Haftalık E-Bülten
Moda dünyasında neler oluyor? Yeni fikirler, öne çıkan koleksiyonlar, en vogue trendler, ünlülerden güzelllik sırları ve en popüler partilerden haberdar olmak için haftalık e-bültenimize kaydolun.
Zanaatkarlar ile dostane işbirliği içinde, her biri elde üretilen porselen ve değerli malzemelerden modern dekorasyon parçaları sunan özel bir marka L’Objet. Kurucu tasarımcısı Elad Yifrach, Lizbon’daki stüdyosunun kapılarını Vogue Türkiye için özel olarak araladı.
Lizbon’da renkli tipik azulejo çinilerle kaplı tarihi binaların yanından kıvrılan yokuşları, içi turistlerle dolup taşan sarı tramvaylar tırmanıyor, mirador adlı bahçe terasları okyanus manzaraları sunuyor, bir zamanlar denizcilerin yaşadığı tarihi Alfama semtinde ise hava kararınca sokaklar partiye dönüşüyor… Instagram’daki görüntülerle bire bir eşleşen bu çok keyifli klişelerden uzakta, şehrin başka bir köşesinde, duvarları mavi - beyaz fayanslarla döşeli tarihi bir köşkte yer alıyor L’Objet’in stüdyosu. Zarafet ve modern zevkle döşediği ofisinde yüz yüze tanıştığımızda oğlunu yeni kucağına almanın gururlu yorgunluğu içinde olan Elad Yifrach, birkaç ay sonra röportaj için yeniden buluştuğumuzda bu sefer New York’ta açtığı yeni butiğin neşesini taşıyor. Tasarımcı 2004 yılında kurduğu dekorasyon markasını, son birkaç yıldır el işçiliği üretimin çoğunu üstlenen Portekizli zanaatkarlara yakın bu adreste şekillendiriyor ve New York’taki koşturmalı yıllarından sonra burada her dakikanın tadına vardığı, yaratıcılığını besleyen bir yaşantı sürüyor. Duygusal karakteri ve samimi duruşu lüks koleksiyonlarına şekil veren Elad Yifrach ile ilham verici bir sohbet gerçekleştirdik.
Öncelikle yeni New York butiğiniz için tebrikler. Nasıl bir dünya yarattığınızdan bahsedebilir misiniz?
Açıkçası bu butiğe hayat vermek, biraz doğum yapmak gibiydi! Covid-19 süresince bir inşaatı yönetmek oldukça zorlayıcıydı ancak sonuçta markaya ait tüm öğeleri bir yerde buluşturan, çok güzel ve eğlenceli bir yer ortaya çıktı. İlk yerleşik adresimiz için ise uzun süre araştırmamız ve iyice düşünmemiz gerekti. Sadece lüks mağazaların sıralı olduğu bir yer değil, ruhu olan bir adres arıyordum. Madison Avenue’da yer alan yeni butiğimiz işte tam da öyle bir noktada. Frick Müzesi’nin tam karşı sırasında, şık restoranlarla çevrili ve güzel komşularımız var. Butiğin kendisi güzel objelerin yer aldığı bir mücevher kutusu gibi oldu.
Son birkaç yıldır Lizbon’da yaşıyorsunuz, bu radikal kararı nasıl aldınız?
New York’a bir süreliğine gidip canlı hissetmek ve sonra daha az stresli hayatıma dönmek benim için ideal bir yaşam biçimine dönüştü. Orada yaşamak beni daha olgun, meraklı, yaratıcı kıldı. Bu yüzden New York’a her zaman minnet duyacağım. Kişisel olarak, tasarımcı ve iş adamı olarak artık büyüdüğümü düşünüyorum; New York çok sert bir şehir ve ben duygusal bir Terazi’yim, hep bir denge arıyorum ve orada bunu sağlamaya çalışmak artık sağlıklı değildi. Yavaşlık bence azımsanan bir lüks; hayatın hızını kesmek, fikirleri bir yerde marine edip içselleştirmek ve derinleştirmek, düşünerek sonra onları dışavurmak çok önemli. ‘Değişim gerektiğini düşünüyorsanız ve etrafınızdaki şeyler değişmiyorsa, siz de etrafınızdakileri değiştirin’ diye bir söz vardır ve ben bunu uygulamanın faydasını gördüm.
Yeni ebeveyn olduğunuz için kendi çocukluğunuzu daha sık hatırlıyor olmalısınız. Nasıl bir evde büyüdünüz? L’Objet tasarımları çok zarif ve sanatsal olmakla beraber, yemek yemekten duş almaya hayatın her adımını ritüelleştiren parçalar; büyürken size her bir objeye böylesine duyarlılık kazandıran etkenler neydi?
Kendimi bildim bileli güzelliğe, objelere ve mekanlara bir duyarlılığım olmuştur. Ben Yahudi’yim ve her cuma akşamı şabat yemeği için masayı düzenlemek benim olayımdı ve bu işi kimseye bırakmazdım! Ailem 1950’lerde Fas’tan İsrail’e taşınmış ve biz büyük bir aileyiz; her zaman sayısız kuzenin geldiği kalabalık buluşmalarımız olurdu. Abartısız her ay en az bir düğüne giderdik! Uzun masalar, çeşit çeşit yemekler, teyzeler amcalar… Biraz Türkiye’deki gibi, öyle değil mi? Özetle kalabalık içinde büyüdüm. Annem sanat öğretmeniydi ve bence bizlere farklı şeyleri deneme fırsatı tanıdı. Çok gözlem yapardım ama aslında yaratıcılığa çok da yer olmayan akademik bir eğitim aldım. Başlarda psikoloji veya hukuk gibi bir eğitim alırım derken zamanla farkındalığım gelişti ve tasarıma yatkın olduğuma karar verdim. Ergenlik yıllarımda bir gün Tel Aviv sahiline yakın, eski dergiler satan bir mağazaya denk geldiğimi hatırlıyorum. Cruise gemileri gelip giderken dergilerin geçmiş sayılarını buraya bırakırlardı. Vogue ve Architectural Digest gibi yayınların fotoğraflarına bakar, beğenirsem dergiyi alırdım. Annem “Ne yapacaksın bu eski dergileri?” derdi ama ben hayallerimden onlarla bir kütüphane oluşturmuştum. İsrail şimdilerde tasarım için çok ilerici bir ülke olabilir ama bundan 25 - 30 yıl önce hiç böyle bir yer değildi. Anlayacağınız bu yaratıcılık içimde bir yerde kaynıyordu ve Amerika’ya mimari eğitim için geldiğimde ise taştı diyebiliriz.
Tasarımlarda mizah ve duygusallık gibi karakterinizin farklı yansımalarını gözlemleyebiliyoruz. 20 yıldan sonra işlerinizi hâlâ kişisel ve samimi kılmayı nasıl başarıyorsunuz?
Bu işe başladığımda ilk sekiz yıl hep yalnızdım. Teknik bazı detaylar dışında her şeyi tek başıma yaptım ve bu kendi dilimi oluşturmama yaradı. Hem harika hem de zorlayıcı anlar oldu. İşte, siz ardındaki fikirleri gerçekten oturmuş tasarımlar olduğunu fark ettiğiniz için böyle yaklaşabiliyorsunuz. Hani bir insanla tanışır ve kendileriyle barışık, dengeli, tamamlanmış olduğunu fark edersiniz ya, işte öyle bir şey sanırım. Ve elbette zanaatkarlarla iyi ilişkiler kurmuş olmamın da büyük payı var. Onlara bir eskizi bırakıp ‘Bunu istiyorum!’ diyerek odadan çıkmak yerine, onlarla oturup o tasarıma nasıl bir ruh vermek istediğinizi anlattığınızda, sizin bu düşüncelerinizi tercüme eden asıl onlar. Tıpkı benim o tasarıma âşık olduğum gibi onların da âşık olmasını istiyorum, buna da ben “objenin yolculuğu” diyorum.
Portekiz ve porselen işçiliğiyle yolunuz ilk nasıl kesişmişti?
İlk tasarımlarım için Fransa’dan İtalya’ya pek çok üreticiyle görüşüyordum ve hep olumsuz geri dönüş alıyordum. Hem çok gençtim hem de her biri karmaşık kalıplar ve yöntemler gerektiren tasarımlarım vardı; kısacası zaman ve para isteyen işlerdi ve benimle çalışmaya yanaşanı bulamıyordum. Bir gün Almanya’da büyük bir fuarı ziyaret ettim; orada yaldız işçiliğiyle Portekizli küçük bir atölye dikkatimi çekti. Onlara tasarımlarımı gösterdiğimde “İlginçmiş” dediler ve bu ilk defa birinin bana “İmkansız” demeyişiydi! “Deneyebiliriz” dediklerinde ise zaten işi bence yarılamıştık. O sıralar Portekiz Avrupa’nın üvey çocuğu gibiydi desem yeridir; oysa ki öylesine zengin bir zanaat mirasına sahiptiler ki… İlk geldiğimde Portekiz’de zamanın durduğunu düşünmüştüm; mesela seramikten minyatür çiçek sepetleri yapıyorlardı ve anneannemin dahi evinde böyle eski tarz şeyler yoktu! Ama işte öyle detay gerektiren işçilikteki objeleri yapanlar, her şeyi yapabilirler. Bir atölyeyle başlayan iş ortaklığı diğerleriyle de çalışmama ve büyümeme yaradı.
Tasarımlarınızdan bazıları mücevheri aratmayan işçilikler taşıyor. Peki kişisel stiliniz konusunda mücevher ve modanın yerini sorsak?
Şu an üzerimde oğlum Levi’nin adının yazdığı küçük bir bilezikten başka bir şey yok! Şaka bir yana, saatlere hep ilgim olmuştur. Mücevheri de hep severdim ki zaten büyükannem elmas ithalat ihracatı yapıyordu. Ama bundan on yıl kadar önce en yakın arkadaşım mücevher tasarımcısı Luis Morais ile tanıştığımdan beri mücevhere çok farklı yaklaşıyorum ve bunun tasarımlarıma yansıdığını düşünüyorum. Örneğin hep çok banal peçeteliklerle karşılaşırdım ve ben de değerli taşlarla L’Objet’de onları birer mücevher gibi ele almaya başladım.
Mumlarınız arasında özellikle Türkiye’den dikkatimizi çeken Grand Bazaar adlı olan. Hikayesi nedir?
Güleceksiniz ama ben önceki hayatlarımdan birini Kapalıçarşı’da geçirdiğime inanıyorum. İstanbul’daki iş ortağım ve arkadaşım Luxuria’dan Zeynep Madra beni Kapalıçarşı’ya ilk götürdüğünde ben oradan çıkamadım ve çıkmak istemedim. Belki 20 defa İstanbul’a gelmişimdir; her seferinde oraya gider, mağazalara merakla girip çıkarım, depodaki ürünleri görmek isterim, esnaf lokantalarına giderim, arkadaşlarım sayesinde herkesin göremediği özel parçalarla karşılaşırım… Nasıl ki âşık olduğunuzda birden geçmiş, şimdi ve gelecek gözünüzde belirir, Kapalıçarşı’nın benim üzerimdeki etkisi de aynı. Ailemin kökleri oradan geldiği için Fas’a gittiğimde de benzer hisler duyarım, ama Kapalıçarşı’nın önemi ve etkisi kat be kat fazla benim için. Seyahatlerden ilham alan Parfums de Voyage mum koleksiyonu için de Grand Bazaar mumu hazırlarken, duygularla dolup taşıyordum çünkü benim için Hindistan veya başka bir yer gibi içimde çok net referanslar uyandırmak yerine, aklım türlü yerlere gidiyordu, fikirlerimi nasıl filtreleyeceğimi bilemiyordum. Deri, ipek kumaşlar, baharatlar, taş… Bunların hepsini içeren, sizi hatıra ve duygularla oraya götüren bir esans olarak doğdu.
Tıpkı bir mumun elle tutulamayan kokusuyla ortama kattığı karakter gibi şimdilerde diğer bir görünmezin hazırlığı içindesiniz, o da parfüm. Bu büyük girişiminiz başta olmak üzere yeni yıl için diğer projelerinizi öğrenebilir miyiz?
Hayatımda koku çok önemli bir etken, evime gelseniz her yerde hep bir mum yanar, tapınağa girmiş gibi olursunuz! Ben arkadaşlarıma hep mum hediye ederdim ve cam bir kavanozda yakıldıktan sonra çöpe atılan bu hediyelere bir yandan şaşırırdım. Ben bu kapların daha uzun yaşamaları için böyle bir koleksiyon çıkarmaya karar vermiştim. Kokularını ise hikayeleri, anıları yazarak, fotoğraflar çekerek parfümör Yann Vasnier ile çalışarak hazırladık. Ev kokularını, ciddiyetle hazırladığımız sabun gibi ecza ürünlerimiz takip etti. Şimdi artık sıra 2023’te lanse edeceğimiz parfümlere geldi. Dört ayrı kokumuz var ve hepsi ayrı ilhamlar taşıyan, doğaya birer övgü niteliğinde. Paris’te St. Germain Bulvarı’nda açmaya hazırlandığımız ikinci butikle beraber parfümlerimizi de keşfedebileceksiniz.