiğimizden değil ama Blanchett yine de soruyor. Cevap hemen geliyor: “Dört ay. İşim biter bitmez de veda ettim. Çocuklarım sakalımın içinde oyuncaklarını unutuyordu.”
Filmin uzay sahnelerini izlerken, uzay ekibinin diğer bilimkurgularda rastlamadığınız bir uyum içinde çalıştığını fark edeceksiniz. Bu durum, filmin bilimkurgu tarafına nadir bir dinginlik bahşediyor. Clooney, senaryoda daha genç yazılan ekibin filmde yaşça biraz daha büyük olmasını istemiş. Bu dinginliğin de yaşın getirdiği bir olgunluk olduğunu düşünüyor. “İşler kötüye gittiğinde aralarında bir anlayış olduğunu fark ediyorsunuz.” Gerçekten de uzay ekiplerinde görmeye alıştığımız güç savaşları, kıskançlıklar, hinlikler Æther’e uğramıyor. Bunun çok rahatlatıcı bir etkisi var.
Æther ekibinden Sully’i canlandıran Felicity Jones çekimler başladıktan sonra bir gün İzlanda’daki Clooney’i arayıp şöyle demiş. “Sana bir haberim var, hamileyim.” Clooney “Salak değilim, tabii ki hemen tebrik ettim, onun için ne kadar mutlu olduğumu söyledim” diyor. “Ama sonra aramızda uzun bir sessizlik oldu ve ona sordum, ‘Ne yapmak istersin?’” Jones hamile de olsa rolün altından kalkabileceğini söylemiş, böylece ilk birkaç gün Jones’un hamileliğini saklamaya çalıştıkları sahneler çekmişler. Ancak gördükleri Clooney’in hoşuna gitmemiş. “Felicity hamileliğini saklamak için elinden geleni yapıyordu, ama sanki bu çaba herkesin enerjisini alıp götürüyordu. Bir gece aniden aklıma Sully’nin filmde pekâlâ hamile olabileceği fikri geldi. İki yıldır uzaydaydılar ve elbette seks yapmışlardı. Bu hamileliği kabul ettiğimiz ve senaryoya eklediğimiz andan itibaren hayatımızın en önemli parçası oldu. Tüm ekibi birleştirdi, orada olduğunu bilmediğimiz bir boşluğu doldurdu. Şimdi film en baştan böyle yazılmalıymış gibi geliyor.”
Son olarak pek bahsi geçmese de The Midnight Sky’ın en ilginç detayına dikkat çekmemiz gerekiyor. Clooney’nin gençliğini canlandıran Ethan Peck’e. Peck’i görür görmez, Clooney’e olan benzerliği karşısında şaşkına döneceksiniz. Clooney, gençliğini canlandırması için dünya üzerindeki en doğru kişiyi bulmuş görünüyor. İşin ilginç yanı, Ethan Peck efsanevi aktör Gregory Peck’in torunu. Bunu öğrenince, Ethan Peck kadar Clooney’nin de Gregory Peck’e ne kadar benzediğini fark ediyoruz ilk kez. Filmde elbette Gregory Peck’e ve The Midnight Sky gibi bir kıyamet sonrası bilimkurgusu olan 1959 yapımı Peck filmi On the Beach’e yapılan bir gönderme de var. Dünya’yı en çok özleyen karakter Mitchell’ın uzayda On the Beach’i izlediğini görüyoruz. Clooney bu filmden etkilendiğini ama filmi çok karamsar bulduğunu söylüyor. The Midnight Sky’da neyse ki biraz umut var. Zaten böyle bir zamanda kıyamet sonrası bilimkurgusu izlemek için tek nedenimiz ancak bu bir damla umut olabilir.