72. Cannes Film Festivali’nin İzlemeniz Gereken 7 Filmi

72. Cannes Film Festivali’nin açılışını yapan The Dead Don’t Die listemizin de ilk sırasında. Festivalin düzenli katılımcılarından Jim Jarmusch, zombi komedisi için Bill Murray, Tilda Swinton, Adam Driver, Chloë Sevigny, Selena Gomez ve daha birçok yıldız ismi bir araya getirdi. Hollywood’un hipster dalgasına seslenen epik kadrosu yanı sıra The Dead Don’t Die eğlenceli anlatımı ve ince referanslarıyla akıllarda yer edindi.

Tomboy ve Girlhood filmlerinin ardından Céline Sciamma, festival yarışmasında "En İyi Senaryo" ödülünü alan Portrait of a Lady on Fire filmiyle ustalık döneminin başladığının sinyallerini veren bir esere imza attı. Adèle Haenel ve Noémie Merlant’ın başrolleri paylaştığı Portrait of a Lady on Fire, 18. yüzyılda geçen queer bir aşk hikayesini anlatıyor. Evlenmeye hazırlanan Héloise’in düğün portresini yapmakla görevlendirilen Marienne, evliliği ve poz vermeyi reddeden genç kadının portresini ondan habersiz çizmeye çalışıyor ve iki kadın arasındaki geçen sırlarla dolu ilişki film ilerledikçe daha derin bir boyuta ulaşıyor. 

Antonio Banderas ve Penélope Cruz yıllar sonra yeni Pedro Almodóvar yapıtı Pain and Glory’de buluştu. Yaşlanan bir yazar olan Salvador Mallo’nun geçmişine yaptığı yolculuğu anlatan Pain and Glory, yönetmenin kendi hayat hikayesinden izler taşıyor. Nostaljik yolculuğunda en büyük aşkları ve kayıplarıyla yüzleşen Mallo'yu canlandıran Antonio Banderas muhteşem performansıyla "En İyi Aktör" ödülüne layık görüldü. 

Güney Kore sinemasının usta ismi Bong Joon-ho’nun Parasite filmi, Cannes Film Festivali’nin heyecanla beklenen en büyük ödülü Altın Palmiye’yi aldı. İki farklı ailenin birbirlerinin hayatına beklenmedik bir şekilde girmesiyle başlayan film, sınıf çatışması konusunu çok güçlü bir kompozisyon, görüntü ve planla seyirciye sunuyor. Aile trajikomedisi olan Parasite’i izlerken zaman zaman gülecek zaman zaman rahatsız hissedeceksiniz, yaşattığı yoğun duygu karmaşasıyla Parasite unutulmaz filmler arasına girmeye oynuyor!

Mati Diop, Atlantics ile Cannes’ın Altın Palmiye’den sonra ikinci en büyük ödülü olan Büyük Ödülü kucakladı. Cannes’ın ana yarışmasına seçilen ilk siyahi kadın olarak tarihe adını yazdıran 36 yaşındaki yönetmenin son filmiyle Atlanta kıyılarının sert dalgalarıyla tanışıyoruz. 17 yaşındaki Ada’nın ortadan aniden kaybolan sevgilisi Süleyman’ı arayış hikayesini müthiş bir sinema deneyimiyle anlatan Senegal asıllı Fransız yönetmen, verdiği sosyal mesajla sıcak Cannes sahillerine soğuk bir dalga gibi çarptı. 

Yılın en çok konuşulan, merak edilen ve beklenen, Quentin Tarantino’nun Once Upon a Time in Hollywood filmi, festivali son anda yakalamayı başardı. Jenerasyonunun ikonik isimleri Leonardo DiCapri and Brad Pitt’i buluşturan Once Upon a Time in Hollywood, yönetmenin kendi hayatından otobiyografik ögeler içeren bir Hollywood hikayesi. Bir televizyon yıldızı (DiCaprio) ve dublörünün (Pitt) dramasını konu alan film, Al Pacino’dan Dakota Fanning’e Luke Perry’den Lena Dunham’a Hollywood’un her jenerasyonunu aynı kadroda buluşturuyor. 

Robert Pattinson ve Willem Dafoe’nin başrollerde izlediğimiz, The Lighthouse, festivalden ödülsüz dönmesine rağmen yılın en iyi gerilim filmleri arasına adını yazdırdı. Bir adada tek yaşayan iki deniz feneri işçisinin 4 haftalık mesaisini izlediğimiz film, ilerledikçe daha yoğunlaşıyor ve seyirciyi içine çekiyor. Moby Dick ve Katip Bartleby gibi başyapıtlarıyla edebiyatı değiştiren yazar Herman Melville’den ilham alan siyah-beyaz film, izlenecekler listenizi zorlayacak!