Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Federico Fellini'nin eserlerine bu coşkulu başyapıttan daha iyi bir giriş olamaz. Hayatından pek de memnun olmayan bir gazetecinin (Marcello Mastroianni) Roma'da geçirdiği yedi günü konu alan La Dolce Vita'da söz konusu gazeteci dedikodu köşesi için büyüleyici ve esrarengiz kadınların izini sürüyor. Anouk Aimée'nin de yer aldığı filmde en nefes kesici karakter, gece karanlığında uzun balo elbisesiyle dans edip ardından Trevi Çeşmesi'ne yürüyen Anita Ekberg.
Boncuklu kokteyl elbisesi içindeki Veruschka'dan ekose gömlekli Vanessa Redgrave ve çizgili elbisesiyle Jane Birkin'e, Michelangelo Antonioni'nin kült filmindeki isimler stil sahibi oldukları kadar çarpıcı. Adı geçen ünlü isimlerin her biri, cinayete tanık olmasıyla hayatı değişen bir moda fotoğrafçısının (David Hemmings) yaşadıklarına hayat veriyor. Swinging London'ın enerjik bir portresini çizen gerilim filmi, rock'n'roll soundtracki ve dönem partileriyle daha da canlanıyor.
Martin Scorsese'nin kentsel yabancılaşmayı konu alan filmi Taxi Driver, Robert De Niro için kariyerini değiştiren bir performans anlamına geliyor. Film, Vietnam'dan dönüp taksi şoförü olarak çalışmaya başlayan bir adamın New York sokaklarında dolaşırken rastladığı yolsuzluk ve sömürü karşısında dehşete düşüşünü konu alıyor. Beklendik şiddet figürü ortaya çıkmakta gecikmiyor ancak filmin akıldan çıkmayan atmosferinde beklenmedik estetik ögeler de var: Neon tabelaların canlılığı, yağmur sıçramış kaldırımlar ve rögar kapaklarından yükselen buhar.
Francis For Coppola'nın heyecan verici savaş filminde Martin Sheen tarafından canlandırılan bir asker, haydutluk yapan bir albaya sukisat düzenlemek için Vietnam'dan Komboçya'ya gider. Savaş görüntülerini cesurca gösteren yapımda napalm saçılmış tarlalar, alevlerin yuttuğu ormanlar ve hava saldırısı gibi güçlü sahneler var. Film, bu sahnelerin ötesinde savaşın saçmalığı ve geride bıraktığı psikolojik yaraların ciddiyetine de gönderme yapıyor.
Büyük dans figürleriyle açılan Bob Fosse imzalı yarı otobiyografik müzikalin altında bu parıltılı dünyadan çok daha karmaşık bir hikâye var. All That Jazz, Broadway ve Hollywood'taki projelerini dengede tutmaya çalışan eksantrik bir kareogafın (Roy Scheider) tiyatrolar ve kurgu odaları arasında gidip gelirken gerçeklik algısını yitirişi üzerine yoğunlaşıyor. Yaratıcı bir dahinin zihnindeki hayali danslar, özenli kostümler ve garip içgörüler de filmin yansıttıkları arasında.
16. yüzyıl Japonya'sında feodal bir lordun ölümü, kendisine çok benzeyen önemsiz bir hırsız sayesinde gizlenir. Efsanevi yönetmen Akira Kurosawa yapımı filmdeki iki karakter de Tatsuya Nakadai tarafından canlandırılıyor. Shakespear tarzı saray entrikaları ve çatışmaları da içeren bu samuray efsanesi, nefes kesici bir finalle sona eriyor.
Amerika'nın güneybatısındaki uçsuz bucaksız manzaralar, Wim Wenders'ın yol filmi için harika bir zemin oluşturuyor. Harry Dean Stanton tarafından canlandırılan karakterin yalnız başına çölde yürüyüşüyle başlayan film, 4 yıllık gizemin sonunda kardeşi tarafından bulunması ve uzun süredir kayıp olan karısının peşine düşmesiyle devam ediyor. Nastassja Kinski'nin bir stil ikonu haline gelmesini sağlayan blunt bob saç kesimi ve pembe kazağının yanı sıra hareketli ve ölçülü performansı da görülmeye değer.
Jane Campion, büyüleyici dönem draması The Piano ile Cannes'ın en büyük ödülünü kazanan ilk ve tek kadın yönetmen oldu. Oscar ödülü sahibi de olan filmin merkezinde iki dokunaklı karakter var: Dilsiz ve dul bir İskoçu canlandıran Holly Hunter ile onun büyümüş de küçülmüş kızı rolündeki Anna Paquin. Babası tarafından bir toprak sahibiyle evleneceğine dair söz verilmesi üzerine Yeni Zelanda'ya taşınan başkarakterin asıl trajedisi ise piyano dersleri verdiği kaba ormancıya (Harvey Keitel) aşık olduktan sonra başlıyor.
Günümüz Tokyo'sunda yoksulluğu irdeleyen Hirokazu Koreeda yapımının merkezinde alışılmadık bir aile var. İleri yaştaki büyükanne, bir çift, genç bir kadın ve bir erkek çocuğundan oluşan çete süpermarketten hırsızlık yaparak geçinir. Kısa süre sonra aralarına ebeveynleri tarafından istismar edildiğine inandıkları bir çocuğu (Miyu Sasaki) da dahil ederler. Çocuk kurtulmuş mudur yoksa kaçırılmış mıdır? Film, bu sorulara cevap sunmasa da sıcaklığı, merhameti ve dünyaya bakışıyla izleyeni büyülüyor.
Hem Altın Palmiye hem de En İyi Film dalında Oscar ödülünü kazanan 1955 yapımı Marty'den sonra bu başarıyı yakalayan ilk film olan Bong Joon-ho'nun cesur hicvi Parasite, sinema tarihine adını kazıdı. Kara komediyle Hitchcock tarzı korkuyu ve sosyal gerçekçiliği birleştiren film, hayatları bir araya gelen iki zıt kutbu konu alıyor: Bir tarafta yoksul ama hırslı olanlar, diğer tarafta naif ve varlıklı olanlar. Filmin basit seti ile çarpıcı diyalogları, tartışılmaz başarısının ardında yatan sebeplerden yalnızca ikisi.