Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Aralık ayının gelmesiyle birlikte romantik komedi sezonu da açılıyor. Bu hafta Vogue olarak hepimizin bağımlısı olduğu bu film türünün iyi ve kötü yanlarını inceleyeceğiz. İlk durağımız ise başroldeki kahramanların değişim süreçleri.
Sizce Grease’te Sandy kurdeleyle toplanmış saçlarından kurtulup deri pantolon giymeye başlamasaydı Danny ona bu derece umutsuzca bağlı kalır mıydı? Ya da Miss Congeniality’de Gracie Hart güzellik yarışmasında gizli göreve katılmak için Ben & Jerry tutkusundan ve salaş görünümünden vazgeçmeseydi yılın en seksi polisi seçilir miydi? İki kelime: Tabii ki hayır.
Hiç durmadan izlediğimiz romantik komedilerdeki başrol oyuncularını hatırlayın, erkeklerin sevdiği o basmakalıp görünüme sahip olmadıkları için aşık olduğu kişiyle olma şansı olmadığını düşünerek göz yaşı döktüklerini… Kuaföre giderek baştan aşağı kendini yenilediklerinde dikkatleri üstüne çeken Never Been Kissed’deki Jossie Grossie (Drew Barrymore) ya da The Princess Diaries’deki Mia Thermopolis (Anne Hathaway) gibi örneklerin sayısı göz ardı edilemeyecek kadar fazla. Her ne kadar bu gerçeği kabul etmesek de değişim sahneleri romantik komedi filmlerinde herkesin büyük bir heyecanla izlediği sahnelerden biridir. Hadi itiraf edin J Lo’nun bir hizmetçiden Manhattan kraliçesine ya da Julia Roberts’in fahişeden itibarlı güzel bir kadına dönüşünü izlemek için kaç programımı ekip patlamış mısırınızla kanepeye yayıldınız. Tabi bu değişim süreci sadece izleyiciler için değil filmlerin kostüm departmanları için de oldukça eğlenceli.
She’s All That filminde Laney Boggs’un uslanmaz bir şairden balo kraliçesine dönüşünün arkasındaki başarılı isim Denise Wingate verdiği bir röportajda bu konuda “Üniversitede psikoloji eğitimi almış olmama rağmen vaktimin büyük bir kısmını ‘bir karakter bunu neden giymeli’ sorusunu kendime sorarken buluyorum.” diyor. Hollywood’da her zaman bir karakterin kıyafet seçimlerinin arkasında söz bir psikolojik neden vardır. Rachael Leigh Cook’un canlandırdığı Laney karakterinin annesinin ölümünden sonra depresyona girip karşısına hayatının aşkı Zack Siler (Freddie Prinze JR) çıkana kadar her daim dökümlü okul üniformaları giymesi gibi. Peki neden Hollywood’da hep bir kadının bir erkek için değişmesi gerekiyor?
Birkaç istisnai projeyi – teşekkürler Amy Schumer – saymazsak Külkedisi masalı bugün günümüzde hala beyaz perdede hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Reese Witherspoon’un canlandırdığı Elle Woods karakterinin Warner’ı etkilemek için değil, kendisi için Barbie kız imajından kurtularak sofistike bir hukuk öğrencisine dönüşmesi gerektiğini anlaması 120 dakika sürüyor. Ya da Marisa Ventura’nın (Jennifer Lopez) bir erkeğin dikkatini çekmek için kendini bir Manhattan kraliçesi gibi yansıtmasının yanlış olduğunu anlaması. Kadın oyuncuların erkeklere oranla daha az kazandığı Hollywood’da kadınların erkek egemenliğindeki bir dünyada oyuncak köpek gibi konumlandırıldığı senaryoların sayısı da ne yazık ki oldukça fazla.
Kadınların bir erkeği etkilemek adına kendini değiştirdiği filmleri saymaya devam edebiliriz ancak biz Vogue olarak romantik komedilere ithaf ettiğimiz bu haftada vaktimizi bu filmleri saymakla harcamak yerine Hollywood dünyasını kadınların dış görünümlerini değil güçlü karakterlerini öne çıkarmaya davet etmek istiyoruz. Lindsay Lohan’ın yer aldığı Mean Girls filmindeki gibi oyuncak bebek görünümlü kadınlar yaratmak için yaratıcılığa pek de gerek yok. Ya da bir kadına Manolo Blahnik ayakkabı giydirerek (Andy Sachs’in The Devil Wears Prada’daki tutarlı değişimini takdir etmeyi ihmal etmeyelim) onun karakterinin güçlendiğini göstermek için… Hepimiz Clueless’ta Cher Horowitz’in de dile getirdiği gibi “moda kurmanı” olarak adlandırılmaktan daha fazlasını hakkediyoruz.